Önce, yan bahçedeki bekçi köpeğin havlaması kesildi. Köpek koyu renkli olsa gerek; belki sırtında benekleri de vardır, bütün sokağı ayağa kaldırdığına bakılırsa güçlü bir şey, cılız düşünemiyor onu. Acaba kulakları eğik midir, dik midir? Dik olsun. Göz rengi de, umar ki, yeşil olsun. Daha vahşi görünmesini istiyor. Daha ürkütücü. O zaman çocukların kudurtmaya cesaretleri olmaz onu. Taşlamaya titrer kolları.
Sonra, aşağı katta oturan ailenin -kendi ailesi olduğunu vehmediyor- konuşmaları, bağrışmaları ölüyor. Bir çıt bile gelmiyor oradan. Kaybolanlar cenazeye gidemez, yazık.
Üst komşunun terliğini sürterek gezinişleri, kapısını onca uyarışına rağmen yine yağlamamış oluşu, kumandanın ses kısma tuşunu kocasına bir türlü tamir ettiremeyişi, sokakta şahlanan çocuk gürültüsünün odasının duvarlarını tepişi, bir topun dağıttığı camın şangırdayışı, -araba camı olabilir bu, ya da belki bakkalın camekânını indirmişlerdir- patatesçinin bu yıl kışlığın çuvalını on liradan verişini ilanı, sokağın tek şişman ve diyabet olduğunu hepimizin bildiği Kaan adlı çocuğun annesinden sepetle ekmek arası bir şeyler salmasını istemesi, annenin ise, yukarı gel, diye onu azarlayışı, çocuğun da, vermezse bakkaldan cips alacağını söylemesi, o sırada birinin patatesçiye seslenişi, patates yüklü kamyonun pencereleri zonklatışı, çiviye asılı aynaya varana değin tüm eşyasının bu geçişle titreyişi, bütün gün üstünde oturduğu sandalyenin artık ezilmekten usanarak inildeyişi, hiç biri duyulmuyor. Bugün hiç biri yoklar.
Evin içinde kayboluyor.
Dolanıp durduğu odada kayboluyor.
Çekmeceleri açık kalmış.
Giysileri katlanmamış.
Su şişesi boşalmış.
Gözlüğü kutusunda uyuyor.
Kitabıysa açılmamış.
Bana, kaybolmadın sen diyor. Kendimi toz yığınından müteşekkil sanışım, kemiklerimin kurabiyeler gibi yanlış bir dokunuşla dağılacağına inanışım, bu sabah kahvaltı masasında olmayışım, bir bardak ihtiyacıyla rafa uzanmayışım, dünkü sabahlarda olduğu gibi bu sabah ekmek kızartmayışım, peyniri bir zar inceliğinde ekmeğe yaymayışım, dişlerimi bir dakikadan az fırçalamayışım. Tüm bunlar kaybolduğumu ispat edemiyor. Nasıl etmez. Cismim kayboldu. Kokum kayboldu. Musluğun sinirimi bozan damlayışına sitem edişim kayboldu. Beni delirtecek olan kuşlar nerde? Nerde teknolojinin o küfürbaz çığırışları?
Bana, bu sabah çayımı sen doldurdun, diyor. Çay mı, kuşburnu mu diye sordun hatta. Kuşburnu içtin bu sabah. Yine çok şeker attın. Yine, mayhoşluğunu alsın diye, dedin. Hani bardağı doldurduktan sonra cama yakın tutup, şöyle bak, hatırlamaya çalış, ne güzel rengi var dimi, dedin. Mutlu gibiydin hani. Mutlu değil miydin?
Hayır. Bu, kayboluşun ta kendisi. İnsan böyle kaybolur işte. Böyle dağılır, dağınıklaşır. Gerçi duvarların sarı olduğunu görüyor; aralıklarla takılmış tabloları, resimleri, takvimi. Takvim herhalde geri kalmış sanıyor. Pek emin değil ama. Günleri saymayı en son ne zaman bıraktığını hatırlayamıyor. Oysa bugünün hangi gün olduğunu bilmeyi çok isterdi, bugün kaybolduğu gündü çünkü. Bugünü ajandasına not etmeli, hafızasına kazımalı. Nasıl oldu bulamıyor. Önce yan bahçedeki köpeğin havlamaları kesiliyor, kulaklarının dik olmasını istediği köpeğin sesini işitemiyor ve gözlerinin yeşil. Her şeyin yerli yerinde oluşu kafasını bulandırır gibi olsa da; halıların serili oluşu, yatağının derli topluluğu, perdenin çekilmiş ve sabahları odayı havalandırmak için yaptığı gibi pencerenin açılmış olması, bütün bu yerli yerindelik aslında kuşkusunu daha da pekiştiriyor.
Köpek, gözleri yeşil olan köpekler gibi havlamaya başlasa belki kendini bulabilecek. Zaten yeşil olursa çocuklar korkar. O zaman kudurtmaya cesaretleri olmaz onu. Korkunun insan doğasındaki etkilerini yadsıyamaz. İnsana yol yürütenin, yoldan alıkoyanın korku olduğunu bilir. Birini sayar görünmenin, birinden çekinmenin, birine icabet etmenin kaynağında inceden inceye hep korku izlerini sürer.
Hizaya korkuyla gelir insan, izaha da bir korkunun meydana geleceği endişesiyle yeltenilir. Kalplerdeki korkuları diri tutmayı başaranların elindedir hâkimiyet.
Belki de zırvalıyor. Korkusunun kaynağı nedir peki? Birinin boyunduruğu altında olmak mı? Hayır. Tam olarak kimin ve neyin boyunduruğu altında olduğunu bilmiyor ki boyunduruk altında olmanın korkusunu bilsin. Yoksa kaybolmak mı? Belki. Başını bilgisayar masasına dayalı bulduğunda gelmişti kaybolur gibi olduğu. Kareleri bir birleştirebilse.
İlk olarak başı gözünün önüne geliyor. Başı masanın sertliğini hissetmiyor. Elinin, saçlarının üzerinden ekrana doğru uzandığını, oraya dün gece bırakılan not yazılı kâğıdı arandığını; kâğıt fosfor sarısı, çizgisiz, kare biçimli, altı yapışkanlı, açılış düğmesinin olmadığı tarafa yapıştırılmıştı, adı gibi emin.
Elleri kâğıdın kaybolduğuna şahit. Bir aygıtın, uzandığı o yerde artık durmayışına şahit.
Kendisinin de buna, her şeyiyle kaybolduğuna, beş duyusu şahit.