İçimde çıktığım yolculuklarda hep gelip dayandığım o ıssızlık ve başka biriyle yüzleşme durumu beni ötekiyle savaşa itiyor, bu yürüyüşleri bir yere vardıramamak ruhunu örseliyor. Değişim tıpkı ölüm gibi. Ölüyorsun; ne var ki biri sana yaşadığını söylüyor, yemek ye diyor, su iç, uyu ve gülüşlerin olsun, kahrol. Ama sen hayır diyorsun, asla olmaz, bu dediklerin, bu benden istediklerin bir öncekine ait. Ötekinin ölüsünü gösteriyorsun: İşte, burada bak, donmuş. İnandıramıyorsun, çünkü gelip dayandığın kapı aynı. Hep aynı alınyazısını okuyorsun. Merdivenleri aynı hızla çıkıyorsun. Aynı basamakta soluklanma ihtiyacın oluyor.
Neden koparıp atmak istedikleri yakasına yapışır, neden atıp geldiği yollarla suçlanır insan. Neden sıkışmıştır bir görüntünün içine, sadece bir kez mi şans verir hayat, bir kere mi oynanır bu perde. İnsan bir kere nasıl aktardıysa öyle mi kalmalıdır, yenilememeli mi kendini, değişememeli mi? Hep yüzüne vurulan biri kalmalı mı geride. Hayatın neden delete tuşu yok, neden silemez insan öteki kendini.
“Belki de bir sahne kurmalıyım,” dedi. “Orada yaşamalı orada oynamalıyım. Böylece içimdeki karakterler sulanmış, doymuş olur. Kapatılmak onları zararlı haşerelere çevirdi. Kemirip duruyorlar gerçek beni.”
Beyninin içinde uçuşan isyan yapraklarının ardında yeşil lekelerin maziyi hatırlatan kokusunu duydukça, çocuk gözleri kadar alışık ve uysal olacaktı yaşlara, onlar kadar çabuk ağlayabiliyordu nasılsa. İstese şimdi de ağlar. Ama ağlamayacak. Ağlamak mademki çocukça, madem öyle düşünüyor, o halde ağlamamalı çünkü artık çocuk olmak istemiyor.
Bir izin, bir imtiyaz bana, diye diye kapıları aşındırdı yalvarışı. Aklının kenarlarını yaldız şeritleriyle geçen anıları bir reveransla geçiştirmeliydi, içinden onlara hiçbir minnet duymasa da yine de şöyle demesi gerektiğini biliyordu: Bana, bir sonraki adımımı sağlamlaştırma gücü verdiğiniz için, size minnettarım. Yoksa şöyle mi demeliydi: Başıma sardığınız onca külfet hayata olan tutunuşumu ve tecrübemi artırdı, teşekkür ederim. Ama kısa bir süre yeterliydi eskinin kinini gütmesine, keşke şöyle diyebilseydi en doğrusu olacaktı: Defolup gidin. Benden çaldıklarınızla yetinin ve bir daha beynimi yoklamayın.
Destur, ey insanlarım destur verin ki, size, sizin istediğiniz gibi yıkıcı gülüşleri, sitemli dilleri, solgun yanakları, morarmış dudakları ve gayesiz elleri olmayanlar gibi geleyim. Onlar gibi şen vaatlerim olsun. Yarın sizler için bir davet düzenleyeyim, her birinizi eşikte karşılayıp ellerinizi dakikalarca barındırayım avuçlarımda, bir çocuk gibi atılayım boynunuza, yüzüme tek şikâyet dalgası vurmadan saatlerce oturayım sizinle, maskelerin birini çıkarıp diğerini takayım, siz anlatın ben kahkahalar savurayım, kahkaham iki parmağınız arasına dolanan sigaralarınız dumanı gibi başınızı çevrelesin, sizi oraya, ta yukarıya tırmandırsın.
Hiç mızmızlanmayacaktım. Siz ne yiyorsanız, ne yememi istiyorsanız onu mideme yollayacak, gece sancılarımdan sabah sizlere bahsetmeyecek, bir gün isterseniz yine aynı tadı tadacak, gece aynı sancıları çekmeyi göze alacaktım. İnsanlarım, bana bir şans daha verin ki sizinle itiş kakış bir günü, yapış yapış bir söyleşiyi, sırılsıklam bir muhabbeti yaşayayım. Beni aranıza alın, beni bir çaylağı eğitir gibi eğitin, bana yaşamınızı öğretin; adetlerinizi yeni baştan yürürlüğe almak, duraklarda nasıl durduğunuzu, kuyruklara dâhil oluşunuzu, yollarla geçiminizi anlamak, bir alışverişin, bir pazarlığın hassas noktalarını, bir telefonu açmanın hoşnutluğunu, bir kapı ziliyle el çırparak koşturmayı, planlarınızı programlarınızı, her gün onlarca insanı bir arada görüp de sabaha nasıl kendinize gelebildiğinizi bilmek; kapalı alanlarda uzun süre kalabilme alıştırmalarınızı, isteme bağlı ya da değil, bir gürültünün, dumdum beyne vuran tokmaklar arasında hâlâ daha cümle kurabilme yeteneğinizi, ve bir insanın her sabah uyanmasına, her akşam acıkmasına benzer bir şey olduğunu bütün bunların. Bana da öğretin.
Ne var ki insanları yakarışlarına dikkat kesilecek değildi, zaten kesilemediler de. Hep kolaya olan rağbetleri, hazıra olan meyilleri onu kendi sesinin içine hapsedecekti. Onlar gibi olmaya çalışsa da, istese de bunu, ne zaman bir bahis geçecek olsa o eski kişi gelip girecekti aralarına. Orada tıkanacaktı bütün diyalog. Onlardan başka biri gibi algılanması, fikir yürütebileceği konuların onlar nezdinde sınırlı olması, nerede hesaplı ürünler var, bu sezon hangi firmalar kampanyaya başlamış, yeni açılan merkeze en kestirme nereden gidilir, falanca şirketin kâr taktiği, filancanın dolandırıcılara kaptırdığı prestiji. Nerenin köftesi temiz ve leziz, şu yüzde yirmiyle açılan biletler, gözde markalar, şu asla kullanılmaması gereken renkler, şu sitil, şu usul, şu, bu, o.
Asla onlardan biri olabilecek değildin, asla düşünülemezdin, belki de asla.
Bir tart bakalım. Neden insanların -yo o kadar uzağa gitmene gerek yok- annenin, babanın, kardeşlerinin, arkadaşlarının çok lüzumlu gördüğü, olmazsa olmazları senin için bir kabı dolduramıyor? Niye onların saçmaladıklarını düşünüyorsun. Belki de boş işlere takılıp saçmalayan sensin. Gereksiz uğraşılarla kafasını patlatan, canını yolda bulmuş gibi gelen geçene ezdiren sensin. Senin de pek çok şeyin anlamsız onlarca. Sen de aylaklar gibi dolanıp durduğun bu yaşamda bir baltanın sapı, bir kapının kulpu, bir bardağın suyu, bir yolun yolcusu, bir oluşun sulbü, bir bilimin profesörü, bir taşın gediği, bir suçun tanığı, bir yargıcın kalemi, bir gözün nuru, bir sesin akordu olamadın; bir kadının sağ el parmağında tek taş, bir adamın dokunulmazlık simgesi bir kravat, bir kitabın şerhi, bir kızın günlüğü, bir müzisyenin kotardığı beste, bir şair ilhamı, bir ekolün takipçisi, bir derginin abonesi, bir dâhinin gözlüğü, bir çapulcunun sermayesi, bir arabanın tekerleği. Abes şimdi bu feryat, bu figanın yersiz.
İçindeki iyilik yaygaracısını susturmalı en iyisi. Hepsini çıkış yerlerine tıkmalı. Sen insanların bildiği o kişi, zihinlerini asla kargaşaya sürüklemeyecek denli sarsılmaz inançlarısın. Seni yeniden öğrenmek, yeniden okumak işlerine gelmez. Bir kere nasıl güldüysen öyle, bir kere nasıl yürüdüysen. Bir kere böyle bakmıştın diyorlar bu hadiseye, kanunlarımıza böyle demiştin, nasıl girdiysen aralarına bundan sonra da öyle kalmalısın. Hem bilmelisin ki değişim birini inandırdığın sürece geçerlidir. Sen henüz o biri bulamadın. Şu halde sahneni kurabilirsin diyorlar ama dünkü kişiyi taklit edeceksen. Bu ne demek? Bu, bir yazıtın taş tabletten kazılması demek. Bu, geldiğin yolların hükümsüzlüğü demek. Bu, yönünü yitirmiş bir akarsuyun çığlığı demek. Bu ruhlarını çaldırmış birkaç nota bozuntusu gibi nereye yamanacağını bilememen demek. Bu, belki de bir şiir, bir aşk demek fakat çalıntı bir şiir ve sentetik bir aşk. Bu darağacında teşhir değilse, bu, kişinin kendini lağvetmesi değilse, bu, sıradağları servet edinmek, bu, amaçsızlık, başıboşluk, rol kapkaççılığı, bu toplama us değilse ne demek?
“Yorumların da normların da kayıt dışı. Bu oyunda bir figüran bile değilsin” diyorlar.
Şimdi nasıl değişmeli?