— Amca, kaç yaşındasın?
—Yetmiş sekiz, dedi Hasan Dayı.
Bunu biraz sıkılgan ve çekingen bir ses tonu ile söylemişti. Sanki dilencilik yapıyormuş gibi utandı. ‘Ben bu hallere düşecek adam mıydım’ diye geçirdi içinden. Tanıyan biri onu böyle görseydi, ne kadar zorlandığını ve bunun gururuna ne kadar çok dokunduğunu, halinden hemen anlardı. Hasan Dayı, memurenin yüzüne bakmadan mahcup bir eda ile son bir kez sordu:
— Bana maaş öderler mi ki kızım, ne dersiniz?
—İnşallah amca. Ben evrakını işleme koyacağım. Bir hafta sonra tekrar uğra. Neticeyi o zaman alırız.
Hasan Dayı, boynunu büktü, takkesini düzeltti. Omuzları düşmüş, yenilgiye uğramış bir ruh haliyle kapıdan sokağa çıkarken içinin acıdığını hisseti.
‘İnşallah amca…’
Belki de ilk defa biri ona ‘amca’ demişti. Zira gençliğinden beri köyde herkes ona ‘Hasan Dayı…’ derdi; çoluk-çocuk, genç- yaşlı; herkes… Hatta yaşça kendisinden daha büyük olanlar bile… Rahmetli karısı Emine’nin bile bu alışkanlıktan dolayı kendisine zaman zaman böyle seslendiği olurdu.
‘Yaşlılık maaşı’, ‘İnşallah…’, ‘Allah, devletimize zeval vermesin’… Hasan Dayı, kendi kendine bir dertleşme, bir umut, bir teselli muhabbeti içinde halini kabullenme uğraşı içinde idi. Gençliğinde köy iken şimdilerde büyükçe bir kasabaya dönüşmüş, çocukluğunun ve gençliğinin, hüzün ve umutlarıyla geçtiği dağlara doğru yola koyuldu.
Kasaba dolmuşunun önünden kalktığı kahvehaneye doğru yürümeye başladı. Güneş, ikindiden yuvarlanmış, akşama doğru koşuyordu adeta. Hasan Dayı da koşmak isterdi ama artık eski takati kalmamış, beli iyice bükülmüş, cildi kurumuş, yüzünün her yeri ırmak ırmak… Kasaba dolmuşunu kaçırmamak için adımlarını hızlandırmaya çalıştıkça dizlerine sancılar giriyor, göğsü nefessiz kalıyordu. Telaşı, biraz da kendince hayâ ettiği bu günkü ‘yaşlılık maaşı başvurusu’ ndan dolayı, tanıdık kimselere görünmek istemeyişindendi. Sanki büyük bir suç işlemiş ve herkes buna şahit olmuştu. Ayıplanıyormuş gibi sıkıldı. Dolmuşa bir binse, dolmuş bir hareketlense, kimse ile muhatap olmadan kendini bir eve atabilse; sanki bu ağır yükü omuzlarından atarak bir kuş gibi hafifleyecekti.
— Hasan Dayı, Hasan Dayı…
Tanıdık biri, ona sesleniyordu. Kendince, suç mahallinden kaçarken yakalanmıştı. Hasan Dayı, duymazlıktan gelerek aceleyle, kaçarcasına adımlarını hızlandırdı. Oralı olmamaya çalışıyordu.
— Hasan! Kaçma yahu! Bekle hele biraz.
Bir an için kararsız kaldı. Adımları da bu tereddütle yavaşlayınca, durdu, bekledi; başını çevirip bakmak zorunda kaldı. Gerçi sesi tanımıştı ama kaçma güdüsü… Yetmiş yıllık dostu Hüsrev’di ona doğru yürüyen. Baskın yemiş bir kaçakçı hali ile dili tutuldu adeta; arkadaşının yüzüne öylece bakakaldı. Sonra öylesine:
—Sen miydin Hüsrev…
—Ne bu telaş, ne acele böyle yahu?
Gençlik günlerine atıf yaparak muhabbete biraz mizah katmaya çalıştı Hüsrev:
— Mal kaçırmaya çalışmıyorsun her hal. Hayat bizi emekli etti, bilirsin. Hasan Dayı’nın o eski hali yok artık.
—Doğru söylersin Hüsrev. Kaçışım da bundan ya. Neyse ki beni ele vermezsin sen. Gidelim ortak, köyümüze gidelim.
Hüsrev bu arada Hasan Dayı’nın koluna girmiş, dolmuşa doğru yürürlerken ufak ufak birbirlerine takılarak neşelenmeye çalışıyorlardı.
Dolmuş, kasabaya doğru yol alırken, güneş, bir bahar gününü daha terk etmiş, kıştan kalma karlı dağların ardına istirahate çekilmeye başlamıştı bile. Geride ufukta gri bir kül yağışı başlamıştı. Dolmuş, yamalı asfalt yolda ilerledikçe her şey rengini kaybediyor, karanlığın içinde sadece siyah ve gri renkler seçilebiliyordu.
Dolmuş yol yürüdükçe Hasan Dayı giderek durgunlaşıyor, susuyordu. Hüsrev, dostunun şehirde ne işi olduğunu öğrenmeye çalıştıkça da Hasan Dayı kestirme cevaplarla konuyu kapatıyordu. Hüsrev ısrarından vazgeçti; Hasan Dayı tekrar içinin derin sularına gömüldü.
Az sonra köprüyü geçince kar suları ve ilkbahar yağmurlarıyla coşan ırmağın sesini hissetti. Daldı, gitti; çocukluk, gençlik yıllarına.
Çocukluğuna dair hatırladıkları daha dün gibiydi. Babasının pek işe yarar bir tarlası olmadığı için o dağ köyünde hayvancılık yapardı. Bir sürü koyunları vardı ve ayrıca arıları… Hasan dayı çocukluğunda öksüz kalmıştı ve babasıyla adeta arkadaş gibiydi. Birden anne- babasını ne kadar da çok özlediğini fark etti. Lakin onun kaderi de babasınınkine pek benzemişti. Annesini kaybettiğinde daha küçük bir çocuktu. Askerden döndüğünde babasının da illet bir hastalıktan öldüğünü öğrendiği gün kahrolmuştu. Daha sonra evlenmiş fakat çocuk sahibi olamamıştı. Yalnızlık onun kaderi, adeta yoldaşı olmuştu bir ömür boyu. Karısı Emine de vefat edince yaşlılıkla beraber kendini yalnızlık kuyusunun dibinde bulmuştu. ‘Yalnızlık, kimsesizlik ve en sonunda ihtiyarlık…’ diye geçirdi içinden. Gözleri buğulandı, içi acıdı.
Gençliğinde Hüsrev ile beraber sınırda ufak ticaretlerle uğraşıyor, sınır güvenliği arttığı zamanlar ise köye kapanıyorlardı.
Hasan dayı tüm bu yalnızlığın içinde yaşarken köyde herkesin yardımına koşar, köylünün derdiyle dertlenen bilge bir adamdı. Hastayı şehre o götürür, köye çeşmeyi o yaptırır, , kızları babalarından oğlanlara o ister, dargını o barıştırır, köy meclislerinde lafı itibara alınır, muhtarın yerine o konuşurdu. Civarda sevilip sayıldığından mı, artık nereden geldiyse ‘Dayı’ sıfatını herkes ona yakışık görmüştü.
Köy dolmuşu dağ yolunda ilerlerken Hasan dayı yalnızlığa gark olmuş yüreğini tuttu, kendi kendine ‘Dayı, Hasan Dayı…’ dedi. Bunu farkında olmadan biraz sesli terennüm etmişti. Hüsrev yüzünü ona döndü.
—Evet, Hasan Dayı, anlayamadım…