Aylardan Haziran’dır. 'Haziran' deyince, nedense ‘hazan’ geldi aklıma; hazandan hüzne yol almak da olabilir, hüzünden mabedler kurarak, gözyaşına adanmak da. Kelimeler, tümceler birbiri ardı sıralana dursun, haziran, son soluk gibi durur göğüs kafesimizde. Göğsümüzde sancı, haziranla yaz gibi. Bahar, o ilk heyecanını, heveslerini ve canlı ve taptaze umutlarını tüm direngenliğiyle tüketmiştir. Yazın ilk günlerini saymaya başlarken, beynimizin, kalbimizin, vesair anıların, beklentilerin içimize, en derine gömülerek pasif beklemeye geçtiği günleri imgelerden sıyırmadan öylece yaşarız. Bahardan yaza, haziran; bir sezon finali gibidir.
Hazirandır. İlkbaharın o yeşil ve parlak tonları, yerini kuru bir sarıya bırakır. Baharın canı çekilmeye başlamış, yerini başka bir mevsime bırakmıştır. Haziran, mayıstan daha sıcaktır; yaz, ilkbahardan. Bazı günler bunaltır sizi bu kasvet. İstek ve heyecanlarınız daha donuktur. Daha tüketemediğiniz, bahardan kalma birçok azıkla kalır, temennilerle yetinirsiniz. Direnirsiniz.
Evdeyseniz, ikindi çayını dört gözle beklersiniz. Kızgın çöllere dönmüş bağrınızı serin vahalara çevirecek bir yel esecek, kâkülleriniz dalga dalga, ruhunuz şen ocak. Balkon kapısını açınca korkuluklara konmuş güvercinler ürkecek. Parklardan, bahçelerden güzel kokular dolacak içinize. İğdeler, akasyalar, ıhlamurlar, hanımelileri… En sevdiğiniz çaydan üç-beş tane içince biraz daha canlanır bedeniniz. Çaylar içildikçe ruhunuz da demlenir. Çayı bardağa doldururken damarlarınıza sıcak ama sımsıcak bir kan doluyor. Kan sizde can oluyor. Şekerini atar karıştırırsınız. Karşınızda kaşığın bardakta dansı vardır; bir senfoni sunar size. Yudum yudum canlanır nefesiniz, hayalleriniz, umutlarınız…
Gölgeler, ikindi saatleri, akşamüstleri, sokak gezmeleri, parklarda demlenmeler… Gölgelerin boyu iyice uzamıştır. Adımlarınız sayılıdır; ağır aksak. Alnınız ter kokar ama sadece alnınız. Şakaklarınızda süzülerek akan damlalarla arınırsınız suçluluklarınızdan. Arınırsınız ve pak ve nurlu bir varlık oluverirsiniz sonra. Bu sıcaklar yoruyor sizi, bedeniniz ısınıyor, ruhunuz buharlara gömülüyor. Bir yudum su dudaklarınızı ıslatır da şahdamarınıza dolarsa yaşamın varoluşunu temsil edeceksiniz. Bir avluya doluyorsunuz. Bir cami avlusu, bir şadırvan gölgesi… Hiç seçmeden, hiç elemeden herhangi bir çeşmeyi açıyorsunuz. Su… Su sesi… Cennetten çağlayanlar, ırmaklar, abıhayat… Şükrediyorsunuz tekrar ve avluda cami cemaatinin müdavimlerinin sohbetine karışmak istiyorsunuz. Bir selam yetiyor. Aksakallılar, takkeliler, aksağan takatsız bedenler, çelimsiz peltek cümleler eşlik ediyor size. Bu asırlık dedelerle, asırlık çınar gölgesinde, asırlık bir mabedin avlusunda zamanı unutuyorsunuz. Zaman artık tükenmiştir, baki kalan mekânlar içinde. Sadece ruhunuzla nefes alıyorsunuz, bedenler angarya. Zaten ruh değil midir bizim varlık ispatımız. Bir tutam can değil midir. Bu hal sizi içinize gömüyor biraz. Ürküyorsunuz. Hemen gidip bengisu pınarından bir çeşme açıyorsunuz. Şırıl şırıl akan suyu seyrediyorsunuz bir müddet. Su aktıkça, zamanın da aktığını, bir varlık olduğunu algılıyorsunuz veya öyle bir karara varmak istiyorsunuz. Ve zaman, artık, su gibi, ruh gibi, ulu çınarlar gibi, dedeler gibi, az önce eşiğinden geçtiğin mabed gibi.
/ Hazirandır bahardan gelen doyumsuzlukları frenleyen; Sizi ve uçuk tahayyüllerinizi dizginleyen. Hazirandır sizi, hayatı ve günahkâr ruhunuzu makul kılan. Ki sizi uçuruma sürüyor atsız bir süvari./
Bu akşamüstü, ruhunuzu demlemek için biraz, deli tayların bile uslanacağı mabedler arıyorsunuz. Size bir abıhayat sunsun diye bir yudum alıyorsunuz şadırvanın suyundan; bu kutsal şifadan. Arınıyorsunuz. Asırlık çınarlardan, dedelerden kudret alıp ikinci eşikten mabede giriyorsunuz. Ne bahar vardır sizinle, ne de haziran. Kendiniz oluyorsunuz artık; sadece kendiniz. Kirli bedeninizden sıyrılıp pak, duru ve nurlu ruhunuzla mabede giriyorsunuz. İçinizde hep var olan mabed, ruhunuzu kucaklıyor.
Varlık sebebiniz; bilinciniz biraz.