Hayatına, işine gömüldüğünde, bir çemberin içinde döndüğünde; yeni evinin bu “dış sesi” de ilgisini çekiyor.
Ki uzun müddet duymadığı zaman meraklanıyor. Hastalandı mı,başına bir iş mi geldi, köye mi gitti, yoksa “Allah korusun”…
Bu tecessüs neden?
Sesin ayrıcalığından, gizli bir mukavemeti, çoklarında bulamadığı bir enerjiyi içinde barındırmasından belki. Bilemiyor.
“Köy yumurtası! Yumurtacı! Taze yumurta!”
Kocası ondan için: “İbadet dirisi” diyor.
Evin önünden yine geçiyor. Kaç sokak, kaç mahalle dolaşır gezer. Soğukta/Sıcakta bu kaçıncı sefer?
Hiç mi yorulmaz, darlanmaz. Kendi yarı yaşında tık nefes, nazenin, biraz fazla çalışsa; evde neredeyse her koltuğun, minderin hatırını soruyor.
Tıfıllardan, gençlerden haber ver derseniz; kalıplarından belli, daha beter, arabasız bir adım atmazlar.
Pencereyi çıkıp, camı tıkırdatıyor. İhtiyarın, onu görünce çehresinde bir gülücük beliriyor.
Fazla ihtiyaç yok ama boşuna penceresine bakıp geçmesin, belki hiç satmamıştır üzülmesin.
Ufak tefek fakat dik adam; apartman kapısının önünde, üstü açık, üç tekerlekli arabasına yerleştirilmiş yumurtalardan seçmeler yapıp,iyilerini koyuyor.
İzlendiğinin farkında. Sonradan bunları göstererek müşterisine safiyane övünecek:
“Böyle yumurta bulamazsın. Çarşı pazarda sor, vallaha kaç para. Senin için indirim yaptım.”
Özenle Keriman’a uzatıyor. Her zamanki lâkırdılardan birkaç çift ediyorlar.
Yumurtacı, tam merdivenlerden inecekken vazgeçip, başını geri çeviriyor:
“Hacı teyzenizin soranlara selamı var” diyor. “Mukabeleye gitti.”
Eyvah, konuşmayı sürdürmek istiyor belli. Keriman’a doğru birkaç adım attı.
Hay aksi! Hanımını sormak hiç aklına gelmemişti. Mahcubiyetle: “Siz de selâm ve hürmetlerimizi iletin lütfen” diyor.
Bugün yoğun. Kafasının bir ucunda yapacakları dururken, -Allahallah- kendini tekrar çene çalarken buluyor. Hatta konuşmayı epey ilerletmişler(!):
“Çelik damak yapardı benim oğlan. 250 milyarı vardı. Bunu ütmek için kumara alıştırmışlar.”
“Bu yaşıma geldim, biz kumar neyim falan bilmezdik.”
Sesle beraber yüz de buruşuyor, tutmasına o kadar zorlamasına rağmen yaşlar tıpır tıpır inmeye başlıyor.
“Nesi var nesi yoksa kaybetti.”
Hiç kestirememişti. Kabuğunda. Başkalarının yaşamını tahmin için fazladan mesai sarf etmiyor yine de.
Şaşkın afallamış cümleler zihninde kurulup, bir türlü dışarı çıkamıyor. Baş sallıyor sadece.
Niçindir bilinmez, adamın bütün sermayesinin yumurtaların üstünde hızla yürümüş koşmuş gibi bir suçluluk tadı. Eline ayağına bulaşmış yumurta, hayat kırıkları…
Ama satıcı, zamanın acı perdelerinde daha mütevekkil, sağlam gözüküyor. Belki onda takdir ettiği; hissedip meylettiği güçlü bu yürek sesi…
Merakla soruyor, hoş bir cevap alabilmek ümidiyle. Öyle ya oğlan, belki kendine çekidüzen verecektir, ders almıştır; ALSIN yani.
“Şimdi ne yapıyor?” Cevap net:
“Fırsat olsa, gene ütülmek için oynayacak.”
Çürük, cılk yumurta kokusu, burnunu ufkunu sarıyor. Meçhul bir erkek hayali, kumar masasında yumurta tokuşturuyor.
Kara civcivler, buladalar/budalalar “kümeslerde”, “mezbeleliklerde” dolaşıyor. “Çöplük horozları” süprüntülüklerde, limitsiz vakitsiz hayatını yaşıyor.
“Bir param olsa da umreye götürsem. Başka bir şeycikler istemem.”
Islak gözleri, belli belirsiz bir gururla yıldızlaşmış:
“Biz 90’larda gittik. Allah’ıma bin şükürler olsun.”
Orda değişirdi, adam olurdu mutlak. Kabuk soyulur atılırdı, “kutlu izlerin” peşi sıra bir “can” çıkardı, Kâbe’ye yüz sürüldüğünde herhalde bağışlanır kucaklanırdı.
Bir maneviyat neşesini tekrar yaşadığı belli; özünün tattığı zevki çocukları niçin yaşamasın.
Keriman’ın aklı katı sivri gerçeklerde.
“Beş tane kızı var, ellerinden öper. Büyüğünü geçenlerde everdik. Ağlaşır dururlar; ‘Sen olmasan bize kim bakardı dede, perişan olurduk’ diye.”
“73 yaşındayım. Yaz kış sokaklardayım. Yetişmiyor kızım, biriktiremiyorum.”
Ruhu bulamaç gibi. Oğlunun modası birkaç ay geçti diye, yepyeni ayakkabıyı atıp, galesizce başkasını istemesi aklına düşüyor. Kızmıştı ve hiddetinden:
“Ben Allah olsam, size bir dilim ekmek vermezdim, yüzünüze bile bakmazdım” deyivermişti. Mert Efendi şimdilik sesini kesmişti.
“Allah beterinden saklasın. Güç versin çalışalım, n’edelim.”
İhtiyarın masum yüzü, yağmurdan sonra açılmış berrak lâtif bir gökyüzünü andırıyor. Ziyalı gözlerinde gülçiçek-bal mevsimi…
Yakaladığı bir haz duygusuyla bakakalıyor. Kalbinin gördükleri Keriman’ı sükûnete kavuşturup, aklını ya(tış)tırıyor.
“Seni de ayakta tuttum. Hakkını helâl et kızım.”
Bu defa cümle kapısına doğru yöneliyor ve çıkıyor.