Saat 21.
Bir oda: küf kokuların buram buram tüttüğü, küçük, güneşi bir kez bile ağırlama memnuniyeti taşımamış.
Bir zamanlar sarıya boyanmış olduğu zarzor seçilen rutubet damgalı duvarlar.
Yatağın üzerinde biri oturuyor; çenesi dizlerine dayalı, tam karşısına astığı yeşil tepeli manzaraya gri gözler akıtan, elinde tuttuğu küçük radyonun ileri tuşuna sabitlediği başparmağı frekanslar arasında gidip gelen ve her an bir çağrının eteklerine kapanmaya hazırlanan biri.
Zeyrek’te bir yokuşa düşüyor oturduğu iki katlı tahta evin bu rüzgârlı odası. Üflesen dökülecek gibi duruşuna inat, acizliğiyle yıllara meydan okuyor. Zeyrek kaderine benzer: inişli yokuşlu, taşlı tozlu yolları ve kocakarıya dönmüş evleriyle bir tulu emel inatçılığı içinde yaşamını sürdüren semt.
Yollarının zorluğuna, evlerinin eskiliğine karşın, burada, yakalarından akan yoksulluğa aldırış etmeyen, yanakları tomurcuk, gözbebeği şenlik olanlar yaşıyor. Bu yaşlı yapıların çürük dolu ağızlarından taşan küf ve rutubet kokularının çirit attığı sokaklarında yırtık, kısa giysili çocuklarını ya havalanan tozların altında patlamış toplarının peşinden koşuşturken ya da lastiği delinmiş paslı bir bisikleti hurdacıya kaptırmamak için ayağa dikmeye uğraşırken bulursunuz. Gözleri ancak yabancıları ayırt edebilen, titrek parmakları ancak sigara tutabilen, köhne evlerin kırık eşiklerinde ancak maziye dalıp giden yaşlılar, kanaviçe işlemeli güneşliklerin sararmışlığı ardında ara sıra uzanan genç kız başları, satıcılar, poğaçacılar, macuncular. Ve bütün bunları geride bırakarak tadına doyum olmayan İstanbul seyri: Şehzade Cami sağda, Süleymaniye, Boğaz ve Üsküdar hemen solunda. Sonra Galata, Beyoğlu, Haliç.
Oturduğu semt taşıdığı yıpranmışlığa, yalnızlığına rağmen yine de gezip görmek isteyenleri kuşatabiliyordu da, ona ne olmuştu. Onun da içindeki o bitmez tükenmez gürültüye rağmen tıpkı Zeyrek gibi sükûnete aç olanları, göğüslerindeki karalığı gidermek için koşup gelen ziyaretçileri bastırabileceği bir manzarası, dertlerine şifa arayanları saracak bir havası yok muydu?
Eli hâlâ ileri tuşunda. İlerde bir frekansta, bu çok saçma gelen ses karmaşası aralığında beklediği çağrı onu bulacak, Zeyrek gibi dökülmüşlüğüne, eskimişliğine bakmadan bir abide kılabilecek miydi? Şimdi işsizdi, açtı, yoksuldu, kimsesizdi, kısmetsizdi. Ama o ses, herhangi bir günün 21.15’inin ona vaat ettiği, ama bugün olmasını istediği kurtarıcısı, velinimeti, efendisi, mevlası olan o ses. Derinlerinde beslediği bir inanç mıydı bu, yoksa marazlığından olma bir saplantı mı, bilemiyordu. Tekçe bildiği, her korku önce sorularla sallandırırdı iradeleri, sonra delirtirdi. Onun çaresi delirmeden, zedelenmeden, umuduna kavuşuncaya dek diri kalmaktı; zeyrek’in evleri gibi korkuya rağmen ayakta kalmak. Onlar nasıl birbirlerine yaslanarak ayakta durabiliyorlarsa o da pekela umuduna tutunarak ayakta kalabilirdi.
Gözlerini önündeki manzaradan kaldırmadan, parmağı ileri tuşunda, kurtarıcısına doğru adımları sıklaşırken, vuslata kaç dakika var diye bir an gözlerini sağ tarafta duran saate kaydırdı; yedi dakikası daha vardı. O sesi bulabilmesi için koskoca yedi dakikayı nasıl tüketmeli. İçindeki hızlı akışın çağıltısına kulak kabarttıkça eli ayağı titremeye başladı. Heyecan kasırgasına tutula yazdı: ‘Deprem, tsunami, hortum ne desen uyar. İyisi mi kulaklıktan gelen sesleri dinlemeli’.
Çığlık atan şarkıcılar, kendi esprilerine gülen Dj’ler, soğuk sesli spikerler, kayıplarına ağlayan kadınlar, verilen hediyeyi beğenmeyip başka bir şey isteyen yarışmacılar, istek isteyen orangutan beyinli kızlar, birbirlerinin takımlarına diş bileyen futbol yorumcuları, şizofren konuklar, laçka reklâmlar, tencere tava bir sürü keşmekeş; sinirlerini daha da germekten başka neye yaradılar ki bunca sene.
Seslere alışayım, derken, kendini bir anda sessizliğin ortasında buluverdi. Etrafına bakındı. Bulunduğu yer yeşillikle kaplı, hafif sivri, bulutlara yakın bir tepeydi. Burayı anımsadı. Burası sıkılıp bunaldığında kaçtığı, bitirmek istediğinde yeni baştan başlamasına yardım edildiği, kendini bulutlara benzettiği, iki yanına uzattığı kollarına, omuzlarına konan beyaz kuşlar ve hepsinden önemlisi arzdan uzak olduğu bu tepe onu yeniden, hiç değilse bir süreliğine, yenilemesini bilirdi.
Burası en emin yerdi. Göğe yakın olmak, gökten beslenmek. Hayatı boyunca göğe âşıktı. Ona göre göğün hilesi yoktu. Bütün kötülük arzda detay buluyordu. Neyi olsa kucaklıyordu yer. Kendine çağırıyordu bütün kovulmuşları. Oysa gök öyle değildi. Kötülüğü kendinden silkeliyor, kendini arındırıyor, ona sığınmayı akıl edenlere bütün katlarını cömertçe açıyordu. Evet, belki zeminde cereyan eden iyi kötü her şeyin anahtarı gökteydi, izin oradan çıkıyordu, ama göğün adaleti yargılama hissi doğurmuyorduki. Yer peşin hükümlüydü, üstelik de yanlıydı. İşte burada, yerde olan kahpeliklerle, aldatmacalarla arasında epey mesafe vardı. Mazisi buraya ulaşamazdı, bahtsızlığı bu tepeye tırmanamaz, okumaktan ürktüğü yazısı izini bulamazdı. Burada emniyetteydi. Vakit geldiğinde o çağrı bu zirveye ulaşacak, onu yerin karalığından, azgınlığından çekip sıyıracaktı. 21.15 dedi, kendi kendine. Fısıltısı önündeki enginliğin sinesinde yankı buldu.
İşte saat tamtamına 21: 15.
Aradığı ses.
Umutlarını bağladığı çağrı.
İşte vakit tamam.
Tokmaklar bu vakte vuruyor: 21.15.
Bakmaktan doyamadığı resmin açık mavi göğünde köpürüp duran bulut kabarcıklarının da gösterdiği gibi;
kulaklarının bir kez işitmekle bahtiyâr olup akabinde sefaleti yaşadığı o müjdenin zuhur vaktini işaret ettiği gibi;
şu birkaç kez hayatına sokulmayı başarabilen dönüm noktalarını topladığında çıkan sonucun da işaret ettiği gibi.
Her şey 21.15.
Yatağının üzerinde çenesini dizlerine dayayarak oturmayı sürdüren kişi, sarı demeye artık şahit isteyen, rutubet lekelerinden şekil ve suretler çıkarıp onlara taktığı isimleri, verdiği rolleri neredeyse hatırlamazken, içinde bulunduğu dört duvarın en temiz kısmına yapıştırdığı, yeşilliklerin alabildiğine zengin, alabildiğine iç açıcı renkler curcunasının arasından maviliğe doğru yükselen, hafif sivri tepeli bir manzara resmine dalıp gitmişti.
Vakit çoktan beklediği süreyi aştı. Tepeden aşağı, karanlığının hiç aydınlanmayacağı dediği yere indi. İşitme duyusu yatağın üzerine düştü. Uyuşan parmak ucunu eski bir alışkanlıkla ovmayı sürdürmekteydi. Ağlama isteği paçalarına yapışmış mızmız bir çocuk gibi yüreğini kendine doğru çekiyor, içinde büzüşmüş bir dudağın varlığını hissettiriyordu ona. Ha düştü ha düşecekti gözlerindeki baloncuk. Sarı duvarlar karanlığın kolları altına girmişti çoktan. Bunca yıl gecelerini dışarıdan süzülen ışıklarla aydınlatırken birden ne olmuştu böyle. ‘Zeyrek karanlık kalmış’, dedi. Sonra kırmızı bir gölge odasını dolaşmaya, duvarlara tırmanmaya başladı. ‘Zeyrek hep karanlıktı ki zaten’, dedi. ‘Zeyrek hep karanlıktı’.
Pencereye doğrulan bakışları grilikten neredeyse siyaha dönmekte olan perdelere dikilmiş, kimbilir kimin göz nuru olan dantelin şimdilerde sökülmüş kısımlarından sarkan iplerinde kendi başını gördü: sallanan. Elinde olmadan gülüverdi. Bir ölünün arkasından güldüğü için ahlâkını yadırgadı. Utandı.
Şimdi omuzlarına doğru yükselen bir sıcaklığı hissediyor, hissediyor hissetmesine ama arkasında kimin olduğu merakı değil. ‘Zeyrek ısınıyordu. Zeyrek zaten hep sıcaktı’.
Kırmızı gölge duvarlardan inip yönünü kuşattı. O esnada bir siluet penceresinden ona bakıyor, elleriyle gel işareti yapıyordu. Hayır, onunla gitmeyecekti. Omuzlarını silkti. Burası iyiydi hem ısınmıştı buraya. Kırmızılığın hâkimiyeti kalkınca göğe bir el uzatımı mesafede duran hafif sivri tepeye yaklaşması an meselesiydi. Sade bir arzusu vardı artık; bütün bedeni bir nokta gibi kalıncaya dek dizlerinin arasına sokulmak, kendi içine yollanmak. İşte, o noktadan arta kalanı rüzgârın sırtında oradan oraya savrulurken görüyor şimdi ve bu seyir kahkaha fırtınasına kapılmasına neden oluyor. Ancak bir ölünün arkasından güldüğü için ne ahlakını yadırgıyor bu kez ne de utanıyor.