Baharın ilk kımıldanışıyla evlerinden kopanlar arasında bir renkçinin gözlerine yakalanmıştım. O gözler ki beni baştan ayağa yıkamış, boyamış, biçime sokmuş, sonra da kendi başımın çaresine bakayım diye ortalık yerde bırakmıştı.
Yorucu bir kıştan çıkmıştık. Buna rağmen onun mevsimi bahara çakılı kalmış gibiydi. Üstü başı renk cümbüşü, gözleri neşeli ve derisi ışıl ışıldı. Oysa uğurlamakta olduğumuz kış enikonu bir afetti. Derilerimiz küflenmiş, gözlerimizin içine kasavet doluşmuştu. Hepimiz onun pek ağır, pek acımasız geçtiği konusunda hemfikirdik. Yol denilen şey işlevini kaybetmişti; aylarca tek bir insana, tek bir hayvana ait iz taşımadı. Arabalar işlemez, erkekler işe gidemez olmuştu. Çocuklar önce sevindiler okulu astıklarına sonra onlar da sıkıldılar eve kapanmaktan. Kepenklerin kilitleri buz tutmuştu. Un fabrikaları, tütün fabrikaları bir müddet direndiler, direnmediler değil ama onlar da çok geçmeden anladılar direnişin beyhude olduğunu.
Evlerine tıkalı kalanlarsa bıkkınlıktan yaşlanmış, birbirleriyle bu kadar uzun süre geçirdiklerinden ruhları bitap düşmüştü. Herkes diğerinin en gıcık huyuna tanık oldu. Kavgalar ettiler. Birkaç gün küs durmayı başaranlar bile vardı aralarında. Sonunda bütün kabahati kışa yükleyip bir akşamüstü tekrar barıştılar. Aylar böyle geçti, ta bu günler gelene dek. Ne zamanki bahar geldi, çiçek tohumları sancı halindeyken, henüz bütün cemreler düşmemişken, esen rüzgâra bile aldırış etmeyen insanlar yorgun argın eşiklerinden öteye geçtiler. Öte tarafta tenleri hafif bir güneşle kıpırdamış, çehrelerinde gölgeler oynaşmaya durmuştu. Nihayet bekledikleri gelmişti.
Onlar, ‘kavuşma’ denilen şeyi yaşamaya durduklarında ben o renkçinin kafasına girdiğimden beri bir dile, günlerini istila ettiğimden beri bir renge sahip olduğumdan da önceydi burada bekleyişim, burada, en kızgın güneşe rağmen, en canavar soğuğa rağmen, bu yüksek kaldırım kenarında bekleyişim. Evet, bekliyordum. Gelmeyecek olanı. Gelmeyecek olduğunu bile bile beklemek hoşuma gidiyordu, ama gelse, farz edelim ki geldi, nereye gideceğini bilmeyen alıklar gibi kalakalmayacaktım, sürücüye diyecektim ki, beni oraya götür, o güneş sarısı vadiye. Ayağımın altında mor toprağın serili olduğu, ne bırakılırsa koynuna mor tadında sunduğu o munis toprağa.
O ise beni resmetmek istiyor biliyorum. Deli gibi istiyor hem de. İlk fırçayı güneşte ağaran saçlarıma vuracak. Derimin kırmızımsı tonunu tutturmakta epey zorlanacak. Peki ya şu iki kenarı derin çizgilerle çevrili geniş ağzım, onu nasıl yansıtacak. İşte uykularını kaçırıyor bunlar. Nasıl renklendirsem diye düşünüyor. Öyle bariz ki. Gözleri onu ele vermese nereden gelip üstüme sindiğini bir türlü çıkaramadığı şu havayı kesinlikle umursamadığını sanacaktım. Ama gözleri soruyor: Acaba ben hangi dili konuşurum, hangi sularda yıkanır, hangi kıyılarda yatar uyurum? Bir mesleğim var mı? Ne zamandan beri beklemeye başladım? Sonra nasıl betimleyecek asil duruşlu diyeceği, öyle yansıtacağı bir ışığın üstündeki şu pejmürdeliği, diz bölgesinden itibaren yırtılmış pantolonumu, çıplak ayaklarımı iyice örten uzun çoraplarımı, bileğime doladığım kirli poşetimi ve içinde yokluklarında fena halde rahatsız olduğum gereçlerimi. Aslında bütün bunların cevabını onun kadar bilmiyorum. Bana da hep böyleydim gibi geliyor.
Bu aralar dehşet bir konuşma isteği uyandı onda. Kendime duyduğum eksiksiz güven dolayısıyla beni yaklaşılamaz biri, mütekebbir bir ihtiyar sanıyor. Böyle sandıkça cesaret yüklü adımları yarım kalmak zorunda. Ara sıra fark etmiyor değilim, gözüme ilişiyor ara sıra. Bazen karşı yolda bir mağazanın vitrin camından dikizliyor beni. Bazen karşıya geçip bulunduğum kaldırımdan yürüyor. Bazen o da bir yere gitmeyecek olduğunu bile bile durağa geliyor. Kafası öyle tıka basa ki. Günlerce uyuyamıyor. Her gün bir fırça sürtüyor üstüme. ‘Bir türlü istediğim gibi olmuyor, olmuyor işte’ diyor duyuyorum çığlığını.
Onunla benzeşiyoruz aslında. Bazı hallerde aynı kişiler gibiyiz. İkimiz de kafaya koyduklarımızın peşini bırakmamada ısrarcıyız. İkimiz de kalabalıklar içinde nasıl yalnız kalınır biliriz. O koltuklarda, ben kaldırımlarda oturarak ‘Koltuk Altı’ başlıklı tezinde olduğu gibi, insanoğlu yaşam evresini altı koltuğun üzerinde geçirirken, bazen bu koltuklara nasıl bağlandığını, bazen nasıl kalkmak istediği halde kalkamadığını anlattığında sesi, tavırları nasıl samimi geldiyse, işte şurada oturuşum da öyle kendim gibi, öyle aşina geliyor. Öyle en güzel, en gözde amelimmiş gibi. Koltuğumu seviyorum. Nasıl güzeldi anlatışı. Şöyle diyordu:
İnsan dünyaya gözleri yaşlı, çaresiz, çelimsiz ve muhtaç gelir. Çocukluğa doğru ilerleyince bir koltuğu olur. O koltuğun üzerinde bir devri kâh hoplayarak kâh zıplayarak, her bir şeyden habersiz geçirir. İstekleri anında olur, olmazsa ağlar, küser, ille de oldurur. Her şey tozpembe giderken bir aptallık yapar, tutar büyür. Büyüklerin elbiselerini, ayakkabılarını giymek için çıldırır. Bu özentiyle öylesine doludur ki, kaybedeceklerini düşünmeden koltuktan fırlar. Hoop gençlik. Bir de görürüz ki insanoğlu denen bebek genç adam, genç kadın oluvermiş. Ama bu koltuk diğerinden farklıdır. Kısa zaman sonra bunu anlar. Geldiği koltukta olmayan bazı şeyler burada ekmek su gibi vazgeçilmezdir. Yasalar, şartlar vardır. Sınır dedikleri şeyle ilk kez burada tanışır. Canı sıkılır. İçindeki kuşun uçma zamanı gelmişken kafese tıkılmak hoşuna gitmez. Diğer koltukta yaptığı gibi ağlayıp küsemez de. Ayıp denilen şeyi işte bu sırada öğrenir. Antik şehrini inşa eder. İçinde bir tek kendisinin barınabileceği bu şehir en büyük sığınağı olur. Kimse onu anlamıyordur, kimse ona denk değildir. İçinde tatmin olmayan bir şey vardır. Her şeyi dener. Her şeyi tadar. Yine de ilk onun sinirleri patlar. İlk o ölüme atlar, ilk o yaralanır, ilk o gençliğini gözden çıkarır. Yerinde duramaz. Bir koltukta oturduğunun bile farkında değildir henüz. Geldiği yeri unutmuştur. Hep böyle olduğunu, böyle de kalacağını düşünür. Sonra bir gün aynaya bakar ki bambaşka biri oluvermiş. Saçlarını beyazlar istila etmiş, yüzüne çizgiler çekilmiş. Hem öylesine derin çizgilerdir ki bunlar hiçbir silginin silemeyeceğini bilir. Koltuğu ister istemez terk etmek zorunda kalır. Bunalımlar artık eşikten başını uzatmıştır. Hastalıklar da öyle. Tamir olmak için gittiği yerden bin arıza kaparak döner. Soğuğun üşüttüğünü, sıcağın kemiklerini ısıtmaya muktedir olamayışını ayrımsar. Artık dinmiş bir fırtınaya benziyordur. Bedeninden çok mantığını kullanmayı öğrenir. Sağduyulu olmayı, dinlemeyi, izlemeyi benimser. İnsansız olamayacağını anlamıştır, bu yüzden onlara ikinci şansı hatta üçüncü şansı sunar. Böylece yedek bir koltuk daha edinmiş olacaktır: Şöhret koltuğu. Orada insanlar ziyaretine gelecek, onlara yardımı dokunacak, ellerini onlar için kullanacak. Esprileri, trajedileri olacak. Ona danışanlar, fikrini önemseyenler, onsuz iş göremeyenler etrafını dolduracak. En çok ta bu koltuğu sevecek. Onunla arasında gizliden gizliye egosunu okşayan bir bağ oluştuğu için sıkı sıkı bağlanacak ona. Yaşama sevgisini daha çok bu koltuğun sayesinde tadacağından, o sıralar dünya yeni yaratılmış gibi görünecek gözüne. Daha önce kuşların sesini, suların şırıltısını, yaprakların hışırtısını, denizin çalkantısını hiç böylesine yakın, böylesine okşayıcı bulmamıştır. Kâinatta her şeyin bir sesi olduğunu keşfeder. Geceyi izler, gündüzü dinler. İçinin yorgunluğu arttıkça dinlemesi de artar, dinler, dinler. Bir gün gözlerini kullanmak aklına geldiğinde görür ki kamburu çıkmıştır. Elleri titriyordur. Gözleri karıncalanmaya, nefesi kesilmeye başlamıştır. Etrafında tanıdıkları birer birer kaybolmuştur. Ne az insanım kalmış böyle, der. Hiç yoklardır hatta. İlk koltuktan bu yana nesnelerin kıyafet değiştirdiğini, insanların ise koltuktan koltuğa geçtiğini anlar. İlk koltuğun özlemi öylesine içini kaplar ki utanmadan, ayıp bilmeden ağlar, çocuklar gibi ağlar.
İşte bu koltuk sondan bir öncekidir. Daha çok hasretlerin yüklendiği, hatıraların arttığı, özlemlerin yuvalandığı koltuk budur. Burada insanoğlu ilk koltuğundan izler bulur. Onlardan bazılarını almayı başarır, sımsıkı yapışır onlara. Bu kimi zaman bir alışkanlık, kimi zaman bir hatırat, kimi zaman da bir eşyadır.
Sonra buradan da ineceğini kesin bir bilgiyle bilir, ama her koltukta başına gelen bırakıp gidememe huyu bu kez öylesine derine işler, öylesine korkusu artar ki, bir gün daha, bir gün daha diye yalvarır. Ne kadar yalvarsa da dünyanın kendisi için hazırladığı son koltuğa oturması gerekecektir.
Renkçi bunları bana anlatırken, tıpkı böyle anlatırken, ben ta o gece yarılarında duyduğum çığlıkların bir gün benden yükseleceğini, benim ağzım, benim dilim, benim sesim olacağını bilmiştim. Nitekim bir gün benim gibi oluverdi. Birdenbire. Ben bakınca o gördü. Ben bekleyince o durdu. Ben yürüyünce o ulaştı. Benim gibi saçlarını ağarttı güneşte. Benim gibi kıpkırmızı oldu derisi. Günlerce elbiselerini çıkarmayı unuttu sırtından, bitlendi. Kocaman ayakkabılar buldu ayağına ve uzun çoraplar. Sonra bir gün paçasını tam benim paçalarımın dökük yerinden yırtıverdi tereddütsüz.
Ben gibi olmasını sevdim. Ben gibi olmayı teklifsiz kabullenmesiyle onurlandım. Benim gibi yaşamaya, hiç değilse birkaç hafta katlanabildiğine gerçekten şaştım.
Beni bulduğu gibi, rastladığı yerde bırakıp giderken, kim olursa olsun her insanın bir rengi olduğunu, olması gerektiğini ve kendi rengimle uzlaşmadıkça savaşımın anlamsız olacağını söylemesi üzerine, şimdi güneşin ağarttığı saçlarım kadar, bileğime doladığım poşetim ve içindekiler kadar, sarılıp yattığım gocuğum kadar alıştım bana bulduğu renge. Bu durağa, bu kaldırıma, dahası bu gelmeyecek olana alıştığım kadar.