Artık evimizin antika köşelerinde yerlerini alan şeritli, üstten bakışlı makineleri onlarla çektiğimiz fotoğrafları unutmak mümkün müdür? Onları taşımanın, onlarla çekim yapmanın ve onlara poz vermenin bambaşka havası, adetleri vardı.
Körüklüleri sadece fotoğrafçılarda gördüm. Onlarla sadece vesikalık çekilirdi. Yani haftalık fotoğraflar. Çekilen filmlerin ancak bir haftada o, kestane suyu gibi sıvının içinde fotoğrafa dönüştüğüne kayıtsız şartsız inanırdık. Hatta fotoğrafçı iki gün sonra alabilirsin dese içimize bir kurt düşerdi. “Acaba benim resmime gerekli ihtimamı göstermiyor mu, baştan mı savıyor…” diye.
Üstten bakışlıların cazibesi bambaşkaydı. Üstteki kare kapağı tırnaklı kilitten kurtardığınızda önünüze “şak” diye şeffaf bir dünya açılıverirdi. Koskoca mekanlar gelir-nasıl olursa-cam karenin içine giriverirdi. Dayanamaz daha yakından görmek için bu büyü kutusuna gözümüzü dayardık.
Önceleri siyah beyazın asaleti vazgeçilmezdi. Günün modası dijital makineler çıkalı eski fotoğraflarımızın hele hele siyah beyazların kıymeti daha bir katmerlendi. Verilen pozun zamanını, yerini, kimlerle çekildiğini ne kadar önemserdik. Şimdi öyle mi? Bu olmazsa bir daha, olmadı bir daha, film bitecek değil ya.
Son yıllarda boya küpüne düşmüş fotoğraflar çıkıyor karşımıza, yapmacıklığı her bir yanından dökülen. Ne yeşili, yeşil; ne mavisi, mavi; kaypak fotoğraflar. Çoğu denize ulaşamayan kaplumbağalar misali; albümlere ulaşamadan bir tıklamayla dijital çöplüğe atılıveriyor.
Çocukluğumda şehre gelen yabancı turistlerin objektifi hiç kapanmazdı. Avını yakalamaya hazırlanan aslan gibi hayatı, an’ı yakalamaya her an hazırdılar. Adeta pusuya yatmış bir sinsilikle taşırlardı makinelerini boyunlarında. Canon,Yashıka, Zenıth yabancı dostlarımdan öğrendiğim ilksözcüklerdi.
Gönüllü pozlar vermemizin yanında habersizce alınan bir kareye işaret diliyle de olsa itirazımızı yapardık. Çoğu kez bir çikletle de olsa gönlümüz alınıverirdi.
Sonra “Almancılar” gelirdi yazları. Pırıl pırıl parlayan yapay deri kabının içinde markası pek de önemsenmeyen omuzlarda öylece asılı duran makineleriyle. Onlar anne, baba, kaynana, kayınvalide, amca, hala, dayıoğulları bir kareye toplanmazsa basmazlardı makinenin düğmesine. Fon olarak şehrin meydanındaki heykel, deniz, park, henüz biten evleri, koltuk muşambaları üzerinde son model otomobilleri de vazgeçilmezlerdendi.
Bir de orta halli, temiz ve özenle giyinmiş yerli turistlerimiz vardı. Tüm camileri, kilise yıkıntılarını, sadece iki üç duvarıyla ayakta kalmaya direnen ahşap evleri, parlak pirinç muslukları, düşmemek için bir iki çiviye sığınmış, direnen kapı tokmaklarını,kaçıncı defa haince sökülmüş çeşme kalıntılarını, fotoğraf makineleriyle didik didik ederlerdi.
Eski olsun yeni olsun her fotoğra hal diliyle haykırır. Hatta söylediklerine kanıt olarak kendini sunar.
Siyah beyaz bir fotoğrafı birlikte seyredelim:” Köy yolunda bir anne; en değerlisi, yavrusunu yürütmeye kıyamamış vurmuş sırtına. Bir eliyle onu taşımaya çalışırken diğer elinde çapa. Belli ki yolculuk tarlaya. Sıcağın, terin ve sırtındaki vazgeçilmez yükünün bunalttığı gözlerini güçlükle aralamış. Gözlerde; usançtan, şikâyetten, sızlanmadan en ufak emare yok.
Çocuk, en az beş yaşında. Başında babasının kasketi, belki ağabeyinin, kolları geri kıvrılmış ceketi, annesini omuzlarından sıkıca kavramış. Kendi başına rahatlıkla gidebileceği halde annesinin sırtında yaptığı yolculuğun keyfini sinsice ve hınzırca çıkarıyor güneşten kısılmış gözleriyle.”
Dalıp gittiğimiz bu fotoğraf aslında kadına diyor ki; “Sırtında taşıdığın şu çocuk göz açıp kapayana kadar büyüyüp-hayırlı evlat olursa- seni sırtlayacak duruma gelecek. Onun için senin sırtında olduğu şu anın keyfini çıkar. Çocuğa da diyor ki zaman öyle hızlı akıp gidecek ki sırtında gezdiğin anneni, kendi sırtında taşımak zorunda kalabilirsin.”
Ömür dediğimiz sürprizler yumağı; aslında sadece bir fotoğraf şeridinden ibaret. İlk ve son kare. Doğum ve ölüm, geliş ve dönüş aslına. Her şey gayet açık, basit ve anlaşılır. Kaos sadece bizim uydurduğumuz heyulalar
Kareler: Kimileri siyah beyaz, kimileri tüm rengini çalmış hayatın. Bazı kareler flu, belli ki yarı uyur, yarı uyanık geçivermiş ömür, hatırlamakta bile zorlandığımız onca yıl.
Bazı karelerde ise suret yok, renk yok. Kare bomboş, hayattan nasibimizi alamadan geçirdiğimiz yıllar bunlar da. Adına besteler yapılmış.”…Gelmez o yıllar, dönmez o yıllar mazide kaldı ah!”
Böylesine cömertçe bahşedilmiş karelerin kararmasını ancak onlara sahip çıkıp, onları kabullenerek ve onlara layık olarak önleyebiliriz. Gayrısı havanda su dövmekten başka nedir ki?