Menu
GÜL TOPLAMAK
Öykü • GÜL TOPLAMAK

GÜL TOPLAMAK

Uzun bir tren yolculuğundan bitap düşmüş bir halde Isparta’ya geldim. Dağları, ormanları, ovaları  seyretmekten yorulan gözlerim uykuya koşmak için sabırsızlanıyordu. Sabahın  sekizi, gökte parlayan güneş etrafı yaylım ateşine tutuyor. Hava berrak sanki bir süpürgeyle süpürülmüş gibi. Şehre ilk adımımı bu garda  atıyor olmanın verdiği heyecanla çevreme bakıyorum.  Gar küçük ve mütevazi  idi. Büyük şehirlerin gürültüsü, devasa çığlıkları, kalabalıkları burada yok gibiydi.

İstasyonda beni karşılayan Gülderen’nin  tebessümü yol bulup yüzüme konunca sarıldık birbirimize.  Yorgun bedenime bu sıcak sarılma iyi gelmişti.

“Yorgunsun. Hemen eve gidelim. Biraz uyu.” dedi Gülderen.

Gerçekten şuan düşündüğüm tek şey uykuydu. Ne burnuma gelen lâtif koku, ne de etrafı daha fazla görmek için çapalayan gözlerimi dinleyecek değildim.

İkindi vakti uyandım. Hayal meyal eve gelişimizi, kahvaltı yapışımızı sonra başıma yastığa koyduğum anı hatırlıyorum. Sonrası derin bir uyku.

Bir hafta önce  yaşadığım şehirden uzaklaşmak istiyordum. Bunalmıştım. Sürekli aynışehirde yaşamak  dört duvar arasında yaşamak gibi geliyor bana.  Hangi yöne dönüp baksam hiç değişmeyen bir görüntünün içinde meydanlar, caddeler, köprüler, hep birbirine çarpıyor, gün geçtikçe bu yapılar içimde can veriyorlardı. Aynı sokaklarda yürümenin cazibesi silinip gitmişti, bunun için  biraz yeri göğü farklı olan şehirler görmem lâzımdı.  İşte o günlerde beni telefonla arayan Gülderen  Isparta’ya davet etmişti. Gül mevsimi geldiğini, beraber gül toplayabileceğimizi söylemişti. O anda ihtişamlı bir çiçeğin diyarına gitmek iştiyakı duydum. Hiç tereddüt etmeden davetini kabul ettim.

Şimdi arkadaşımın odasındayım. Ve hâlâ başka bir şehirde olduğuma inanamıyorum. Odaya Gülderen girdi.

“Uyandın mı?”

“Evet.”

“İstersen biraz daha uyuyabilirsin.” dedi.

“Hayır uyumak istemiyorum. Kendime geldim biraz.”

“Tamam. Gel terasa çıkalım.

Eski Isparta evlerinden biri. İki katlı.  Yer yer çakıl taşlarıyla donatılmış geniş bir bahçesi var.  Terasa çıktığımızda mis gibi çiçek kokuları burnuma geldi. Bahçe envai çeşit çiçeklerle beraber en çok güllerle  tezyin edilmişti. Belki bu şehri temsil etmesi hasebiyle her yerde gül vardı. En sevdiğim çiçek. Hangi rengi olursa olsun bir aydınlık, nur ve inşirah verir bana. Terastaki masaya geçtik.

“Ne çok çiçek var.” dedim.

“Annem çiçek tutkunudur. Bütün gününü bahçede geçirir.

“Şimdi nerde?”

“Çarşıya çıktı. Alışveriş yapması gerekiyor.”

“Gül ne zaman toplayacağız.”

“Sabah beşte.”

“Çok erken bir saat değil mi?”

“Evet, ama güller seher vakitlerinde toplanır.”

Bahçedeki çiçeklerden gözümü alamadım. Bir halvetin içine girmiş gibi sükutun derinlerinde dolaşıyordum. Lâleye bakınca her yeri kırmızı, papatyaya bakınca beyazın seyircisi, menekşeye bakınca gururu görüyordum. Her bir çiçek lisanı haliyle çok şey anlatıyorlardı.  Daha düne kadar ben de var olan can sıkıntım çiçeklerin gülüşünden etkilenip yerini ferahlığa bırakmıştı. Güller gibi gülüyordum. Yeniden arkadaşıma dönüp:

“İyi ki beni davet ettin. Sanki gizemli bir ses sana ulaşmış, benim ihtiyacımı bildirmiş.” dedim.

Gülderen tebessüm etti.

“Rüyamdan seni kötü gördüm. Elinde siyah bir gül vardı. Uyandığımda o siyah gülün rengarenk olması gerektiği düşündüm. Hemen davet etmek için seni aradım.”

Arkadaşıma hayretle bakıyordum. O sırada bahçe kapısı gıcırtıyla açıldı.  Elinde torbalarla bir bayan girdi.

“Annem gelmiş.”

Gülderen hemen annesinin elindeki torbaları almak için koştu. Birkaç dakikalığına yalnız kaldım. Dün sabah kendi evimdeydim. Şimdi burada. Hep aynı yerde kalacağınız düşüncesi ne büyük bir yanılgı. Kendini üzme. Sanki hiçbir şey değişmeyecek, en yakın yer bile uzak olacak, ruh halin başka güneşlere kapalı kalacak.

“Hadi uyan. Gül toplamaya gideceğiz”

Gülderen hafifçe omzuma dokunarak beni uyandırdı. Tavandaki lambanın ışığı gözlerimi kamaştırdı. Ellerimi iki yana kaldırıp rahatlama hareketi yaptım.  Bir müddet yatakta oturdum. O sırada Gülderen yanımdan ayrılmıştı. Ben de uykunun mahmurluğunu üzerimden atmaya çalışıyordum. Bir ara pencereye dönüp baktım.  Gün aydınlanmamıştı hâlâ. Hafif bir ürpermeyle sarsıldım. Üşüdüm. Kollarımı birbirine geçirdim.

Gülderen başını kapıdan gösterip:

“Çabuk ol. Gidiyoruz.

Güllerin olduğu tarlaya geldiğimizde  hava aydınlanmaya başlamıştı. Gülderen önde yürüyordu. Ben bir iki adım atıp kalakaldım. Önümüzde gül fidanlarıyla bezenmiş muhteşem bir tarla var. Pembe güllerin yeşilin ellerinde şaha kalkışını görüyordum. İki renk inanılma bir ahenk oluşturmuştu. Önce  pembe güllere sonra  dallara ve yeşil yapraklara baktım. Tomurcuk halinde kalıp henüz tamamen açmamış güller bir yavru edasıyla dururken, gelin duvağı gibi açılmış gül goncaları nazlı nazlı yüzlerini gösteriyorlardı. Koparılmayı bekleyen halleri beni cezbeye çekmiş, Gülderen’in hemen önünden koşarak bir gül fidanın önünde durup ilk gülü kopardım. Avucumda tutup sanki ilk kez görmüş gibi seyrettim.

Gül fidanların arasında yollar ayrılmıştı. Yollarda otlar bitmiş, yürürken üzerlerinden geçmek zorunda kalıyorduk. Dağlarda uzaklardan cesametiyle varlığını gösteriyordu. Es geçmemek için bir ara baktım onlara. Ağaçlarda kollarını gökyüzüne kaldırmış. Baharın müjdecisi çiçeklerini arz-ı endam ediyorlardı bizlere.  Her yer bitki aleminin çeşitleriyle dolmuştu. Otlar, çiçekler, ağaçlar.

Gülderen kendisine ve bana bir çuval getirdi. Elimdeki ilk gülü çuvala atmadım. Kulağımın arkasına koydum.  Onu kurutup hatıra olarak saklamayı düşünüyordum. Gülleri toplamaya başladım. Parmaklarıma dikenler batıyor, yer yer siyah delikler oluşuyordu parmaklarımda. Ondan hasıl olan acı hissedilir derecesinde canımı yakıyordu. Ama bu acıya pek aldırdığım yoktu.

Ne çok insan vardı bu tarlada. Sanırım tek yabancı bendim. Herkes birbirleriyle konuşuyor, gülüyor beraber olmanın zevkini çıkartıyorlardı.

Gülderen parmaklarımın kırmızı olduğu görünce üzüldü. Ve gül toplamanın formülünü gösterdi. Onu dikkatlice izledim. Önce gülün ortasına baş parmağını koydu sonra  aşağıya eğip çekti. Ben de aynısını yaptım. Evvelinde avucumla tutup çekiyordum. Bu daha kolay gelmişti.

Arkadaşım bana eskiden gül hasadında saat beşle on arası doğanlara Gülderen ismini, öğleden sonra doğanlara Gülseren, akşam doğanlara da Gülay isminin koyduklarını söyledi. “Neden vakitlere göre isimler konulduğunu” sorduğumda.

“Gülderen “gül toplayan” anlamına geliyormuş. Güllerde tam beşle on arası toplandığı için bu isim konuluyor.”

“ Sen bu saatlerde doğmuşsun.

“Evet, sabahın altısında doğmuşum. Gül hasadı olduğu için ismimi Gülderen koymuşlar.

Ya Gülseren?”

“Toplanan gül yaprakları öğleden sonra fabrikadalar da çuvallardan çıkarılarak bir zemine serildiği için öğleden sonra doğanlara Gülseren konulurmuş.”

Güller hakkında  muhabbetimiz devam ederken uzaktan bir grup turistin geldiğini gördüm. Turistlerle beraber bir hayli kalabalık olmuştuk.  Turistler bir yandan fotoğraf çekiyor bir yandan gül topluyorlardı. Doğanın eşsiz güzelliğinin bir parçası olan süslü, zinetli bu tarla  göz alıcı bir temaşa yeriydi. Bakışların değdiği her nokta kayıp giden anlara bir hatıra bırakıyor, geçmişi tamamen yâd etmek  adına güllerin her kareden pozları alınıyordu.

Gülleri avucuma  alıp havaya savursam sonra üzerime tek tek düşse. Bir gül omzuma, biri başıma değse. Kırmızı güle dokunup konuşsam sen aşkın temsilcisi, gönüllerin baş tacı desem. Sonra beyaz gül. Masumiyetin rengi. Merhametten süzülmüş saflık. Sarı güle nerelerdesin deyip sitem de bulunsam. Sıcak  sevgini ödünç versene diğer güllere dağıtsam. Pembe güle gönlüm sende deyip çeyiz sandığımdaki işlenmiş  motifleri sunsam.  Ne hoş  güzel bir hayal. Güllerle konuşmak.

Saatler ilerliyordu. Güllerle dolan çuvalları kamyonetin yanına götürüyorlardı.  Toplama işlemi bittikten sonra eve döndük. Parmaklarım sızlıyordu. Olsun,  farklı ve anlamlı bir sabah geçirmiş olmanın memnuniyetini duyuyordum.

Bu şehre geleli bir hafta olmuştu. Artık gül toplamayı öğrenmiştim. Çuvalımı çabuk dolduruyordum. Sanki yıllarca orada çalışmış bir işçiden farkım yoktu.

Isparta’ya geldiğimden beri büsbütün kendimi unutmuş güllerin dünyasına dalıp gitmiştim.  Sabah akşam, uyurken uyanırken, yemek yerken, su içerken, konuşurken, yürürken hep güller, güller, güller… Her gün gezi yerimiz sadece bu güllerle bezenmiş bahçeydi; ama  ruhumla, duygularımla, dokunmamla ve hatta koklamamla öyle genişliyordu ki bu yer bana onlarca şehri seyahat etmiş hissi veriyordu.  Güller duygularımı inanılmayacak kadar genişletmişti. Bu tebdil-i mekânda ferahlık varmış sözünün üzerimde yansıması olduğunu açıkça gösteriyordu.

Son günümüzü şehri gezmeye ayırdık.  Şehri gezerken, kaldırımlara işlenmiş gül motifleri  dikkatimi çekti.  Gülü temsil eden heykeli görmek ise bir çok yapıyı görmekten daha çok zevk vermişti bana. Ruhum  güllerle hep haşir neşir olduğundan onu hatırlatan her şeye içten bir sevgi duyuyordum.

En son gül ürünlerin satıldığı bir dükkan girdik. Raflardaki ürünlerin hepsi gülden yapılmıştı. Gül suyu, krem, sabun, duş jeli, parfüm, kolonya vs.  Ben gül suyu bir de krem aldım. İçinde gül çiçeğinin kurutulmuş yapraklarının bulunduğu bir poşet ve gül sabununu  Gülderen  hediye etti bana.

Isparta’ya mum ışığından süzülmüş bir hüzünle gelmiştim. Bahtıma düşen gül demetleri, parmağımdaki diken izleri, iç huzurum ve Gülderen’le hüznüm sevince dönüştü. Trene binmek üzereyken Gülderen’e sıkıca sarıldım. Kulağına eğilip siyah gülün pembe güle dönüştüğü söyledim.

Diğer Yazıları