Saat yediyi çoktan geçtiğine göre belediye otobüsünü kaçırdık; halk otobüsünün geveze biletçisi ile yine çene yarıştırmak zorunda kalacağız.
Adam hem kel hem foduldu.
Gevezeliğinin yanında sözünü bilmezliği de cabasıydı. Yolcuların sitemlerine pişkin pişkin cevaplar verir, sıkışıklıktan, havasızlıktan zaten bitap düşmüş insancıklara laf sokuşturmaya bayılırdı.
Sanki evindeymiş gibi serildiği koltuğunda; serçe parmağıyla kah burnunu; kah kulağını karıştırır; sonra -güya-kimseye fark ettirmeden parmağını pantolonuna silerdi.
Salih Bey bileti kutuya atar atmaz adamın suratını görmemek için ona sırtını döner, otobüsün iç kısımlarına doğru ilerlerdik.
Biletçinin gerildiği koltuğa yayvan göbeğini nasıl sığdırdığını merak ettiğimden koltuğunu gizlice kontrol ederdim.
Tabanlarına bastığı ayakkabılarından taşan ayak kokusunu alınca otobüsün havasının niçin bu halde olduğunu anlardım.
Otobüse haddinden fazla yolcu doldurmanın garip bir zevki olmalı ki alınması gereken yolcunun en az iki katı tıkıştırılırdı. Doğacak şikayetleri önlemek için de her şey normalmiş gibi davranılır, hatta üste çıkılırdı.
Yayvan göbekli biletçinin, yolcuları gereksiz ve vıcık vıcık bakışlarla süzmesi ise otobüsün havasını iyice dayanılmaz bir hale getirirdi.
Salih Bey’le şimdiye kadar bir günümüz bile ayrı geçmemiştir. Her yere birlikte çıkarız. Ben olmadan şuradan şuraya gitmez.
Bazen alelacele çıkar evden. Farkında olmadan beni incitir, bana kaba saba davranır için için kızdırır. Ama normal zamanlarda beni ne kadar önemsediğini benimle bizzat kendisinin ilgilendiğini de doğrusu inkâr edemem.
Ama bugün yaptığı gibi hiç böyle sabahı köründe bir köşede yalnız bırakmamıştı beni. Deli doludur ama ciğerlidir. Çok bekletmez bilirim. Birazdan harıl harıl gelir.
Vakit onun için altındır. Onca yıldır beraberiz bir kere bile işine geç kalmamıştır.
Vakte gerekli titizliği göstermeyenlere çok kızar. Ama onları incitmemek için -bence çok gereksiz- bir ihtimam gösterir. “Canım kardeşim, ya vaktinde gel; ya da gelebileceğin vakti ver.” der, gecikenin yanağına kızgınlıktan çok nasihat yüklü minik bir şamar atardı.
Benim aslında bu saatlerde evde onu bekliyor olmam gerekirdi. Ama o gökkuşağı gibi adamdır. Her an her türlü güzelliği sergiler de ruhunuz duymaz. Abarttığımı, sanıyorsanız; bunun canlı şahidi karısı ve iki kızıdır.
Yaptığı sıra dışılıklarla ev halkını şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükler.
Dedikodu olmasın. -Başka kimse görmediği için söylüyorum.- Gül mevsimi girince şu, eliyle diktiği güllerin ilk açanını alır. Koynuna sokar karısına götürürdü.
Şu anda burada bulunmamla ilgili aklıma hiçbir mantıklı sebep gelmiyor. Ama o hep şöyle der ”Hayatta çok fazla mantık aramak insanı mutsuz eder. Kim bilir yine ne muziplikler kurmuştur.
Geçen bahar nerelerden bulup buluşturduğunu bilemediğim; sitenin bahçesine elleriyle diktiği sardunyaların, güllerin, karanfillerin, kadifelerin kokusu öylesine harmanlaşmış ki baygınlık veriyor desem mübalağa olmaz.
Ben öyle karışık kokulardan hazzetmem benim kokum bana hastır.
Her sabah işe giderken; diktiği çiçeklerin diplerini kontrol eder, sararmış yapraklarını budar, biraz boynu bükülenlere destek yapardı. Bütün bunları yaparken -sanki anlıyormuş gibi-çiçeklerle konuşurdu.“Bak, kaç gün oldu hala açmamışsın. Ne o moraller bozulmuş. Oo bu ne güzellik.”
Bu günkü tuhaflık sadece bulunduğum yerden değil etrafımdan da kaynaklanıyordu. Beni öyle bir yere bıraktılar ki sanki geleni gideni, gireni çıkanı göreyim de ona haber vereyim diye. Bilmiyorlar mı, o dedikodudan, gıybetten, yalandan ”Yılandan kaçar gibi kaçar”
Bulunduğu sohbette konuşmanın yönü biraz dedikoduya kaysa; hemen bilindik öksürüğü tutar; konuşanlar istemeyerek de olsa lafı değiştirmek zorunda kalırdı. Öksürük işe yaramazsa “ Ben mutfağa çayları tazelemeye gidiyorum” diye, imalı bir tonla seslenirdi.
“Bütün bunları sen nerden biliyorsun” diyeceksiniz? Diyorum ya biz ayrılmaz ikiliyiz. Gideceğimiz yere karısı olmadan bile gider; ama bensiz asla gitmez.
Fakat bugün sanki garipmişim gibi beni niçin böylece bıraktı, hiç ama hiçbir anlam veremiyorum. Çünkü garip, yalnız birini gördü mü; onun yalnızlığını gidermek, yardımcı olabilmek için-bence-nerdeyse saçmalardı.
Karısı kaç defa ocakta pişen yemeği, gardırobundaki en yeni takım elbisesini; tanıştığı bir muhtaca götürmek üzereyken asansörde yakalamıştı onu. Ama engel olmak ne mümkün!
Emekliliğinin ikinci yılı, boş kalmayı boş yaşamak olarak gördüğünden; bir şirkette tekrar işe başlamıştı. Şirkettekiler daha ikinci günden onun sohbetlerinin hastası olmuşlar, sabah çaylarını onun simitleri olmadan içemiyorlardı.
Bir gün karısıyla konuşurken duydum.
“Binlerce şükür, Allah bize her şeyi nasibetti. Diyorum ki şirketten alacağım aylığı ihtiyacı olanlara ikram edelim”
Sadece apartmanda değil, bugün sitede de bir gayri tabilik esiyor. Ortalığa telaş hâkim, herkes herkese bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Mesele neyse, herkes itirazlarda yine. Hiç kimsenin kimseyi dinlediği yok. Şaşkın ördekler misali oradan oraya koşuşturuyorlar.
Bu sitedekileri iyi tanırım. Olur olmaz, incir çekirdeğini doldurmayan meseleler için farfara yaparlar. Ama endişeye gerek yok Salih Bey şimdi gelir, meseleyi halleder.
Herkesin kanına girmekte üstüne yoktur onun. Allem eder, kallem eder, onları yatıştırır. Apartmandakileri hatta sitedekileri öylesine alıştırmıştır ki dert dinlemeye; ben ona “Marko Paşa” derim o duymasa da.
Evlenecekler, ev alacaklar, ev kiralayacaklar, boşanacaklar, boşanmış da kocasıyla yeniden barışacaklar, işe girecekler, çalıştığı işten ayrılacaklar; “Köprüden önce son çıkış”gibi gördükleri Salih Bey’e danışır ve öyle karar verirlerdi. O hepsini ilk defa dinleyen birinin ilgi ve iştahı ile dinler; yönlendirirdi.
Karısı haklı olarak, zaman zaman; “Sana ne herkesin evinden işinden.” diye yalancıktan çıkışırdı. Ona buna yardım etme de karısının da ondan aşağı kalır yanı yoktu.
Fakat o da ne; Salih Bey’in geçen sene tazelediği çimlerin renginde, tuhaf bir araba geldi apartmanın önüne. Arabanın arkası neredeyse kızını okula götüren minibüs kadar uzun ve yanları açık, üstü kapalıydı.
Garip. Daha önce rastlamadığım bir model. Halbuki onun favori modeli hep Passat’tır.
Biraz önce başıboş karıncalar gibi nereye koşuşturduğu belli olmayan gittikçe de artan kalabalık mıknatısla çekilmişçesine koştu ve bulduğu her türlü boşluktan arabaya yapıştı. Neden bilmiyorum ama herkes feryad-ı figanda.
Salih Bey’in apartmanın girişi güzel görünsün diye bin bir güçlükle yerleştirdiği- yerleştirirken belini incittiği- iki saksı azmanının arasından artık kalabalığın sadece ayakkabılarını görebiliyordum.
Ne kadar bakımsız, ilgi gösterilmemiş, kirli, pasaklılardı. Döndüm, kendime baktım. Onunla tanışalı bu üçüncü yıl olmasına rağmen şuradakilerin çoğundan yeni ve sağlam görünüyordum.
Salih Bey’in temizlik konusundaki tezahürü bendim. Öyle bayramda seyranda değil her daim temiz ve bakımlıydı. Adamın mayasında vardı bu.
Çevresi temiz olmalı, evi temiz olmalı, arabası temiz olmalı, kalbi temiz olmalı; hepsinden önemlisi ben temiz olmalıydım.
Üzerimde sağ ayağının hafiften içe basan izinden başkaca bir eskime emaresi bulamazsınız. Rengim, cilam, derim alındığı günkü tazeliğindedir.
Geçen akşam eve epey yorgun geldi. Bağcıklarımı çözerken her zamanki cevvalliğini göremedim. Hatta ilk defa çömelerek beni çıkarmaya çalıştı.
Eğildiğinde gördüm soğuk soğuk terlediğini. Ama hiçbir şey belli etmeden geçti, salondaki koltuğuna oturdu.
Hala anlamış değilim apartmanın önüne neden bırakılmış olduğumu...