Oturarak çalıştım, yazarak, ayakta, esnerken, yatakta ve rüyamda çalıştım. Sonra o gün Ayetelkürsi okunmuş pirinç yuttum.
Annem: “Kızım çok çalışma! Gözlerin bozulacak. Hem neye çalışıyorsun, okulu bitirmedin mi sen?”
Cevap vermedim. Sağda solda üçbeş kere yüzünü gördümse de; ilk sayılabilecek bir buluşmanın heyecanı vardı.
“Düdük(lü) Makarna” isimli, deneysel kitabımı yeni pişirmiş yani çıkarmıştım ve duyduğuma göre mezkur şahıs edebiyatla alâkalıydı. İlgi alanlarımız kesişiyordu.
Yalnız etine değil, kafaca da dolgun gözükme(me)liydi. Gerçi mühim olan Fizik değil Kimyaydı; bazı zamanlardaysa Hesap. Kitabınsa hiçbir zaman yeterince önemi olmadı. Bazen ilişkilerde kazı yapmak gerekirdi. Bazı çağcıl sıkı(cı) münasebetler de, “Kem İstatistiğin” sahasına girerdi fark etmezdi.
Tabii azıcık hava katmak elzemdi. Ancak kıvırcık saçlarım, asansörle çıkılacak bir irtifada gibiydi. Üstüne kurdeleli bir taç giydirdim. Bu sefer de “ilk mektep” haylazlarına denktim.
Bir Anadolu çocuğu olarak, “Hanzo” marka çarıklarımı parlattım. Biraz ruj sürdüm. Fakat aynaya baktığımda feryat ettim. Son akşam yemeğini yemiş de, sofradan yeni kalkmış bir yamyama benzemiştim.
Lokanta tenhaydı. Yeri ben seçtim. Etrafa bir göz gezdirdim.
“Hani başka arkadaşlarınız da olacaktı. Hanımlar falan. Kimse yok”
“Gelirler gelirler siz meraklanmayın!”
Arkadaşları beklerken önden bir çay ısmarladı: “Beyaz mı kırmızı mı, yani açık mı demli mi?
“Lütfen koyu olsun”. Çayları yudumladık, yemekleri ve arkadaşları beklemeye başladık.
Heyecanla “Nerde kaldılar” diye söylenirken; “Biz yiyelim” diyerek başlattı.
Erkeklere güvenmem. Bazı yemekleri önceden ona tattırdım; kimi zaman önündeki tabağı seri şekilde kaptım. Arada anormal bir uyuma falan olmasın diye, zıpkın yemiş gibi, bütün birimlerim teyakkuz halinde karşısında dikile kaldım.
Borçlanmayı da sevmem. Yemeğin parasını o ödeyecekti.
“Atalarımız veren el alan elden üstün demişler, lütfen size hediyem olsun” dedim.
Demokrasimizin teminatı ve bekası saç başımdan, sevgili bir erkek şairimizin hediye ettiği, mürekkebi kafama geçsin, belki bir faydası olur diye itinayla sakladığım tükenmez kalemi almaya davrandım. Fakat bir türlü bulamadım.
Atıldı: “Müsaade ederseniz, elim uğurludur hamfendi, bir de ben bakim.”
Parmaklarımı -hamfendivari- münasip bir şekilde, masanın üzerine koydum. Bardak çanak gibi ıvır zıvırın yeri hemen değişti.
Beyfendinin de eline ayran sıçradı. Dudaklarını götürdü, büyük bir tazimle damlayı yaladı. Ve minnetle şükranla yüzüme baktı.
“Atem tutem ben seni. Şekere katem ben seni” bakışı.
(Bu seferlik görmezden geleyim, yoksa fena olur; bir daha tekerrür etmesin Şevket Bey görmeyim!)
Kafamı herhalükârda karıştırmayı bıraktı, başını önüne eğdi, sessizce dinledi. Ben de deşilmiş kafamda nihayet bulduğum kalemi hediye ettim.
“Biraz az yazar ama, idareli kullanırsınız; kusura bakmayın artık, çam sakızı çoban armağanı.”
Böylece sohbete; yani edebî alanda da kendimi “göstermeye” devam ettim.
Komşunun sinir ilacına benzer bir adam adı vardı. Neydi Yarabbi! Bu “FranKEŞton, Adornoş gibi derin isimler nedense bende, tonton, yanağından makas alınmalık, canayakın, efendiden zatlar intibaı uyandırır.
Hah! Şimdi buldum. Akineton demiş ki.... Hayır, Adamo! Demese iyiyiymiş canım. Bazılarımızın kafası hiç basmıyor. İsimlerini bile “belleyemedik”.
Ben Adomo! Madamo! diye çırpınıp yırtındıkça, karlı marlı bir şarkı söyleyip, harlı gözlerini yüzüme dikiyor.
Heyecanlandım. Gitti ezber. Çaresiz aklımda kaldığı yerden başladım.
Bir tane de kadın vardı. Yaptığım hızlı seri ve kaptıkaçtı okumaya göre.. Kuruhava Kurosawa gibisinden bir şey.. Bunları bilmeyeni insandan saymıyorlar, “itibarlanmak” lâzım.
Ani bir “aydınlanmayla” hamle yaptım, zannederim üç beş derece birden at(la)mıştım. Ve “ışıldadım”:
“Kurustatava, 1980 yılında yönelimlerinde açığa çıkan değişiklikle beraber genel bir dil ve özne kuramı oluşturmaya çalışır ve onların oluşturduğu zeminde özgün kişisel ve sanatsal deneyimleri analiz adına bir kuram geliştirmeye çalışır.”
Dehşetle yüzüme baktı.
Neticede ziyan olmasın “kültürdür” (canım) vereyim. Ezberlemişim bir kere, hiç k(eser) miyim.
“Böylece Korkunun Güçleri adlı eserinde iğrençliğin, bazı yemeklerden nefret ettiği için kusan bireyde veya kirlilikle ilgili sosyal ayinlerde veya iğrençliği korku ve belirsizlik olarak ifade eden ve bastıran sanat eserlerinde nasıl gerkleştiğini gösterir.”
(Hatunun hamileliği dehşet geçmiş, başına vurmuş olmalıydı acıdım. Benim bütün yazılanlardan anladığımsa, açık seçik ve netti:
“Erkekler ana karnından itibaren, tarih boyunca bize zulmetmişlerdir.” (Durakladı. Kötü puan!)
“Çok haklısınız. Atalarım ve hemcinslerim adına ben de sizden yemekten sonra derhal diz çökerek özür dilemeliyim.” (Aferin. İyi puan!)
Ağzım kulaklarımda, “Yok canım, burada sahi mi?” dedim.
“Bizim evde olsa daha iyi olur.” (Berbat! Fecaat! Rezalet! Pis nalet!)
“Yanlış anlamayın lütfen; biz 3 Nisan Hasat Bayramını ailecek, komşularımızın katılımıyla gayet kalabalık bir şekilde kutlarız da, sizi de davet edeyim dedim”.
“Bu bayramı hiç duymamıştım” diye mırıldandım.. Fakat belki edebiyatın “yüksek kule” zevatınca kutlanabilirdi..
İçlendim. Biz fukara düşkünlere ise ancak kar yağardı, lütfedilip keşkülümüzün içine üç beş peni, birkaç dirhem fındık fıstık atılırdı. Garibanlar da sıçrayıp havada kapardı.
Anlatırken anlatırken gene hatlar karıştı. Durumu kurtarmam gerekti. Biraz banal ve “avami” kaçacaktı lâkin...
“Nasreddin Hoca bir gün...”
Şevket Bey de, Temel destekli bir “İncili Çavuş” fıkrası anlattı, hava ısındı.
Konuyu değiştirdim. Fuzûlî’den bir şeyler hatırlamaya gayret ettim.. Nafile, Fuzûlî fuzuli kaldı.
Neme lâzım, çok iyi bir dinleyiciydi. Sakinliği hem dertlerimi depreştirdi, hem huzur verdi.
“Biliyor musunuz” dedim acıklı. “Bir takım mühim, ağırlıklı varlıklı, mezürlü cetvelli havaleli netameli adamlar; bööle çaylara atlayan, başını fırına sokan, etrafa melankolik şaşı bakan, kafası tıraşlı şeffaf kadın yazarları pek bi beğenirler.”
(Kendime hüzünlü bir hava verip, çevreye mayhoş nahoş, hortlak gibi bakmayı denedim ama olmadı, napayım içim gülüyor.) diye düşündüm.
“Benim ‘geleneksel sefertascağızım’ ise mutfak kokulu, fazla örtük bürtük.. Edebiyatçıysam n’olayım. Vallahi çok zor. Fakat inşa’Allah sıraya girdim, kabul edileceğim, öte dünyaya umudum var.”
Başka bir noktaya takılmış, endişeyle: “Yoksa sizin de mi gizli intihar etme eğiliminiz var?” dedi.
“Bu durumda daha çok öldürme eğilimim bulunuyor.”. Ses çıkarmadı, etkilendiğini “gördüm”.
“Geçenlerde bir yerde ismimi aradım” dedim zafiyetli mahviyetli bir sesle. “Geri dönüşüm kutusunda kendimi zor buldum.. Bereket, birilerinin ayağına takılıp da atılmamıştım... Bir günde “Hopsatar” adlı dergideki imzam, mikroskobun altına kaçmıştı. Bütün “Edebî Kebir Adamlar” virüs diye bulup, imha etmek için seferber oldular. Hayret ettim. Bari imza yerine parmak basayım dedim. Fakat kadın parmağı öyle kolay gözükmezdi.”
Aceleci kestirmeci:“Ben yalnız sizi seviyorum yani kitaplarınızı beğeniyorum.” dedi tutkulu.
(Bak sen! Demek karşımda bir “makarna sever” oturuyordu)
“Ama topu topu iki kitabım var.” dedim kuşkulu.
“Olsun. Ben geçmiş hal gelecek ve uzay ötesi açılımlarınızı, bütün eserlerinizi, hatta namevcutlarını da beğeniyorum.”
Güzel.. “Bakış açısı” fevkaladeydi. Böyle açılı, perspektifli, özellikle haddini bilen adamları takdir eder, hatta severrim.
Oynak zihnime, yeni takılanlar oldu. “Çok yoruldunuz, biraz dinlenseydiniz” dedi. Fakat söylemeliydim, “marifetlerimi” sergilemeliydim:
Bir de “yapıbozum” diye bir şey duymuştum galiba. Fakat telâşeden ne olduğunu çıkaramadım; yapboz gibi bir şey miydi. Bu yeni dahil olduğum yazar çizer takımı da acayip insanlardı. Bir yandan da doğal olarak, inşaatla uğraşıyorlardı demek ki. Gerçi beni “yapı taşları” ve “köşe taşları” daha çok ilgilendiriyordu. Sonra olumsu’luktan ziyade olumsuzluk, takip edilen yol(suzluk). Ve dahi sorumsuzluk.
Beni dinlerken, hercai gözleriyle yüzüme bir baktı kii... Tuh! Yapıbozum da tümden gitti.
Beynimi yoklayarak zorlayarak; tepe-dip noktalarında fink ve göbek atarak; aniden sevinçle:
“Hahh!” dedim. “Yapılarımızın çürük malzemeyle inşa edilmemesine bilhassa dikkat etmeliyiz. Aksi takdirde yıkılabilir. Depreme dayanıklı, en küçük bir darbede tahrip olmayan sağlam bir konumda olmalı ve TSE belgesi taşımalıdır.”
O, “Tabiatımızın da hayat sillelerine, iklim değişikliklerine göre, sarsılmayan sıhhatli bir bünyenin vasıflarını taşıması icabeder.”diye ekledi.
Vay vay! Hoşuma gitti.
Çalıştıklarım arasında bir de “Bilinç akımı” da vardı. Herhalde, bilincin alt üst orta katmanlarıyla karşı tarafa bütün deb(debes)iyle akmasıydı. Tam şimdiki hâlim.
“Yorumlarınız fevkalade ilginç ve orijinal Sayın Hüsniye Dağdagezer* Hamfendi.”
Ne desem de tasdik ediyor. Sıkıldım artık. Bet beniz de gitti. Gittikçe de saçmalıyorum gibi geldi.
Sık sık arkadaşları soruyorum. Son soruşumda Şevket Bey, maazallah:
“İnek içti. Suya düştü. Yandı bitti kül oldu” gibisinden Neronvari şeyler söyledi.
Yemek tuhaf bir şekilde sona erdi; gösteri(m) bitmişti. Şimdi sonuçları beklemeliydi.
Şevket B. beni ısrarım üzerine eve değil, otobüs durağına bıraktı. Sırf Edebiyat Dünyaına değil, bir de konu komşuya “çürük malzeme” olmasaydık bari.
Akşamın bir yarısı telefonda Şevket...
Muhterem pederimin evde olmadığını öğrendikten sonra; telefonda CHP’nin durumndan, arıcılığa, gül bülbül ilişkisi üzerine peşpeşe nefes nefese bir alay lâkırdı.
Arada bir de “Keşkülüfukara’m” diye bir şeyler sayıklıyor.
Durumu çözmeye çalışıyorken, birden “Gırtlağıma kadar sizinle doluyum” dedi.
Nee, yutturduğum tıktığım onca şeyden sonra mı?
Derken.. evlenme teklif etti... Fazla bir şey düşünmedim. Tereddütsüz (haVEET!).
“Üzerine afiyet, biraz nevazil olmuşum Şevket Bey. Son söylediklerinizi iyi işitemdim.” dedim.
Ehli muti bir çocuktu karşımdaki, ikiletmedi; kendini iyi göstermişti. Bir kaç dakika daha “Kumruca” iletti.
Komplocu annem sinirlenerek müdahale etti:
“Kız Hüsniye, bir saattir telefonda sessiz sessiz kiminle konuşuyorsun kız? Babana söylersem vallahi canına okur.”
Geride kalmış, çok tatlı bir gençlik hikâyesiydi. Hiç bitmeyen.
* genç kızlık soyadım