Menu
OSMAN BAYRAKTAR'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • OSMAN BAYRAKTAR'LA SÖYLEŞİ

OSMAN BAYRAKTAR'LA SÖYLEŞİ

Osman Bayraktar iktisat okudu. Yönetim alanında yüksek lisans ve doktora yaptı. Bir grup arkadaşı ile birlikte Yedi İklim dergisinin çıkışında yer aldı. Yazıları Yönelişler, Mavera, İlim ve Sanat, Yedi İklim, Hece, Türk Dili ve Mahalle Mektebi dergilerinde yayımlandı. Kitapları: İzlek, Yol Hakkı, Ağaçlar ve Şirketler, Modern Çağda Ulema (Çeviri). Yedi İklim dergisinde yazmayı sürdürüyor. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde öğretim üyesi.

-Öncelikle söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum. ‘ İzlek’ten sonra ‘Şiir ve Hayat’ kitabınız da İz Yayıncılıktan okuyucuyla buluştu hayırlı olsun. Şiir ve Hayat ile başlayalım. Niçin Şiir ve Hayat?

-Kitabın başlığını bir soru olarak da alabilirsiniz, bir cevap olarak da. Zaten hayatta soru ve cevaplar her zaman iç içe değil midir? Doğru soruyu sorabilmişseniz, cevabın yarısını da bulmuşsunuz demektir. Sana her ne kadar özünde bir soyutlama olsa da, eser hayat akışı içinde bir yerlerde şekilleniyor. Eserle yazarın hayatı arasında ne kadar bir ilişki kurulabileceği konusu, teorik olarak tartışmalı bir alan. Ben, eserin bütünüyle yazarın kendisinden bağımsız olduğu kanaatinde değilim. Bu nitelikte eserler de var elbet, ancak onlar sanat eserinden çok bir reklam malzemesi ya da dizi filim senaryosu niteliğinde eserler. Bu nitelikteki eserleri küçümsemek için söylemiyorum. Bazıları gerçekten çok yüksek düzeyli zeka ürünü çalışmalar. Ne kadar güzel ve nitelikli olsa da bunlar ısmarlama ürünler. Başkaları esas alınarak üretilmiş. Bütün dünyaya pazarlanmak üzere tasarlanmış popüler nitelikli romanlar da böyle. Bu yüzden yüksek satış rakamlarına ulaşsalar da edebiyat dünyasında pek fazla yankısı olmuyor bu eserlerin. Sanat ürünü, özellikle şiir, şairin hayatıyla ne kadar bağlantılıysa etkisi de o denli yüksek oluyor. Bununla şiirden çıkıp, biyografiye ulaşmayı söylemiyorum. Şiirin içindeki o yaşanmışlık özünü, şiiri zihinsel bir tasarım olmaktan çıkartıp, sanat eserine dönüştüren o insani sıcaklığı anlamaya çalışıyorum.

- “Yazabildiğiniz kadar çok yazın! Parmaklarınız kırılana dek yazın, yazın, yazın!” diyor Çehov 1886 yılında Marya Kiselyova’ ya yazdığı mektupta. Bu bağlamda soracak olsam sizin yazıyla, kalemle muhataplığınız nasıldır, yazmaya dair bize neler söylersiniz?

zobe2-Yazmak ve belki daha çok da okumak, bizim için bir araya gelmenin, bir arada bulunmanın, birlikte düşünmenin bir yolu gibi oldu. Yazma eyleminin bireysel bir uğraş olması yanında bu tutum biraz ironik durmakta, bunun farkındayım. Profesyonel yanı öne çıkmış, kendini sadece ‘yazar’ olarak gören bazı kalem erbabı için bu betimleme uygun olmayabilir. Ama benim, belki biraz daha cesaretle söylersem ‘bizim’ gerçeğimiz bu. Yazı yazıyorsak, bunu bir takım arkadaşlarla bir arada bulunmaya, dergilerin çevresinde bir araya gelmeye, kendimizi hep birlikte belli konularda sorumlu tutmaya borçluyuz. Yazmak, benim için bir düşünme biçimi, bir problem çözme yöntemi. Yazıya başlarken zihnimde dağınık halde, bazen sadece çağrışımlar düzeyinde bulunan düşünceler, yazım sürecinde derlenir, toparlanır, tutarlı bir bütün oluşturur. Yazı bir keşif sürecidir. Sanki kelimeler, cümleler alır sizi götürür düşüncenin saklı labirentlerine, yaşamın keşfedilmemiş yanlarına. Yazı ürüne dönüştüğü zaman okuyucunun bir malzemesi haline gelir; okuyucu kimi zaman tutar yüceltir bu malzemeyi, kimi zaman görmezlikten gelir. Sonuç ne olursa olsun, yazar için yazma sürecinin bizatihi kendisi değerlidir. Yazının yayımlanmasının belki, yazının sürekliliği anlamında bir katkısından söz edilebilir. Tabii bir de yazıdan sonra gelen geribildirimlerin katkısı.

-İzlek, ‘Sükût Sancısıyla’ başlıyor. “ Söz hakikati dile getiremiyorsa eğer, hakikati korumak için sükût girer devreye. Kalem yıkıcı bir kılıçtır; acıyla birlikte şifa getirir.” diyorsunuz. Bu bağlamda soracak olsam yaşadığımız dönemde, yazın dünyasına ve yazarlara dair neler söylersiniz?

-Yazıda bahsedilen Mehmet Akif’in, 1923’den sonraki durumalışı ile ilgili. Sözünü istediği gibi söylemenin anlamını kaybettiği bir ortamda, suskunluğu seçmek. En zor koşullarda destan boyutunda şiirler söyleyen bir şair susmuşsa, elbette bu suskunluğun doğurgan bir anlamı olmalı. Mehmet Akif gibi bir söz ustası, yazmak, konuşmak isteseydi, her şeye rağmen günün koşullarında bunun bir yolunu bulabilirdi. Ancak içinde bulundukları ortam o kadar absürt ki, sözün bir anlamının olmayacağının farkında. Bu durumu biraz da Mehmet Akif ve kuşağının macerasıyla birlikte düşünmek gerekir. Onların şahsi deneyimlerinden çıkarak genellemeler yapmak anlamlı da olmayabilir. Nitekim onlardan sonra farklı yazarlar, aydınlar çıktı, sözlerini farklı biçimlerde söylediler. Sözlerine karşılık dergilerinin, gazetelerinin kapatılması, kitaplarının toplatılması, özgürlüklerinin kısıtlanması gibi yaptırımlarla karşılatışlar. Buna rağmen, söyleyecek sözü olan, sözünü hayatı kadar değerli bulan yazarlar bir şekilde sözlerini söylemekten geri durmadılar. Günümüz koşullarından baktığımızda sadece bir söz söylemenin yaşamsal bir bedelinin olmasını hakkıyla kavrayamayabiliriz. Geçmişteki olguları, realiteleri bildiğimiz halde kavrayamayabiliriz. İki binli yıllara kadar da bu şartlar farklı şekillerde varlığını sürdürdü. Şimdi aydın olarak, düşünen insanlar olarak muhatap olduğumuz durum daha farklı. Savcı, polis baskısı yok üzerimizde çok şükür. Ancak yaşadığımız dönemde adına ister modernizm ister çağdaşlık diyelim Batı değerleri öylesine çevremizi kuşatıp kurumsallaştı ki, bu çemberi yüzeysel eleştiriler, hamasi söylemlerle aşma imkânımız yok. Daha kapsamlı, daha derin ve bütüncül durumalışlara ihtiyacımız var.

-Eşik Yayınlarından çıkan “Yol Hakkı” adlı gezi yazılarından müteşekkil olan kitabın girişinde; “Yolda olmayı hep sevdim. Öyle çok özel, iyi tasarlanmış gezilere çıkmayı başaramadım ama ne zaman önüme seyahat gerektiren bir fırsat çıksa buna hiç hayır demedim.” diye başlıyorsunuz. Seyahatleriniz yazın dünyanıza nasıl yansıdı diye sorsam neler söylersiniz? Yazarlara gezmeyi tavsiye eder misiniz?

zobe4-Gezmek, birincil olarak sınır kavramından kurtulmakla ilgili. Her ne kadar direndiğimizi, korunduğumuzu düşünsek de muhatap olduğumuz eğitim, zihnimize sınır kavramını öylesine yerleştirdi ki, sanki dört bir yanımız Çin Seddi gibi duvarlarla çevrili. Ben birçok alandaki trajik durumumuzun, sadece fiili durum olarak değil, kavrayış olarak da küçük devlet fikrine teslim oluşumuzla ilgili olduğunu düşünüyorum. Gezmek, benim için her şeyden önce sınır kavramının çürüklüğüne işaret eden bir eylem. Yeryüzü, geçmişi ve geleceğiyle bir imkan olarak önümüzde. İnsanlık macerası, birikimi bir yanıyla taşa, toprağa, yapılara kazınmış olarak sürdürüyor varlığını. Bu hayatın durağan yanı. Bir yanıyla, sınırın ötesinde, çarşıda pazarda hayat sürüyor. Sürekli bir devingenlik. Başka güçler tarafından çizilen sınırlara hapsolmuş toplumların zihinsel yapılarının benzer çembere alınmış olduğunu gözlemlemek hem trajik hem umut verici. Bu sıkıştırılmışlık durumu, niçin bir çıkış yolunu aramanın da bir başlangıcı olmasın? Yeryüzünün bütünlüğü gibi, zaman da bir bütün. Büyük ihtişamını taşa toprağa kazımış bir takım değerlerin, filmlerle, kitaplarla ne kadar cilalanırsa cilalansın artık dirilme şansı yok. Ben gördüm: Yunan ölü bir uygarlık. Roma da öyle. Endülüs’te, bir yangından arta kalan az sayıda yapıda ise İslam dinamizmi bütün haşmeti ile varlığını sürdürüyor. Sanki taş çatlayacak da içinden hayat veren güller fışkıracak gibi. İdil’in suları da öyle; beş yüz yılın özlemi, yalnızlığı, umudu ve coşkusu ile akıp duruyor.

-“Mehmet Akif, içinde hapsolan, bir cehenneme dönüşen söz okyanusunu muhafaza etmek için derin acılar çekti; ama ne kendini ne de hakikati değiştirdi.” diyorsunuz ve bu yolun yolcusu olan Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Aliya İzzet Begoviç, Ramazan Dikmem, Hasan Aycın, Ebubekir Eroğlu, Arif Ay, Ali Göçer, İbrahim Demirci hakkında yazılarınızı okuyoruz. Medeniyet tasavvurumuzu oluştururken, hakikat eri olmaya aday yolunda adım alırken mihmandar eylediğimiz eylem adamı, düşünür ve sanatçılar hakkında adeta şerh düşerek yazdıklarınızla yol haritamızı da belirlemiş oluyorsunuz. Bu mümtaz şahsiyetlerin sizde uyandırdığı ortak özellikleri nelerdir bu konuda bize neler söylersiniz?

-Yüz elli yıldır bizim toplumuzda düşünceyi en güçlü biçimde yazar ve sanatçılar, özellikle de şairler temsil ediyor. Toplumumuzun, kıyaslamalı olarak Batı karşısında zayıf kalmasından itibaren aydınlar arasında çözüm arayışlarına yönelik çabalar da çoğaldı, çeşitlendi. Bir kısım aydınımız çıkış yolunu bütünüyle üstün olanın, Batı’nın değerlerini kabul etmekte buldu. Yeni devletin kurumsal yapısı da bu düşünce etrafında şekillendi. Mehmet Akif’in de içinde bulunduğu bir kısım aydınlar grubu ise toplumun yeniden ayağa kalkmasının ancak bin yıldır toplumumuzu şekillendiren temel değerlerin özümsenmesi ve yeniden yorumlanması ile mümkün olacağı temel tezine bağlı kaldılar. Burada zikredilen Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un edebiyat anlayışlarına baktığımızda, bu konuda aynı tutuma sahip olmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aralarındaki bağ, edebiyat bağı değil, düşünce ve yönelim bağıdır. Daha açık bir ifade ile geriye doğru bu tanımlamayı yapan ve bundan gelecek için bir perspektif çıkaran Sezai Karakoç’tur. Sezai Karakoç, temel yönelimleri esas alarak, bu çizgiyi Diriliş düşüncesinin esası haline getirdi. Bugün bu yaklaşım temelinde oluşan bir edebiyat ve düşünce akımının varlığından söz etmek mümkün hale geldi. Sezai Karakoç’tan sonra zikrettiğiniz isimler bu temel yönelime bağlı kalarak eser veren, bu durumalışı koruyan yazar ve sanatçılar.

-Yakın zamanda bizleri inşa eden, derin ve duyarlı söylemlerle hakikat yolunu gösteren kitaplarınıza yenileri eklenecek mi? Son çalışmalarınız hakkında okuyucularımıza neler söylersiniz?

-‘Kalem Hakkı’ isimli dosyanın bu günlerde yayınlaması gündemde. Edebiyat merkezli, hayata, yaşadığımız günleri kavramaya dönük denemeler. Yedi İklim’de, Ahmet Mithat Efendi’den günümüze öykü serüvenimize ilişkin bir dizi yazı yayımlamıştım. Bir-iki ekleme ile o dosyanın da önümüzdeki aylarda tamamlanmasını ümit ediyorum.

-Dolu dolu ve samimi bir şekilde gerçekleşen bereketli söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum.

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle