Şimdi bir salon tasvir etmeli. Bu, genişçe ama içindekini sıkan, ruha dar gelen; aydınlık ama tekinsiz insan çehresi gibi üzgü verici; sevimli ama yaklaştıkça basit bir kandilin ışıltısıyla boy ölçüşemeyen, fersiz lambalar gibi içi bayıltan bir salon olmalı.
Sonra, eski zamanlardan kalma eşyalar yerleştirmeli dört bucağına; koltuklar, sehpalar, gümüşlükler, tablolar, nikelajları bozulmuş çatal bıçaklar, ne işe yaradıkları yerleştirilen tarafından bile çoktan unutulmuş bir sürü ıvır zıvır şeyler.
Mesela, koltuk kılıflarının senelerce maruz kaldıkları güneş ışınlarına kurban olmalarıyla yetinmemeli, bir de ‘zaman’ denilen canavarın pençeleriyle kesin bir riziko altında pejmürdelik nutku çekmeliler.
Yüzeylerinde neredeyse aynı tabanların sürtündüğü halılar, hoyrat konuklar yüzünden yarı sayrıl, yarı dumanlı çehreleriyle aygın baygın bakmalılar.
İlk zamanlar ‘kütüphane’ işleviyle bu salona giren dört kapaklı meşe dolabın, geçen onca zaman sonunda aldığı darbelerden ötürü derisinin aşınmış, kararmış yüzünde sırıtan derin izlerle yaşının ne denli geçkin oluşu gözlerden kaçmamalı.
Sehpalar kırık dökük, bir yanlarına doğru eğik olmalı, üstelik onları içine düştükleri alillikten kurtarması için yapıştırılan bacakların uydurukluğu bir yana, bir de nahoş enstantanelerle dolup taşan bu salona, orasından burasından akan tutkal lekeleriyle (beyaz gözyaşlarıyla) vokal yapmalı.
Sonra, duvarları boydan boya kaplayan alaca bulaca kâğıtların bazısı tam ortalarından, bazısı sağından solundan yırtık ve hepsinin uçları ille de içe kıvrık olmalı.
Kırk yıl öncesinin şahitleri olan takvim yapraklarının, gazetelerin, dergilerin, faturaların, fişlerin istif edildikleri yerde bir tek sararan benizleri kalmalı.
Tüm bu eşyalar öylesine geçmiş zaman kokmalı ki, bu koku insanı birden bire yaşlandırmalı, ağlamaklı yapmalı. Tıpkı ev sahibi yaşlı Arelyus gibi dirliksiz, müşkülpesent, asabi bir adam haline getirmeli. Sonra, bizler de onun gibi her sabah pencere önüne tüneyip, orada pipomuzu doldurmak ve gazeteleri okumak üzere pineklemeliyiz. Evimize temizlik için gelen hanıma, ya da eğer son gelişinde canını sıkmadıysak yakında gelecek olan biricik kızımıza, kemiklerimizin kırıldığından, her yanımızın sızladığından, bir türlü uyuyamadığımızdan, çocukların, kuşların çok fazla ses çıkardığından, sonracıma köşe yazarı AhmerHan’ın artık hiç de eli yüzü düzgün şeyler yazmadığından yakınmalıyız. Zamanın artık kesinlikle değiştiğine emin olduğumuzdan, dün ekmek getiren çocuğu azarladığımızdan, artık yaşamak ve uzun ömürlü olmak için dua etmenin daha çok bedduaya benzediğinden söz açmalıyız. Muhakkak soracaklardır günahsız bir çocuğu neden azarladığımızı. O zaman biz de yaşlı Arelyus gibi:
“Kimsenin günahını alacak değilim. Hakkına da girmek istemem bacak kadar sabinin, ancak son aylarda getirdiği ekmeklerin tadı neye olsa benziyordu. Birkaç zaman sesimi niye çıkarmadım sanıyorsunuz, emin olmak için tabi. Ama artık eminim. Ekmeklerde bir yabansılık var. Sütlere gelince, onların da can çekiştiğini çok önceden haber verdiğim hatırınızda olmalı.”
Karşımızdaki eğer kızımızsa, babacığım, diye başlayacaktır cevabına, ama eğer temizlikçi bayansa, “Efendim” diyecektir. “Son günlerinizde hiç iyi görünmediğinizde haklısınız. Sizi doktora götürmemizi ister misiniz?”
Tabi yaşlı Arelyus’un cinleri bunu duyar duymaz horona başladığından, bizimkiler de başlayacak ve şöyle fokurdayacağız:
“Ne demek doktor! Bana hasta muamelesi yapmak hangi hakkaniyete sığar. Siz önce gidip ekmekçi çocuğu tartaklamalı, sonra da fırıncıya onu üst mercilere jurnalleyeceğimi söylemelisiniz. Benim hasta olduğum doğrudur, fakat sorunum asla tat alma değil, ağzımın öyle boylu boslu bir hastalığı yok. Efendim, benim kemiklerim ağrıyor, niye anlamıyorsunuz.”
Sonra, parmaklarını kulaklarına tıkayan kişileri görürsek karşımızda, onlara da, o baş belası doktorlarına da müstahaklarını istirham edip, büyük bir alçak gönüllülükle, işimizin başına döneceğiz.
Biz de yaşlı Arelyus gibi kafasını şişirip durduğumuz bu iki kişiden başka nazımızı çekenimiz, bu iki candan başka evimizi şenlendirenimiz olmadığını bildiğimiz halde, yine de onları hırpalamaktan geri durmayacağız. Bunu en büyük eğlencemiz addedeceğiz. Dırdırımızla bezdirip uzunca bir süreliğine gölgelerini çevremizden çektiklerinden, konuşma gereksinimiz sekteye uğrayacak, ama olsun, biz de orada, on beş dakika öncesini gösteren ahşap kaplamalı saatle, koltuk başlarında dillerine mukayyet olamamış aslan kelleleriyle, kâtiplik yıllarından kalma masanın üstünde duran bağırsakları dökülmüş radyoyla, ya da ilk göz ağrısı daktiloyla söyleşerek bu iştiyakımızı dindirmeye çalışacağız. Anlatacağız da anlatacağız:
Ne kadar hasta ve yalnız bir adam olduğumuzu, ne acıları ekarte edip şu güzelim günlere geldiğimizi, ama hâlâ bir yerlerde kırılgan ruhumuza çalım atmaya uğraşan ayakların varlığından duyduğumuz hüznü, bir ekmek aldırmak için seslendiğimiz veletlerin arsız tutumunu, zavallı hasta ve yaşlı Arelyus’a artık kimselerin acımadığını, insanın kendi canından, kendi kanından olanın bile bir dakika oturup seni dinlemeye tenezzül etmediği bir dünyada asla uzun ömür dilenilmeyeceğini, sabahın körü güvercinin biri kuğurarak seni uykundan ettiğini, güneşin odayı kamçılayıp gözlerini açman için kalın perdeleri bile delip geçme cüretinde nasıl bulunabildiğini...
Ne kadar talihsiz rastlantı varsa onu bulacaktı bundan kelli. Zavallı kimsesiz yaşlı bir adamcağızı kızdırmanın, çelimsiz kalbine mutsuzluk ekinleri serpiştirmenin bu saatten sonra kime ne faydası olacaktı, böylesi ebedi bir korkuya yaslanmışken üstelik. Ne diye elden ayaktan kesilmiş marazlı canın hakkına giriyordu durduk yere bu millet. Hiç mi insaf yoktu bunlarda. Zaten meymenetsiz keneler gençliğini emip tüketmişler. Ne gençlik yaşamış ne bir şey. İhtiyarlığında rahat bıraksalar bari.
Düşünüyorum da, ne kadar karanlık, ne kadar alelade bir dünyadan çıkıp gelmişim meğer. Öyle bir dünyadan çıkıp gelenden de ancak böyle dırlanıp duran bir ihtiyar çıkardı, ne çıkacak başka. Gerçi bir katil, gözü dönmüş bir canavar da olabilirdim ya: Çocukları kömürlükte boğan, etlerini dilimleyip çuvala, oradan da kokmasın diye buzluğa atan bir canavar. Mesela diyorum canım, kelamın gelişi. Gerçi boğduktan sonra dilimlemeyle uğraşmazdım, ne işime, hemen oracığa çukur kazar gömerdim cesetleri, ama kemiklerim ağrıyor, asla kazma kürek kaldıracak yaşta değilim, hem kalbimin bu saatten sonra kan görmeye dayanacağına da ihtimal vermiyorum. Neyse işte, demek istediğim, kötü bir ruha da sahip olabileceğimdir, öyle olsam kimsenin kınamaya hakkı olmazdı, yine de ruhumu korumuşum, keneler bulaşmış ama ben onları üstümden silkip atmayı başarmışım. Şimdi de huysuz olduğumu, teşekkür nedir bilmediğimi, sızlanıp durduğumu söylüyorlar. Neler yaşamışım halbusem. Şu beyinciğimin içi pek gerilimli sahnelerle dolu. Yaşlılığında kötü olmayı kim ister. Ele güne muhtaç durumdaysan ağzını tutup oturmalı, hatırını sorana tatlı sözler etmeli, gelenin gönlünü almalısın, onları azarlamamalısın ki bir dahaki sefere yine gelsinler. Bilmez miyim sanıyorlar, hayır, biliyorum, hem de gayet iyi: Kızımın benim antikalarımda gözü olduğunu, temizlikçinin her gelişinde köşe bucağı sinsi sinsi taradığını, eli işteyken mercekleriyle nereleri dikizleyeceğini şaşırdığını, bilmez miyim? Ona kaç kere dedim, karşımda öyle kollarını buluşturup durma diye, mümkün değil efendim, rızkı bağlı birini nasıl doyururum, ben daha fülsüahmere muhtaç bir ihtiyarım. Yok yok, bunlar beni aç çıplak bırakacak. Aklımı alacaklar. Zavallı bir ihtiyarım diye etimi tiftiklemelerinin, cebimi araklamalarının ne gereği var canım. Ama onlar aklımı almadan, ben onlardan hakkımı alacağım. Yapacağım bunu. Beni ebleh bir ihtiyar sanıyorlar, ama göstereceğim onlara bu sanmaları. O cadının kesme kâselerimi deldiğini bilmiyor muyum sanki. Dün hoşafı ben değil sini içti mübarek. Bir kaşık salmadan nasıl dibine iner koca kâse?
Çocukluğumda annem kemirip durdu zaten. Babamdan emanet aldığı günden beri onun bunalımlarıyla uğraştım, yakınıp durmalarına gık demedim. Onu iyileştirmek için ne kadar didindim Allah biliyor. Götürmediğim doktor, okutmadığım hoca kalmadı. Hiçbir gün de ‘Allah razı olsun’ demedi. O gitti, şimdi de kızım çıktı başıma. O da her gelişinde annesinin bahtsızlığından dem vuruyor. Hiçbir şey, tatlı namına, yaşatmamışım garibe. Herkes şikâyetçi bu ihtiyarcıktan. Versem kendimi ellerine çiğ çiğ yiyecekler beni.
Ben perişan tabi, dayanaksız, güçsüz bir kimseyim, üstelik hastalıklıyım: Kemiklerim ağrıyor. Kaç gecedir uykunun uusunu çekmedim, sabahları uyumaya gayret ediyorum, onda da bitli bir güvercinin kuğurması yüzünden uyuyamıyorum. Ah, ne talihsiz, ne kadar da çaresizim. Ama hakkımı alacağım, artık söke söke mi olur yoksa rızalarıyla mı orası kendilerinin bileceği iş. Penceremin önünde kuğurup duran bu güvercin bozması başına neler gelecek bir bilse. Güya bu camlar çiftti, o kadar para saymıştım, bana, ‘artık ne araba ne çoluk çocuk sesi işiteceksin, ne de sabahın körü nara atan gırtlaktan, makamdan nasipsiz satıcıları,’ demişlerdi. Ah, yaşlılık maskaralıktır, (rahmetli anneciğimin lafı) âlemin oyuncağı oluyorsun işte, cahil görüp aldatıyorlar seni. Paranı çarpmak için olmadık yalanlar atıyorlar. Ama alacağım hakkımı, kimseye yar etmem.
Güvercin efendi, sakın ha toprak olurum kurtulurum sanma, seni bırakmam, sen sesinle benim sessizliğime girdin, hem de illegal yollardan, benim iyi niyetimi suiistimal ettin. Ben sana su verdim, bulgur verdim, ekmek verdim diye bana bunu yaptıysan, eh, sen de zamane güvercini oldun demektir. Bu yüzden hak ettiğini bulacaksın. Senin yüzünden ne hallere kaldım bak, uykusuzluk beni çılgına çeviriyor diyorum sana, çılgınlaşınca da ona buna sataşıyorum, adım huysuz ihtiyara, kadir kıymet bilmeze çıktı, eş dost yanlış tanıyor beni, hep senin yüzünden.
Yaşlı Arelyus her gün ilenip durur böyle, bir yandan güvercinin suyunu yeniler, yemini temizler, bir yandan da: “Hepsi” der, “senin yüzünden. Senin şu kuğurman uyutmuyor beni. Ben zavallı, yaşlı, kemikleri ağrıyan bir ihtiyarken sen neden inildeyip duruyorsun, he, bu yaptığın efendilik mi senin?”