Biz çocukken, baharla beraber, dumanlı dağların eteklerine doğru uzanmış, yağmur sularıyla ıslanmış gelincik tarlalarına dalardık. Bizim oralara, yaz geç gelirdi. Uzun kış günlerinin, karlı, yağmurlu soğuklarından sonra, çocuk yüreklerimize, açan gelincikler, ötüşen kuşlar muştular taşır, yegâne eğlencemiz onlar olurdu.
En sevdiğimiz oyun, kırmızı, pembe, gelinciklerden gelinler yapmaktı. Gelinciklerin taç yapraklarından bir iki tane kopartır, pelerinli, tomurcuk yüzlü, siyah perçemli bir gelin çıkardı ortaya. Ona, göz, dudak yapardık. Başka bir gelinciği de sapından kopartır, büyük bir özenle, ortaya çıkan bu gelin başının altına saplardık. O zaman; şimdiki çocukların değme oyuncaklarına taş çıkartacak cinsten güzellikte, bir gelinimiz olurdu. Kırmızı pelerini, siyah zülüfleri, yerlere kadar kırmızı duvağıyla seyre doyamazdık gelincikten gelinlerimizi.
Bir de Yaşar vardı. Biz kızları nerede olsa bulur, yol kenarlarındaki kına taşlarının ıslaklarını takip ederek bize ulaşırdı. Küçük kiremit parçalarını, yosunlaşmış kına taşlarına sürterek, küçük esmer çatlak ellerimizin, avuç içlerine bu yalancı kınaları yakarken, ellerimizi güneşe verip kuruturken, tam da, dizi dizi gelinlerimizle düğün yaparken, çıkıp gelirdi Yaşar. Pörtlek gözlerinde korkutucu bir ışımayla, oyunumuzun içine dalar, gelinlerimizi, sazımızı, cümbüşümüzü ele geçirir, bizler çil yavrusu gibi dağılırdık. Hiçbir şey zoruma gitmezdi. Çivilerle deldiğimiz kavanoz kapaklarından süzgeçlerimiz, anneannemin deriden tefi, havalara uçuşur, kille, çamurla yoğurup biçimlendirdiğimiz, güneşe vererek kuruttuğumuz damat adayları siyah lastik ayakkabılarının altında un ufak olurdu. Sonra, dizi dizi gelinlerimizi eline geçirir, siyah saçlarından terler sızarken, kara gözleri alaylı bir ışımayla yüzümüzde, sarı dişlerini ortaya çıkaran kahkahalarla, başlardı gelinlerin başlarını koparmaya. Kısa pantolonunun belindeki ipe bir düğüm daha atar, kahkahaları dağ burçlarında yankılanır, içimiz ürperir, annelerimizin etekleri dibinde olmayı arzu ederdik.
Ağlamaktan gözlerimiz morarmış, ellerimizdeki kınalar çamurlaşmış halde akşam alacasına doğru eve dönerdik. Yaşar’ın oyunumuzu bozup, gelinciklerimizi yolması yetmezmiş gibi, bir de annelerimizin kızılcık sopası geçerdi üzerimizden eve geç geldiğimizden dolayı. Ayaklarımızı çalılıklar yırtıp kanatsa da, inatla gelincik tarlalarına dalardık. Gelinler yapmaktan yorulmazdık. Yaşar da büyük bir aşk ve heyecanla yaptığımız bu gelinlerimizi koparmaktan yorulmazdı. Bu kovalamaca gelincikler solana dek devam ederdi.
…
Bahar gelmemek için direniyor sanki. Yaşlı dünyanın ekolojik dengesi, modern insanın darbeleriyle alt üst olmuş halde. Havalar açıyor, güneş çıkıyor, sonra aniden yağmurlar boşalıyor. Şaşırıyoruz ne yapacağımızı, ne giyeceğimizi.
Yüreğimi acıtan, çocukluğumun masum oyunlarını bana hatırlatan olaylar oluyor ülkemde, gelmeyen baharlara inat. Haberler okuyoruz. Haberler seyrediyoruz. Üçüncü sayfa haberlerinden ziyade, şizofren bir hal alan bu cinayetler nasıl da çoğaldı. Gelinciklerimizin kafalarını acımasızca koparan Yaşar, şimdi efendi bir aile babası. Onun acımasızlığı sadece oyunlarımızda ve çocukluğumuzda kaldı. Oysa gün geçmiyor ki bir cinayet haberiyle yüreklerimiz sarsılmasın. Körpecik kızlar sevgilileri tarafından hunharca öldürülüyor, kanımızı donduracak, hayal bile edemeyeceğimiz canilikte kurbanlar veriliyor. Gelinciklerimizin nasıl ki başı koparılıyorsa, bu gelinlik çağa gelmiş körpe kızlar da aynı akıbeti yaşıyorlar.
Bir fetişizme dönüşen aşk, tüketen, öldüren, alçaltan, yoldan çıkaran bir hal almışken, genç yürekler böylesine yok oluşa sürükleyen bir aşkı içiriyorlar damarlarına. Gerçek mabudunu bulamamış modern gençlik, bocalamalarla beraber, eriten, sapmış bir cinsellikle yaklaştığı aşkı kor bir ateş gibi taşıyor avuçlarında. Ve artık bu kor ateş, ellerini, bedenlerini yakıp kavururken, karşı cinsi de yok etmeye kadar götürüyor.
Adını “aşk” koydukları bu duyguya; ne Mecnun’u çöllere düşüren seraplarda, ne Ferhat’a dağları deldiren sevdalarda, ne Karacaoğlan’ın coşkun dizelerinde, ne de Genç Werther’in Acıları’nda geçen mektuplarda rastlarız.
İlleti cinsellik olan çarpık aşkın adresi, yalnızlık ve çaresizlik girdaplarında batağa saplanmış bireyleri gösterir. Şehvet ve şefkat ikileminden, gerçek sevginin kuşatıcı, ruhu besleyen soluğundan sonra, şehveti, terbiye edilmemiş bir şehveti putlaştıran anlayış, yanlış arayışlara sürükleyen bir hâl alıyor. Ali Şeriati Kevir’de, “Aşk, bir yönlü bir coşkudur… İşte bu yüzden hep yanlış yapar.” der. Yine Şeriati’ye kulak verirsek aşk üzerine isabetli tespitlerini görürüz:
“Aşk, çılgınlıktır. Aşk büyük ve güçlü bir kandırmacadır. Aşk, denizin içinde boğulmaktır. Oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir. Aşk kabadır, şiddetlidir. Bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir. Aşk, hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi baştanbaşa kesin inançlıdır. Aşk, kişinin bencilliği ile alım-satımsal, hayvansal ruhunun bir çekiciliğidir. Oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister.’’
Yedi dil bilen, Çince okuyup yazan, metropolün elit semtlerinin birinde yaşayan maktul bilmem kim tanır mı bu türden bir aşkı? Çarpık filmlerden aldığı ilhamla, varoşlardan gül devşirir. Münevver’in, adına inat kimliksizliği, yalnızlığı, özenti bir hal almış olan yaşantısında, kurban oluşu, bir tokat gibi yansır utanmaz yüzlere.
Âyet söyler bize gerçeği, olması gerekeni: “Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rum Sûresi, 21)
Sevgiyi ve aşkı bir zırh gibi kuşanan yürekler ilhamını, en çok seven, Vedûd olan Allah’tan alırlar. Sevgi deli bir ırmak gibi akmaz damarlarda. Yakıp yıkmaz, yok etmez, öldürmez. Sevgi, şefkat ve saygının korumasında, mutlak ve aşkın güzellikleri bulmak için coşar ve adresine ulaşır.
Rabbim, Hâdî olan Rabbim…
Hidayetinle ve merhametinle, gerçek aşk ve sevgiye susamış, cinnet bataklığında, cinayet senaryolarının çeşit çeşit provasını yapan gençliğimize hidayet ve kurtuluş ver. Merhamet eyle… Sen Rahmansın, Rahimsin. Elimden bu senaryolar karşısında, dua etmekten gayrı bir şey gelmiyor. Bir de çocuklarımın gözlerinin derinliklerine dualar bırakarak, küçük ellerini daha sıkı tutmak istiyorum.
Beyaz güvercinler gibi avuçlarımıza konan yavrularımızı ve tüm yavruları, tüm anneleri ve Münevverleri, cinnet ve cinayetler bataklığından kurtar. Selamet ve kurtuluş bağışla gençliğimize. İstikamet ve güzellik, güzel ahlak bağışla.
Sana sığınıyoruz Rabbim… Bizlere ve gençliğimize yardım et…
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.