Demirhan Kadıoğlu 1966 yılında İstanbul’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini tamamladıktan sonra, 1984 yılında Yeni Nesil Gazetesi kamera bölümünde çalışmaya başladı. Hemen arkasından 1985’in başlarında Can Kardeş Çocuk Dergisi’nde bant ve çizgi romanlar çizmeye başladı. Daha sonraları Yeni Asya gazetesinde Davut Şahin müstearıyla medyaya eleştirmenliğiyle birlikte Can Kardeş Dergisi’nin yayın koordinatörlüğünü üslendi. Radyo ve televizyon programcığı alanında da çalışmalar yapan yazar çeşitli kurumlarda karikatür dersleri de vererek eğitimcilik yapmaktadır. Daha çok çocuk kitapları alanında eserlere imza atan yazarın Küçük Beylere Masallar, Küçük Hanımlara Masallar, Mevlana Hikaye Serisi ( Nesil Yayınları) eserlerinden bir kaçı.
2012 yılında TRT Arapça’da yayınlanan ‘Elvan-ı Seba’ programında halen haftanın beş günü karikatür çizmektedir. 2012 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “ Yılın Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları” dalında yılın karikatüristi seçilmiştir. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Devlet Esirgeme Yurdunda geçen Kadıoğlu azmi, çalışkanlığı, yeteneği ve ahlakıyla büyük mücadeleler vererek adeta kendi kendini yetiştirmiş ender şahsiyetlerdendir. Yakın zamanda sahici ve dokunaklı bir dille kaleme aldığı Nesil Yayınlarından okuyucuyla buluşan,’ yetiştirme yurdu çocuklarının gerçek hikayesi ‘alt başlığıyla Yetiştirilmiş Hayatlar kitabı ve sanatçı kimliği üzerine bereketli bir söyleşi gerçekleştirdik
-Demirhan Bey öncelikle söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum. Yetiştirilmiş Hayatlar yakın bir zamanda okuyucuyla buluştu. Hayırlı olsun. İlk olarak, kitapla ilgili geri dönüşümleri nasıl buluyorsunuz, alışılmışın dışında biyografik bir roman olması hasebiyle beklediğiniz ilgiyi görebildiniz mi?
-Siz de bilirsiniz ki, kitap hazırlamak başlı başına zor bir süreçtir. Hatta kitabın bittiğine bile inanamaz, sürekli acaba üzerine ne ilave edebilirim düşüncesi beyninizi kemirir durur. Hele kendi hayatınızdan kesitler anlatıyorsanız, o başlı başına bir süreçtir. Bitmeyen bir süreç… Esasen yazarlar aslında hep kendi hayatından kesitler sunar okurlarına. İsimler değişiktir, mekânlar değişiktir, ama özne aynıdır. Kendi hayatını merkez alır yazar. Öyle olmak zorunda, aksi halde yazamazlar. Başkalarının hayatından çok kendi hayatı konunun öznesidir. Ben burada biraz cesur davranıp kendi ismimi deşifre ettim. Roman ve otobiyografik tür arasında gel/git yaşadım. Olumlu geri dönüşler aldım diyebilirim. Özellikle yetiştirme yurtlarında veya çocuk evleri ve sevgi evlerinde eğitim veren “sosyal hizmet uzmanları” çok ilgilendi bu kitapla… Birçoğunun ortak görüşü, bu kitabın hem kendi derslerine hem de pratikte kaynak eser olduğu yönünde. Çünkü geçmişte yetiştirme yurtlarında görevli insanların nasıl davrandığı noktasında bilgi sahibi olamayanlar, bu kitapla bu bilgiye sahip oluyor ve çocuklara nasıl davranış sergileyecekleri konusunda bilinç sahibi olabiliyorlar.
-“ Beklemek sıkıcıdır…Bir gün mutlaka gelecek!” umuduyla annenizi veya babanızı yıllarca beklediniz mi? Oysa biz bekledik…” kitabınızın arka kapağındaki dokunaklı ve yaralayıcı ifadelerle zorlu ve çaresiz bir süreci konu alan hayat hikayenizi yazma ihtiyacı nasıl hasıl oldu diye sorsam neler söylersiniz?
-Madem yaşadım, yazmalıydım. Yetiştirme Yurdunda barınan her çocuğun ayrı hikayeleri olduğu gibi, benim de bu konuda söyleyeceklerim olmalıydı. Geçmişimi hafızanın bir köşesinde gizlememeliydim. Raflardan kağıtlara indirdim, aktardım. Aynı zamanda yaşadıklarımız sosyal bir yara… Bu yaranın zaman aşımına uğradıkça kapanmadığını, aksine daha da büyük yaralara yol açtığını düşündüm. Geçmişte boşanmış anne ve babalar iki elin parmakları kadar varken, şimdi bu durum kapanmayan bir yaraya dönüştü. Evli insanların birbirine tahammülü azaldı. Kadına şiddet arttı. Ya çocuklara uygulanan şiddet? Bunlar hiç düşünülmüyor. İnsanlar bencilleştikçe, arkasında bıraktıklarını hiç düşünmüyor. Baba ayrı bencillik içinde, anne ayrı bir tahammülsüzlük içinde ve boşanmanın ardından çocuklar adeta “fazlalık” gibi görülüyor. Dışlanıyor. Yok sayılıyor. Toplumun önyargısı da devreye girince, iş büsbütün tahammül edilemez noktalara geliyor. Toplumun önyargısı derken; ya fazlasıyla şefkat göstererek eziyor yahut büsbütün dışlıyor. “Beklemek” derken, kendilerini korumakla mükellef aile büyüklerinin çocuklarını yurtlara bırakmasıyla birlikte belki de “pişmanlık” duygusuyla geri dönebilecekleri umudunu taşıyordu bu satırlar. Yıllarca bekledik, ama yaşlandık. Yıllar bizim kadar sabırlı değil. Biz beklemeye devam ettik.
-Duyarlı bir sanatçısınız, özellikle çizgiyle hemhal olmanız yurt ortamının yalnızlığında, bazen acımasız ve duyarsız havasında sığındığınız bir hal olarak yeteneğiniz ortaya çıkıyor. Siz farklı arayışların ve sancıların eşiğinde ürünler vermeye başladığınızda Yetiştirme Yurdu ortamında destek görebildiniz mi?
-Acımasız bir hayat, sizi olgunlaştırıyor. Sert esen rüzgâr karşısında eğer tutunabileceğiniz bir dal varsa, korkmayın. Bu dal, bir kaçış sonrası ortaya çıkan çizgi dünyasıydı benim için. Bol bol portre, manzara ve ödev resimleri çizerdim. Bu yönümü keşfeden öğretmenlerim bana destek verdi. Görmezden gelenler de vardı, önemli değildi. Zaten eğer yaptığınız işten emin iseniz, başkalarının önemsizliği çok önemli değil…
-Yazmaya ve çizmeye çocukluğunuzun aile sıcaklığından yoksun hüzün yüklü yıllarında başlamanız bana, Aliya İzzet Begoviç’in: “ Din de, ihtilal de acılar ve ıstıraplar içinde doğar. İkisi de refah ve konfor içinde yok olup gider.” İfadelerini hatırlattı. Sizin ruh ihtilalleriniz, kendi küçük dünyanızda maneviyatla ve sanatla muhataplığınız acıların ve hüzünlerin beslediği bir içsel serüvenle başlıyor diyebilir miyiz?
-Sanatın beslendiği ana nokta, hüzündür. Şiirde, resimde, müzikte ve sanatın birçok dalında bunu görmek mümkündür. Sanatçı iç dünyasında kaos yaşamazsa, duygu patlaması yaşayamaz. Sanat duygusu aslında bakış açılarımızı dürten bir şeydir. Sanatçı duyarlılığı denilen şey aslında bir tepkinin veya bir yorumun yansımasıdır. Üretimden yoksun bir sanatçı sadece hassas bir insan olabilir. Hassas insan ile sanatçının arasındaki fark sanatçı duyarlılığı denen bir duyguyu üzerinde taşımasından ibarettir. Yani “farkındalık” meydana getirmektir… Ki, bu itici güç olmasa üretim de olmaz. Yani, her bir sanat eseri sanatçının bir yorumudur. Duygularımızın kaynağıdır. Sanatçı, üretim ve izleyici üçgeninde temel nesne, şüphesiz sanatçının içsel değerleri ve ruhsallığıdır. Şunu söylemeliyim ki, eğer sanat maneviyata dayanmazsa, o sanat anarşi doğurur. Allah’ın pek çok sıfatı var ve bu sıfatlar farklı insanlarda farklı şekilde tecelli eder. Allah’ın yarattıklarını örnek alarak, yani temelde yaratılanlardan yola çıkarak Allah’ın izni ve dilemesi ile bir şeyler yapan insan aslında Rabbimizin “San’i” yani “sanatçı” sıfatı tecelli eder.
-Çok yönlü bir sanatçısınız, çocuk kitapları, Can Kardeş Dergisi yine Bilgi Evlerinde eğitimcilik ve Televizyon Radyo programları. Tüm bu çalışmalarla çocukların dünyasına çok daha yakın çalışmalar içindesiniz. Bu bağlamda soracak olsam, çocuk edebiyatı alanında yapılan çalışmaları nasıl buluyorsunuz?
-Çocuk edebiyatı konusunu tartışmaya açmak isterim şahsen. Çünkü çocuk edebiyatı kavramı nedir sahi? Çocuk edebiyatı varsa, gençlik edebiyatı da var mı? Veya yetişkinlere uygun edebiyat mı var? Nereden çıktı bu? Robinson Cruoso yazıldığı dönem, yazar para kazanmak amacıyla ve yetişkinlere yazmıştı. Ama şimdi “çocuk edebiyatı” kategorisinde değerlendiriliyor. Pinokyo bile yazılırken, büyüklere yazılmıştı. Hatta şimdiki gibi mutlu sonla bitmiyor ve Pinokyo karakteri romanın sonunda idam ediliyordu. Çocuk edebiyatı sınıfına giren birçok eser, çocuklara yönelik yazılmamıştı. Ama son otuz yıldır, “çocuk edebiyatı” diye bir kavram icat edildi ve birçok eser pedogojik formasyona feda edilerek deforme edildi. Bence edebiyatı özgür bırakmalı. Kategorileştirmemeli. Gelelim çocuk yayınlarındaki eserlere. Hepsi birbirinden değerli, güzel ve özgün çalışmalar var. Türkiye’de sayılı çocuk dergilerin yayınlandığı dönemde, bu kadar yerli üretim yoktu. Hep yabancı ve tercüme eserler yayınlanıyordu. Ama şimdi, basılı materyallerde birbirinden değerli eserler mevcut. En çok sevindiğim nokta; yerli çizerlerimizin artış göstermesi. Çoğu da kendine özgü tiplemeler. Yani tamamen bağımsız yapıtlar bunlar ve bir eksene bağlı değil.
-Yetiştirme Yurdunda büyümüş birisi olarak, anne baba ve aile sevgisine hasret çocukların sanat ve edebiyatla, kitaplarla buluşması sizce onların dünyasına neler katar bu konuda bize neler söylersiniz?
-Çok olumlu şeyler katacağına şüphem yok. Hükumetin bu konudaki çalışmalarından biri olan Yetim buluşmasının İzmir Çalıştayı’nda sunduğum raporda Yetiştirme yurtlarında “rehabilite merkezleri” kurulmasını önermiştim. Sanatın her dalının mutlak olması gerektiğini hatta sporda da yeteneği olanların bu alanda değerlendirilmesi gerektiğini şifahen belirtmiştim. Zaten sanatın bir dalıyla uğraşacaksa, öncelikle okuması gerekiyor bir insanın. Okumak, beyni besler ve yazmayı güçlendirir.
-Söyleşi için teşekkür ederim. Son olarak tezgahta neler var çalışmalarınız hakkında okuyucularımıza neler söylersiniz?
-Şu an, Can Kardeş çocuk dergisine devam… Bir-iki çocuk dergisine de dışarıdan hem danışmanlık yapıyor, hem de çizgilerle destek vermeye devam ediyorum. Yeni bir romana başladım. Sokak çocuklarıyla ilgili bir çalışma bu… Öte yandan, masal kitapları yazmaya devam ediyorum. Yayınlanmaya hazır birkaç çizgi roman çalışmalarım da tezgâhta bekliyor. Ayrıca bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ediyorum, çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum. Rabbim yar ve yardımcınız olsun.
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.