Pompei’nin küllerinde zamanla birlikte donmuş meçhul bir kavim karşımda duruyordu.
“Öylece kalsalar ya da zaman, akışına bir solukluk ara verse de görüntüyü hafızama nakşedebilsem.” Çermiğin muhkem kapısından başımı uzattığımda bu düşünce zihnimi bir ateş yalımı misali yaladı geçti.
Hiçbir fotoğraf makinesi, hiçbir ressam-buraya girmeleri mümkün olmadığından- gördüklerimi resmedemezdi.
Kucaklarda çamura belenmiş bebekler, çocuklar, genç kızlığa yeni adım atmış diri bedenler, kadınlığa bedenen ve ruhen çoktan veda etmiş vücutlar bir aradaydı. Ahali, çamurla örtünmenin rahatlığında, zamansa çamur kuruyana kadar akışına mola vermiş.
Öğlen güneşinden sakınmak için ya da gençliğe vedanın burukluğuyla yüzler de, çamurla dikkatlice sıvanmıştı. Sadece gözler ve burun delikleri açıkta kalmış, bazılarının kirpiklerine sıçrayan çamur, emsalsiz görüntüler çiziyordu.
Kalabalıktan iyice daralmış çamur havuzunda, oturanların, sırt üstü, yüz üstü uzanmışların yanında bazıları ancak ayakları üzerinde durabilecek kadar yer kapabilmişti.
Kimse konuşmuyor, herkes, cildine, ağrısına, kırışığına, görünmez bir kudretin çamurdan geçişini derviş sabrıyla seyrediyordu. Gösterdikleri sabrın kusursuzluğunun sebebi, birazdan arınacak yüzlerin yeni haliydi. Nasıl bir ter-ü tazelik hayal ediyorlarsa…
Kendi yüzlerini göremediklerinden dikkatlerini tamamen karşıdakine yöneltmişlerdi. Gayet emindiler. Ötekinde olan kendinde de oluyordu. Ne gerek vardı aynaya. Kendini karşısındakinin gözlerinden daha net, kim yansıtabilirdi? Ağızsız dilsiz, bir avuç sır kaplı cam parçası mı? Sır zaten insanın kendi değil miydi?
Çamur, yüzlerdeki ifadeleri alıp götürmüş, gözlerini de kapatıverseler topraklaşmış vücut ve yüzlerle dolacaktı her yer.
Pompei’den yola çıkan zihnim, şimdi de Hz Adem’in topraktan hâlk oluşunu seyrettiriyordu. Her şey o kadar olası ve “Neden olmasın?”dı.
Bir yerlerden bir fısıltı geldi:”Çamurla böylesine hemhal olma arzunuz, üflenen ilk nefesten olmasın sakın!”
Herkes sadece bakışlarla birbirini didikliyordu. En ufak bir his emaresi taşımayan maskeleşmiş suratlar öylece bakıyordu. Onları seyrederken, elim, yüzüme uzandı, kırışıklıklarımı okşadı. Evet, kırışıklıklar nimetti.
Buradaki mecburi durgunluk biraz ilerde yerini havuzdan taşan, beklenmedik taşkınlığa bırakıyordu.
Güneşin amansız baskısına rağmen giyimlerinden tavizi düşünmeyen kadın ve kız tayfası, çermiğin demir kapısından girdikten sonra görünmez bir gücün tesiriyle değişime uğruyordu.
Biraz önce kompartımanda birlikteydik. Yanlarında kendimi çenesi düşük bir ukala hissediyordum. Ağırbaşlı, sessiz; çoğunlukla susmayı, açıkta kalan tek yanları, gözleriyle konuşmayı tercih eden bu grubun, havuzdaki hayretengiz halleri seyre değerdi.
Hayretim, onlara bu davranışları yakıştıramadığımdan değil. Sadece önyargılarımı dizginleyemediğimden, zihnime demirlemiş bazı görüntülerin dışına çıkamadığımdandı. Ama işin aslı, gördüğüm bu farklılık beni sersemletmişti.
Yanımdan yöremden havuza koşan kadınlar arasında kalakalmıştım.
Suya kavuşmakta sabırsızlanan kaplumbağaların şirinliği ve telaşındaydılar. Giysileri, çocuklardan başlayarak çıkardılar. Her gruptan bir kişi giysileri top edip kabinlere fırlattı. Ardından o da havuza…
Hani öyle havuz kıyafeti diye titizlenen de yoktu. Neyi uygun gördülerse onunla…Çoğunun neden siyah giydiğini ancak kükürtlü suyun her şeyi nasıl sararttığında anladım. Akıllı kadınlardı vesselam.
Bir an havuz başında neye, kime odaklanacağımı kestirmeye çalıştım.
Altından tavuskuşu küpelerini keyifle sallandıran, bir kömür gözlü, taş çatlasa on yedilik bir kız, kınalı elini sallarken ”vare, vare” diye seslendi. Bunun “gel” olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekti.
Havuza yavaşça girdiğim anda yanı başımda bir şapırtı ile sıçradım. Kadınlar nasıl yapıyorlarsa havuza atlamadan havada bağdaş kuruyordu. Bu hareket suda adamakıllı bir sıçrama, kadınlarda ise şakkılama(kahkaha) demekti. Üstüne benim şaşkınlığım ve korunmak için o yana bu yana kaçmam eklenince değmeyin hatunların keyfine…Oyunlar bununla da sınırlı değildi. El ele tutuşup oluşturulan halkadan kaymak, suyun altından gidip arkadaşını omzuyla kaldırmak, suyun altında nefessiz durma yarışı…
Burada karakterleri en katıksız haldeydi. Gülerken; duyan olur, sesimi ayar edeyim…korkuları da demir kapının dışında kalmıştı. Trende teyze dediklerimin hepsi yaşça benden çok küçüktü. Bunu da şaşkınlık haneme ekledim.
Adlarını ancak akşamüstü çay sefasında öğreneceğim bu kadınlarla akla hayale gelmedik samimiyeti nasıl, hangi dille yakaladık. Ya da farklı dilleri kullanmamıza rağmen nasıl bu kadar yakınlaştık bunun sırrını ne onlar biliyor, ne de ben biliyordum.
Bu kadar horantanın, ayyuka çıkan şamatanın içinde üç kişi, havuzun bir köşesinde etrafı dikizle meşguldü. Kollarda nadide model burmalar, gerdanlarının kıvrımlarına sıkışmış birkaç dolam zincir. Kulaklarda, belli ki, annelerden ya da kayınvalidelerden yadigar nohut iriliğinde zümrütler. Ayaklarda gümüş işlemeli nalinler. Üzerlerinde kırmızı üzerine sim şeritli ipek peştemaller. Saçlar ve eller belli ki buraya gelineceği için taze kınalanmıştı. Yaklaştığınızda kına kokusu geliyordu. Diğerlerinin onca rahatlığına rağmen bunlar son derece hanım sultan edalarında... Zaman zaman elleriyle ağızlarını gizleyip, gözleriyle birilerini işaret ediyorlar. Gösterdiklerini tasdik veya reddediyorlar. Havuza sadece ayaklarını sokmalarından anlaşılıyor ki bunların derdi ne, su ne çamurdu.
Adettenmiş; kız bakmanın en iyi vakti, çermik zamanıymış. Oğlu olanlar, gelir, kızı beğenir, kız, dışarıda oğlana gösterilir, sonra da kızın evine görücü gidilirmiş.
Sabahleyin trene, itiş kakış girdiğimizde ilk önce konuşmamakta nasıl da inatlaşmıştık! Belki de buna ilk sebep kıyafetlerimizdi. Ya da farklılığımızın tuzağına düşmüştük. Şehirden henüz iki istasyon uzaklaşmıştık ki yüzünü göstermeyen bir el, arasından tel tel civil peynirler sarkan lavaş dürümünü uzattı. Dürümü uzatan el en az dürümün arasındaki peynir kadar beyazdı. Hani “süt beyazı” derler ya işte öyle.
Belli ki elin sahibi gencecikti.. Dürüme iştahla uzandım. Aslında uzatılan;”Seninle konuşmak istiyorum. Seninle tanışmak istiyorum.” teklifiydi. Ya da içimdeki ses böyle söylüyordu. Dürümü ısırırken –dayanamadım- diğer elimle ikram sahibinin yüzünü kaplayan ihramı kaldırdım.
Yanılmamıştım. Kirpiklerin gölgesinde kalmış iki sürmeli göz merakla beni süzüyordu. O benden atik davrandı.” Nerden gelirsin?” diye sordu. İstanbul’dan geldiğimi duyunca zaten iri gözleri kocaman açıldı. Hayret ve imrenmeyle “ İstanbul!” dedi.
Kilitler açılmıştı. Nereli olduğumuzu, kıyafetimizin farklılığını elimizin tersiyle vagonun dışına itiverdik. Yanında oturan annesi ve teyzesinin –kapıdan geçen- erkekleri gördükçe dürtüklemelerine aldırmadı. Yol boyu ihramını yüzüne kapatmadı. Eşimin nereli olduğunu, çocuklarımı, İstanbul’u bıkıp usanmadan sordu. Cevaplarımı bazen gülerek, bazen hayrete düşerek dinliyordu. Zaman zaman hayreti, gözlerinden taşarak “ vış, bıy” gibi ilk defa duyduğum nidalarla dile geliyordu. Bu sefer birlikte kahkahalara boğuluyorduk. Sesimizin vagonun dışına taşma tehlikesine karşı o, biraz öncekinden daha bir kuvvetli çimdikleniyordu.
Gün dediğin nedir ki, güneş havuzun üstünden çekilmeye başladı. Çamurun mayışıklığından kurtulmaya çalışan birkaç kadından başka kimse kalmadı, havuzda.
Tenhalaşan havuzda yüzmeye mecali kalmayan bizler ise işi sohbete vurduk. Havuz başında yakılan semaverin kokusu bize ulaştığında havuzdan çıktık. Hazırlanan sofraya oturduğumuzda hala saçlarımızdan sular damlıyordu. Günün bitmesi, ayrılık saatinin yaklaşmasına inat herkes olabildiğine ağırdan alıyor, çaylar daha yavaş yudumlanıyor. lokmalar daha yavaş çiğneniyordu. Biliyorduk bir daha görüşme ihtimalimiz yok denecek kadar azdı. Ama nerde görüşürsek görüşelim sohbet, havuz başındaki bu semaver çayının tadında, kaldığı yerden devam edecekti.
Otobüs garajları, tren garları artık vazgeçilmez mekânlarım. Erzurum, Erzincan, ve Bayburt’tan her geçişte; gözlerim ihramlı, çarşaflı hanımlara elimde olmadan kilitleniyor. O, edalı, işveli Doğulu, saklı güzellere…Onların da benimle konuşmak, tanışmak istediklerini kuvvetle hissediyorum. Biliyorum onlar, dışlarındaki örtünün bense içimdeki örtünün ardından pür dikkat birbirimizi gözlüyoruz.
Bazen iki adım ardında yürüdükleri erleri(kocaları), ağabeyleri ya da babalarınca bu, ısrarlı bakışlarımın hesabı sorulmuyor değildi:
-Dön de genden(kendine) bak!
-Ne o, gözin kıtlir baci?(Bir yerden gözün ısırdı galiba?)
- He baci, soracağın vardır?
Bu seslenişlerdeki kinaye ve iğnelemeye değme edebiyat kitaplarında rastlayamazsınız. Lafı eveleyip gevelemeden, küstürmeden söyleyiveriyorlar. Ama dinleyenin tebessümüne de engel olamıyorlar.
Hele bir, onların sıkıca sarındıkları ihramların, çarşafların, peçelerin bizdeki yansımasına takılmadan onları, sadece insan ve kadın olarak görsek! İşte o zaman zaten aralık olan kapılarını ardına kadar açıverirler. Öyle ki gönül tahtının başköşesinde semaverle, safayla ağırlanırsınız.
Dışımızdaki örtüleri kaldırmak kolay da; ya dehlizlerde sakladığımız örtüleri nasıl kaldıracağız! Hani biricik önyargılarımızı sarıp sarmaladığımız örtüleri.