Ben o çocuğu bir çay ocağı köşesinde, kaybolmuş çocukluğumu ararken buldum. İçinde bu şehrin, bu hayatın acımasızlığını; terk edilmişliğini, hırpalanmışlığı ve umarsızlığını sorgularken buldum onu. Yüreğinde isyan vardı, gözlerinde uysallık, gözlerinde yalnızlık, elinde fırçası, elinde boyası, elleri boyalı; omzunda boya kutusu, omuzlarında bu şehrin en kahırlı yükü.
Bu çocuğu bir çay ocağı köşesinde gördüm. Adı Memet’ti. Sıkılgan ve ürkekti. Bana yaklaştı. Bir şeyler diyeceği belliydi. Yüzüme bile bakmadı; sanki yabancı veya namahrem bir sevdanın, tarihin ve kavganın sahibi gibiydi. Önce kalbiyle, sonra gözleriyle, sonunda diliyle konuştu: ‘Boyim mi aabi’.Yüzüme ilk bakınca cevap alamadı. Sanki cevap alınca şaşıracakmış gibi sıkıldı. Ağında yırtık potini, elleri, parmakları, soğuklardan olacak, çatlamıştı. Yüzü çocuk yüzüydü, bakışları ihtiyar… Döndü; gidecekti ki vazgeçti sonra. Beni kendine yakın hissetmiş olmalı; kalplerimiz ısınmıştı birbirine. ‘Boyim mi aabi, parlamazsa bedava’.Çocuk benden yine cevap alamadı. Ürktü biraz.
‘Benim ayakkabılarım yok ki kardaş. Çünkü benim ayaklarım yok. Kalbim var, hayallerim var, umutlarım var ama ayakkabılarım yok. Bir zaman önce vardı tabi. Hem de en fiyakalısından, en cilalısından. Ama şimdi ne ayaklarım var, ne de ayakkabılarım. Askerden yeni…’
Çocuk gelmiş, boya kutusunu yanıma, ellerini avucuma, gözyaşlarını kalbime bırakmıştı. Boyacı çocuk, ayakkabısız umutlarımın derdini dinleyecekti, belli.
Ne için, hangi neden uğruna. Bir gencin umutları, hayalleri nasıl da sekteye uğratılıyor; ayakları, bedeni gibi. Unutulmuşluk, terk edilmişlik ve nihayetinde derin bir yalnızlık.
‘Hayat, bazen böyledir işte boyacı kardeş. İşte bazen insana böyle küser, böyle düşman kesilir. Ayakkabılarımı boyatamadım sana. Ama ne sen üzül ne de ben. Ayaklarım yok ama güzel bir kalbim var. Tertemiz bir kalp; kırılacak kadar narin ve şeffaf. Gözlerim var; ıslanacak kadar içten. Bir de arkadaşım var; senin gibi vefakâr, senin gibi içten.
Gel yanıma, otur boyacı kardaş. Gel yanıma otur. Bir çay iç benden duman duman, tütsü değil, ilaç evvelallah. Dua gibi şifa. Sana bir de simit söyleyeyim; sıcacık. Öyle ya, hayat, biraz da böyledir.’
Bilirim, her şehrin acıyan ve acıtan yanları vardır. Her insanın da yufka, nazenin ve kırılgan bir kalbi... Her kalbin bir derdi, bir hikâyesi vardır. Kimi terk edilmişlik, kimi unutulmuşluk, kimi ihanet, kimi aciz kılan dertler… Hepsi de kederden ve gözyaşından bir hayatın zorunlu sahibidir. İsyan ateşinin harelenmesi de bundandır.
Ben o çocuğu bir çay ocağı köşesinde buldum. Kendimi buldum. Ben, kendimi anlattım ona, o da kendini dinledi. Hayatımızın baharı nasıl solmuşsa, çağlayan ırmaklarımız nasıl kurumuşsa, sıcaklar nasıl düşmüş ve ayazlar nasıl sarmışsa bizi, çocuk da, sokaktaki hava da aynen öyleydi. Yağan kar donmuştu. Soğuklar hayatı da dondurmuştu. Çay ocağı duman altı olmuş, sanki memleketin bütün tiren rayları buradan geçiyor, yüreği acıyan kim varsa sanki bu istasyondan geçiyordu. Camların buğusuna hep aynı şeyler yazılmıştı; ‘Batsın bu dünya’, ‘Zalim felek’ ‘yıkılmadım, ayaktayım.’ Eee, bana bir sandalye verin oturayım.
Boyacı çocuğu, bir çay ocağı köşesinde buldum. Kendimi buldum. İşte hayat biraz da böyle, dedik. Ağladık, güldük, anlattık birbirimize;
Bir sevda türküsü yak, güvercinler ürkmesin.
Bir güneş doğsun üzerimize, aydınlıklar bitmesin.