Menu
KARA UMUT
Öykü • KARA UMUT

KARA UMUT

“Bu da katılmak zorunda olduğum iç bayıltan ziyaretlerden biri olacak. Dost ziyaretiymiş, insanlık göreviymiş, hoşlanmasam da katılmalıymışım; ne olacak sanki? Sohbette başrolü televizyonun elinden alıp bakışlarını televizyonun esaretinden kurtaracaklar mı? Hiç olmazsa konuşulan birkaç cümleyi dinleyip birkaç soruyu cevaplayacaklar mı? Sadece kendilerini anlatıp yine kendileri dinlemekten vaz mı geçecekler.”diye çemkirip duruyordu benim ukala önyargım.

“Azametli tabaklardaki tatlı ve tuzluların çeşidince iltifata mazhar olan ihtişamlı ikramlar. Ev sahibinin;“Hangisinden yemedi? Acaba beğenmedi mi? Yoksa diyette mi?” merakı, diyetteyseniz öldürücü ısrarla -bu defalık -diyeti kırdırma azmi.”

Önyargım gemi azıya almış ben susturmaya çalıştıkça pişkinleşip; sınırlarını genişletiyordu. Öyle bulunmaz Hint kumaşıydı ki her zaman ve mekanda mutlak haklıydı. Olacaklara yetersizlik, olumsuzluk, bozukluk ve karalık bulaştırmakta üstüne yoktu.

Her ne kadar çokbilmiş, saman altından su yürüten olsa da uyarılarının bazılarında haklı çıkmıştı. Fakat orada sıkıntıdan hafakanlar basacağı, suratımı karartıp etrafa tuhaf espriler yapacağım konusunda avucunu yalamıştı.

Sanırım karakterimin inatçı cenahı şahlanmış onu haksız çıkarmak için hamlelerde bulunuyordu. Onlar birbiriyle didişe dursun ev sahipleri bizi salona buyur etti.

Burası yerlere kadar kadife perdeler, oymalarla bezeli koltuklar, altın sarısı kaplanmış aynalar, ışıl ışıl devasa avizelerle donatılmış bir misafir salonuydu.

Misafir salonuydu; çünkü insan böylesine üstüne üstüne gelen eşyalara ancak misafirliğin hatırına katlanabilirdi. Ayağımı uzatsam gümüş bir şamdanı, kolumu sallasam kristal bir vazoyu deviririm endişesiyle kendimi sıkıca kucaklayıp güvenli bir köşeye büzüldüm.

Arkadaşım, eşim ve çocuklar koltuklara kanepelere kuruldu. Merakım başını uzatmış ev sahipleri gelmeden salonun detaylarını kolaçan ediyordu. Salon gerekli gereksiz gümüşler, neye yaradığını çözemediğim süslerle doldurulmuştu. Sehpalardaki örtüler, örtülerin üzerindeki kocaman cam kaplar, onların içindeki kurutulmuş çiçekler, rengârenk ve çeşit çeşit mumlar...

Duvarlar ayrı bir âlemdi. Renk uyumuna zerrece dikkat edilmeden asılmış çiniler, bakırlar, koca koca çerçeveler...

Çıngıraklı bir kahkahayla kendime gelmek zorunda kaldım. “Zevke bak zevke... Duvarlar sanki antikacı dükkânı, ne bulmuşlarsa asmışlar. Türbe mi desem dilek ağacı mı her yer aslım aslım. Dükkânlarda ayna, mobilya, çerçeve, llevha, çini, bakır namına ne varsa toplayıp getirmişler. Önyargımı artık hiçbir şey durduracak gibi değildi, ağzından köpükler saçıyordu.

Kalktım saçlarımı düzelttim. Duvardaki levhalardan birini incelemeye koyuldum. İyice zıvanadan çıkmış bir sesle: “Bak bak çok anlarsın! Git otur yerine de birazdan başlayacak selamlaşma faslına hazırlan. Ha yapılacak abuk sabuk sohbetler de cabası...” Aynada alnı endişeyle kırışmış, somurtmanın çok ötesinde bir suratla burun buruna geldim. Kendime bakmaya daha fazla tahammül edemedim. Yerime oturdum.

Salonun kapısı açıldı. İlk anda içeri bir bulut yığını indi sandım. O kadar bembeyaz, o kadar hafif.. İçeri giren akça pakça kadın sanki yere değmeden yürürken yerlere kadar uzanan elbisesiyle bende ayakları olmadığı kanısı uyandırmıştı.

Eşim ve diğerlerine baktım. Neredeyse hazır ola geçmiş bir komutları eksikti.

Aykırı yanım haykırdı.”Mecbur musun ayağa kalkmaya, otur oturduğun yerde!”Sahte bir öksürükle susturdum onu. Çünkü kadın; elini öpmek için bekleyen erkekleri atlamış, doğruca bana yönelmişti.

Omuzlarına düşen beyaz krep örtünün alnı ağır bir iğne oyasıyla işliydi. Alttan sıkıca bağlanmış saçlarından fırlayan hınzır birkaç gümüş tel iğne oyalarına karışmıştı. Beyaz üzerine simli çiçekler serpiştirilmiş elbisesinin kuşağının püskülü de safi simdi.
Simlerin ve beyazların arasından masallardan gelir gibi elini uzattı. Avucumdaki eli tutayım mı sıkayım mı bir an kararsız kaldım. Avuçlarımda alevden bir serçe, kıpır kıpırdı. Titremeyi durdurabilmek için iki elimle nerdeyse şeffaflaşmış elini sıkıca tuttum. Dikkatlice baktığımda aynı serçe hafif yana yatmış yüzünde de belli belirsiz çırpınıyordu. Ela gözleri avizenin şavkımasıyla iyice ebruli bir hal almış; yeşil mi, sarı mı; hangi renk baktığı belirsizdi.

Bu şekilde ne kadar kaldık bilemiyorum. Diğerlerinin el öpme uğraşlarını nasıl ustalıkla boşa çıkardığını da görünce önyargım süklüm püklüm oldu. Hatta yorum yapacak gücü bile kalmadı.

İki kişilik kanepeye diğerlerinin karşısına oturduk.

“Nasılsınız “faslına hiç girmedik desem abartmış olmam. Önyargım burada da çuvallamış mum gibi erim erim eriyordu.
Neler okursunuzla başladık. Nereden girdiğimizi bilemediğim bir edebiyat sohbetinin ortasında bulduk kendimizi. Konuyla ilgisi az olmasına rağmen evin kızları, beyi, eşim arkadaşım katılıverdiler bu ölünesi sohbete. Meğer herkesin söyleyeceği bir söz, mısra, beyit hatta dörtlük varmışta sohbet açılsın diye hepsi dört gözle bekliyormuş. Fuzuli’den beyitler, Yunus’tan ilahiler uçuşmaya başladı.

“İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı”yı gözlerini hiç açmadan okudu. Atilla İlhan’ı çok beğenmeme rağmen ezber özürlü olduğumdan “Anlatamıyorum”da ancak yarısına kadar eşlik edebildim. Nazım’a ve Necip Fazıla eşit mısralarla yer vermesindeki sebebi; Tevfik Fikret’ ve Mehmet Akif’e de aynı şeyi yapınca anladım. Karacaoğlan’ın koşmalarından, Pir Sultan Abdal’ın demelerine, Köroğlu’nun koçaklamarına salınıp durduk.

Her yer efil efil çayır çimendi. Ege türkülerinden bir iki mısra geçtikten sonra Veysel’in iki kapılı Han’ından içeri daldık.
Buraya gelince Beyazlı Hanım aldı sazı...

Eşinin görevi sebebiyle ülkenin gezilmedik yerini bırakmamışlardı. Doğu, Güneydoğu, Karadeniz... Çocuklarının her biri farklı şehirlerde dünyaya gelmişti. Anlatırken farkında olmadan yöreleri kendi şiveleriyle aktarıyor, mimikleri ona göre şekilleniyordu. Karşımızdaki bir anda kostümleriyle birlikte meddaha dönüşmüştü.

Erzurum’dan Kars’a giderken trende yanında oturan ihramlı kadının önce yüzünü saklayıp konuşmadığını ama ilk beş dakikadan sonra kadınla can ciğer dost olduklarını; kadının üç kızı olduğunu eğer yoldaki de kız olursa kocasının kuma getireceğini ağlayarak anlattığını hatırladı. Gittikleri köyde Türkçe bilmeyen kadınlarla anlaşabilmek için haftasında kadınları eve toplayıp pasta börek ikramları arasında onlara okuma yazma öğretirken kendisinin şakır şakır Kürtçeye başladığını; bir müddet sonra sohbetlerde köylü kadınlarının Türkçe konuşmaya başladığını anlattı.

“Samimiyette sırlı bir güç vardır siz bir adım giderseniz size beş adım gelirler. Yeter ki yapacağınız işlere çıkar kiri bulaşmamış olsun.” Dediğinde hayata bakışının değme felsefecilere taş çıkartacak kadar tutarlı ve hayatla başa güreşecek kadar kıvraklığına inanamadım.

Geçen yıllardaki bunca mücadelede, veteriner olan kocasının hakkını yememek için arada ona şükran yüklü bakışlar göndermeyi de ihmal etmiyordu.

Dışarıdan bakanların hayrette hayrete düşeceği zorlukları, mahrumiyetleri alabildiğince mizaha bulayıp dinleyenlere acıma, yüksünme fırsatı bırakmıyordu. Yaşıyla tezatlaşan konuşmasındaki cevvalliğin sebebini çözmekte gerçekten zorlanıyordum.
Salonu ve içindekileri buhurdan gibi saran sohbet oraya geliş sebebimizi, yarın erken kalkacağımızı, çocukların erken yatması gerektiğini hatırımızdan silivermişti. Zaten öyle ağzı yırtılacak gibi esneyenimiz de yoktu.
Birden buraya “geçmiş olsun“dilemek için geldiğimizi hatırladım. Mekân hastalıktan, tedaviden bahsetmeye hiç de müsait değildi. Ayrıca ortalıkta hastaya benzer kimse de görünmüyordu. Aksine gelirken hafiften “ağrıyabilirim” sinyalleri veren başım da pürsıhhatti. Eşime kaş, gözle; kime geçmiş olsun diyeceğimizi sormak istedim. Her zamanki gibi anlamadı. Sesli olarak “Bir şey mi istedin? Dedi.
Gelen ikram tabakları çoktan temizlenmiş; çayların ne zaman boşaldığını ne zaman doldurulduğunu anlayamıyorduk. Ev sahiplerinin bu konudaki dirayeti gerçekten hayretengizdi.

Sohbetin verdiği rehavetle hiç kimsenin kımıldayacak takati kalmamıştı. Kalkma müsaadesi isteyelim diye birbirimize bakışırken duvarda okuyamadığım bir kufi levhayı işaret etmek için kaldırdığım elim kadının başörtüsüne takıldı. Sıyrılan başörtünün ardından kadının ensesindeki şey kendini ortaya attı. Gayri ihtiyari elimle başını hafifçe öte yana çevirdim.

Kara, lacivert, morun bütün çeşitleriyle damar damar bir kubbecik; anlatılması imkânsız ürkütücülükte; ur mu, çıban mı, yara mı belirsiz! Ya da hepsini, ihtiva eden bir şey tam ense kökünde öylece duruyordu.

Yarı uykuda, tortoptu. Fakat kıskaç, pençe ve tırnaklarını geçirmek için sinsice; her an korkutmaya hazır ve gözlerini açıp aniden saldıracak bir canavar gibiydi.

Kadın başını yavaşça bana çevirdi.

—Korkuttu mu sizi? Keşke görmeseydiniz. Bilirim, ilk zamanlar bana yaptığı gibi şimdi sizi de tedirgin edecek. Huyudur korkutmaya bayılır. Korkuttukça daha da kararır, gerilir. Birlikte ikinci yılımız artık huyumuzu suyumuzu öğrendik.
Onun hayatıma girmesinden sonra hayatım tadına doyulmaz bir hal aldı. Daha önce bayramlar, yılbaşılar, yaş günleri nadide günlerdendi. Ama ondan sonra her günümü bayrammış gibi yaşıyorum. Bana, sadece bir yolcu olduğumu her günün, saatin, an’ın altın olduğunu fısıldar durur. Öyle inandırmış ki beni uykuda geçen vaktime acır oldum. Güneşten önce güne başlıyorum, böylece menekşelerim topraktan başını uzatınca ilk benimle karşılaşıyorlar. Ortancaların patlayan tomurcuklarına tek şahit benim.
Sınırlarımızı biliyoruz. Bazen aşırı gider. En çok da secdeme engel olmasına içerliyorum. Yoksa bir arada yaşayıp gidiyoruz. Ömrü verene şükürler olsun.

Kadın anlatırken ensesine bakamıyor, gayriihtiyarî gözlerimi kaçırıyordum. Ne kadar çaba göstersem de gözlerimin buğulanmasına engel olamadım. Titreyen parmaklarıyla uzandı, gözlerimi elindeki bir mendille kurulayıp mendili avuçlarıma bıraktı. Baktım, mendilin kenarları da simle iğne oyası işliydi. Gözlerimin ardından faaliyete geçen burnumu da sildikten sonra yıkayıp getirmek niyetiyle mendili avucumda sıkıştırdım.

Salona girerken ki hafif yana eğikliğin ve serçe çırpınışının sebebi ortaya çıkmıştı. Her şeye çözüm bulmaya soyunan aklım sinmiş ve şaşkındı. O yüzden ona danışıp ortama uygun bir cümle kuramadım. Cümleden vazgeçtim; ilaç olsun diye bir tek sözcük bulamadım. Aptallaşmış, şaşkındım. Baştan aşağı hayal kırıklığı ile sarılmıştım. Karşımda derdinde nerdeyse derman bulmuş çizgi dışı biri gülümsüyordu.

Önyargım tozu dumana katarak yok olmuştu. Bu sohbetleri haftada ya da on beş günde bir yapmak üzere sözleşip ayrıldık.
Bir hafta sonra gidemedik. Eşimin de benim de beklenmedik toplantımız çıkmıştı. Üçüncü hafta haber vermeden gidip sürpriz yapmayı planladık. Son çıkan kitaplardan bir iki tane aldım. Önceleri bir şeye benzemeyen fakat yapa yapa ustalaştığım elmalı pastadan yaptım. Pastanın üzerine hamurla” Naile Hanım’a” diye yazdım. Pastayı beğenmemesi imkânsızdı çünkü tıpkı onun salonu gibi süslüydü.

Evlerinin sokağına döndüğümüzde sokağın başından onun evinin önüne kadar uzanan ne olduğu apsaşikâr bir kalabalığın bekleştiğini gördük. Üzerine serilmiş bembeyaz, iğne oyalı krep başörtü kıpır kıpırdı. Eller üstünde tıpkı onu ilk gördüğüm gibi yere değmeden uçan adımlarla ilerledi. Kaskatı kesilmiştim. Arabadan çıkacak gücü bulamadım. Elim ensemi sıkıca kavradı. Yıkanıp ütülenmiş mendili cebimden çıkardım. Ne gözlerimi ne de burnumu sildim. Arabanın camından ona salladım. Hangi türkü ya da manideydi? Her zamanki gibi hatırlayamadım. Sahi nasıldı? “Mendil ayrılık demekmiş” ya da “Mendil ben de gönlüm sende” miydi?

Diğer Yazıları