Menu
DÜŞEN BİR AKTI YALNIZLIKTAN
Öykü • DÜŞEN BİR AKTI YALNIZLIKTAN

DÜŞEN BİR AKTI YALNIZLIKTAN

Otuz yaş çizgilerin, akların, hastalıkların ulağı olmakla kalmadı ne yazık. Ruhla bedenin, kalple aklın mutlak savaşıydı.

İnsan hayat denen akıntıya karşı durur ve kendine sorar: -durup dururken sormaz tabi. “Bu hale nasıl geldim? Nasıl nefret eder oldum yaşamdan kopmuşken, bu akıntıya karşı gardımı almışken, tehlikelere hatta sevinçlere bulaşmazken? Korunaklığına inandığım, ulaşılmazlığına bel bağladığım bu çember nasıl oldu da yarıldı? Nasıl oldu da hep bu soruyu sorarken çıkıyorum karşıma.”

Her yerde sorabiliyorum artık. Sormak için beklediğim ‘en uygun an’ diye bir şey yok. Şimdi sırası mı, değil mi gözettiğim yok. Bazen sessizce, bazen damdan düşer gibi, bazen de pataklayıcı bir tonda soruyorum. Bir mekân da aramıyorum. İnsanın kendine soru sorması için mekân aramaya kalkışması tuhaf olurdu doğrusu. Bu tuhaflığa kalkışmadım ve neresi olduğuna bakmadan sordum; en çok da yatarken, şakaklarımda doktorların henüz adını koyamadıkları o şey sinsi sinsi dolaşmaya çıkmışken, çatımı tırmıklayan yağmur damlaları uykumu kamçılarken, son bir iteklemeye gereksinimleri olan, yemek boruma takılan pembe beyaz hapların ölümcüllüğünü düşünürken ve etimin başına geleni nasıl adlandırabilirim diye kelime avına çıkmışken.

Bu hale gelişime neyin sebep olduğunu biliyorum artık.  Otuz yaşındayım ve itkimi kaybettim. Bu yaşın tuhaflığı şu: Her adımda şimdi ne olacak diye bekliyorsun. Artık bir şey olmalı diyorsun. Olacağından değil belki ama biteviye bir tedirginlikle ardını kolluyor ve soruyorsun: Hangi baltanın sapıyım, dal mıyım, yaprak mıyım, işlevim ne, geride kalanlar için neydim ileridekiler için ne olacağım, sırat mı burası araf mı, bıçak sırtında mıyım yoksa yediğim bir tokadın şokunda mı?

Çoğu kişi kendini bu yaşta bitik hissediyor. Yüzündeki çizgilerle nafile bir savaşa giriyor. Saçındaki aklar yılan gibi zihnine dolanıyor da böyle nerede olduğuna bakmadan kendini sorularla hırpalıyor. Şimdi siz bu hırpalanmalarıma aldanıp deli sanırsınız beni ama değilim. Büyük savaşları başlatan o küçük hatalardan birini yaptım; en güzel yaşları ardımda bırakıp gitmelerine ses çıkarmadım.

Hatamın farkına otuz yaşından sonra varışımı bir takım fiziksel belirtilere bağlamış olabilirsiniz. Gelin görün ki bedenimde yaşlılığı hatırlatan en ufak bir alamet yok. Çizgilerle başımın hoş olduğunu iddia etmiyorum, çizgiler hayatın istatistikleridir, ben ruhumun yaşını bilmek istiyorum. Bir insan, ruhunun girdiği yaşı bilmezse eğer nasıl tedirgin olmadan sokağa çıkabilir, sorarım size, nasıl kalabalıklara karışabilir. Nerede nasıl davranacağı yaşıyla bağdaştırıldığında ne yapacak? Eskisi gibi otobüse bindiğinde yer mi verecek, yoksa yer vermelerini mi bekleyecek? Karşıdan karşıya geçmek için yeşili beklerken biri mi onun koluna girecek, yoksa o mu birinin koluna girip karşıya geçmesine yardım edecek? Merak ediyor. Suyu mu alacak, sözü mü? Bayram ziyareti hiç yapmamış olmasına karşın yine de bilmek istiyor işte: Bir elin önüne geldiğinde eğilip öpmeli mi yoksa öptürmeli mi?

Asıl içinden çıkılmaz olanı birinin tutup hissettiğiniz yaşı sormasıdır. Kimin üstüne vazife diyeceksiniz, haklısınız, vazifesi değildir ama tutar sorar işte. Birdenbire böyle alık bir soruyla yüzleşmenin ne demek olduğunu kimse benim kadar bilemez. Üstelik verilecek üstünkörü cevabın sebep olacağı karmaşayı düşünmek bile insanın uykularını kaçırtır. Biraz deli olsa Haliç köprüsünden atlar. Gerçi uygun olan Boğaz köprüsünden atlamaktır, hem öylesi daha afili olur, ama insan delirince yol iz bulamaz, yolların huyu insanı amacından saptırabilir, bu koşulda en doğrusu riske uğramadan, mümkünse hiçbir şeye uğramadan, en yakın köprüden atlamaktır.

Artık kimsenin görüntülerle işi olmuyor efendim. Herkes herkesin ruhunu merak ediyor, içini bilmek istiyor. Önemli olan kişinin hissettiği yaşı bilmesi ve ona göre yaşaması, fakat nasıl olacak, o gerçekten bilmiyor. Çok araştırdı, sordu soruşturdu, ruhların kayıtlı olduğu bir müdürlüğün varlığına, bu varlıktan haberdar olan bir müdürlüğe rastlamadı.

Ama bir sabah televizyondaki botoxlu sarışın güzel sorusunu yanıtladı. Meğer ruh yaşını kişi kendi tayin ediyormuş. Mesela şöyle diyormuşsun: Şekerim, benim ruhum bir yaşında, ya da dört, ya da on sekiz. Ya da yaşın falan canı cehenneme. Benim ruhum yaşsız güzel, öyle rakamlara falan giremez benimki, girdirmem. Ameliyat masalarında yatar kalırım da yine girdirmem.

Bir de şu var tabi, ruh yaşı her an değişebiliyormuş, bazen yirmi yaşında hissediyormuşsun, bazen kırk, bazen on altı, bazen yetmiş. Mesela sabah yataktan kalkınca şöyle kollarını geriyor, pencereye koşuyor, temiz havayı içine çekiyor, diyormuşsun ki: “Ayyy ne güzel, kendimi ne kadar da genç hissediyorum bu sabah, sanki yeni yürüyeme başlamış bir bebek gibi, hah hah hah.” Sonra elini yüzünü yıkamak için banyoya seğirtiyormuşsun, biraz ayaklarının ağrısını yeni yürümeye başladığına vermeliymişsin, ağrıya falan aldırmamalıymışsın, ağrı yok. Belin de ağrıyabilir, o da beşikten yatağa geçtiğin içindir. Boynun tutulmuşsa onu da yastık illetine yükle, yoksa sen henüz açılmış bir tomurcuksun, ağrının ne demek olduğunu bilecek yaşta değilsin.

Musluğa doğru eğiliyorsun, yüzüne bir şaplak su vuruyorsun, başını kaldırıp önünde duran aynaya bakıyorsun, oraya senden önce mendebur suratlı biri girmiş, sular çenesinden damlıyor, göz kapakları balon gibi, yüzünün rengi desen bir tuhaf, saçları cadı karılarının saçlarına benziyor, yok, daha fazla bakacak değilsin, ötesini miden kaldırmaz. Yine de kendini çok iğrenç hissetmeye başlıyorsun, içinden aynayı yumruklamak geliyorsa da aldırmamalısın, aynadakinden sana ne, sen içindekine bak, önemli olan onun nasıl göründüğü.

Havluyu ıslak yüzüne bastırıyorsun, ellerin titriyor, rakamlar birbirine çarpıyor, katlanıyor, trilyonlara uzanıyor. Mırın kırın kahvaltıya oturuyorsun, çatala bıçağa, bardağa, ocağın üstündeki çaydanlığa, dilimlenmiş ekmeklere aval aval bakıyorsun. Bu mendebur sende iştah falan bırakmadı. Masadan kalkıyorsun. Artık bütün günü budala bir ihtiyar gibi aç açına tamamlamak zorundasın.

Yaşlılığın bazı araç gereçleri vardır. Madem bütün gün yaşlı olacaksın bari kusursuz bir kostümün olsun. Önce bir kambura ihtiyacın olacak. Bu işi bir yastıkla halledebilirsin. Ve gözlüklere. Beş yıldır kullandığın gözlüklerini bugün burnunun ucuna yerleştirmelisin, bütün yaşlılar gözlüklerini öyle takar çünkü. Sonra bastona da gereksinmen olacak, onu da mutfaktan temin edebilirsin. Köşelerden birinde dikilip duran bir oklava her mutfakta vardır.

Araçlara gelince. Henüz yaşlanmadan eski odaya koş. Çekmecelerden birinde miras payın olan dedenin takma dişleri var, onları yarısı suyla dolu bardağın içine at ve getirip başucuna koy. Başucunda ufak bir masanın olmasını hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum, her yaşlının başucunda ufak bir masası vardır, üstünde dişleri, üst üste yığılı ilaç kutuları, tansiyon aleti, şeker iğnesi, dilaltı hapı.

Tabi bu araç gereçler yaştan yaşa değişebilir. Ama sen şeker iğnesini buzdolabında saklamalısın, deden öyle yapardı. Dilaltı hapını eline en yakın yere koymalısın, kriz dediğin zaman mekan dinlemez. Deden dilaltı hapını fanilasına çengelli iğneyle tuttururdu, tam kalbinin olduğu yere. Sen de aynını yap. Kalbinin üzerinde taşı ki kalp bilsin leylası yakınında, öyle vakitsiz nakitsiz krize girmesin. Deden görmüş geçirmiş bir adamdı, bak, tek krizle doksan iki yaşına kadar geldi. Azrail’in kalbini tekletmesi onun kaderi, ukalalık etme, sen dededen gördüğünü yap, büyüklerin işinde vardır bir iş, sen çakma bir yaşlısın, vardır diyorsam vardır.

Artık yaşlı birisin. Görüntünün huyuna git ve açık falan vereyim deme. Ağzını iyice büz ki içerde dişlerinin olduğu anlaşılmasın, konuşayım deme sakın, konuşursan falso verebilirsin. Etrafla irtibatını kes. Telefon çalarsa işitmezden gel, kapı çalarsa gözlerini yum, üst komşun bir şeyler istemeye gelebilir; bir bardak un, bir kâse şeker falan. Bunca yıl gelmemiş olması gençliğinin dik başlılığındandı. Şimdi yaşlısın diye kapını aşındırmalarına göz yumacak değilsin. Bugün izin günün, hayatla irtibatın koptu, kader utansın. Artık ağır işiten birisin, sesleri, zilleri duyamazsın, romatizmaların da var kapılara koşamazsın. Yaşamı oluruna bırak. Kimse yaşlı bir bunaktan hesap soracak değil, tadını çıkar.

Diğer Yazıları