Menu
İÇİNDEKİ YÜZÜNDEN
Öykü • İÇİNDEKİ YÜZÜNDEN

İÇİNDEKİ YÜZÜNDEN

Orta yaşlarda olduğu sanılan, saçları kısmen dökülmüş, yüzünün derisi sarkık bir adam, karşısında saygıyla titrediği, bir yanlış yapmamak için eğilip büküldüğü rütbesi yüksek adama soruyor: “Neden buradayım ki ben?”

Rütbesi yüksek adam cevap veriyor: “Komşuların senden şikâyetçi de ondan.”

Kare biçimli, alçak tavanlı bu oda, bir masa, eski bir soba, birkaç dökük sandalyeyle dekor edilmiş. Bu itiş kakış odayı istila eden sigara dumanının altında, renkleri zar zor beliren iki çift göz; gözlerden biri mavi, ötekinin rengiyse pek seçilmiyor. Mavi olanın kaygısı pek büyükçe bugün. Çünkü yapmamış olduğuna kesin inandığı bir şeyle suçlanıyor ve diğer rengi seçilemeyen göz ise, haşince masumluğuna yüklenip, ille de itiraf için diretiyor.  Hâlbuki itiraf edecek bir suçu olsa bu mavi gözler, ‘sizden mi saklayacağım, komserim’ der gibi bakıyor. Olsa vermez mi canım. Hem vermeyi öyle içten istiyor ki bugün. Verse de bir an evvel gitse. Daha yapılacak bir sürü iş var. Evden öylece bırakıp çıktı her şeyi, eğleşmenin sırası mı şimdi.

Komiser de onu bekleyenin ne olduğunu öğrenmek istiyor ya, bir anlatsa şöyle köşeli, enine boyuna.

“Nedir bu acele? Biraz tatil yapmalı insan. Şöyle bir gece burada kal bakalım. Misafirimiz ol. Sonra nasılsa dönersin işlerinin başına.”

Mavi gözleri olan sarı benizli adam, bu daveti geri çevirmek zorunda kaldığına pek seviniyor. Burada yatacak bir çaput bile yokken nasıl kalır. Şu ağrıyan sırtını neyle avutacak. Olsa bile acilen gitmesi gerek. Öteberi alınacak daha. Eksikleri var. Malzemeciye ısmarladığı siparişleri iki haftadır alamadı. Yeterli parası yoktu çünkü. Gerçi adam ‘veresiye olur’ demişti, ama onun prensibi değildi bu türden alışverişler. O parasını peşin verenlerden, yüz kızartmayanlardandı. Öyle yüzünü üç beş kuruş için kızartamazdı. Böyle de kalmayı tarz edinmişti. Hayatın bel büken, el açtıran şartlarına rağmen bu yaşına kadar sürdürdüğü bu baba mirası alışkanlık, onu diğer insanlardan ayıran en müstesna özelliğiydi.

Şimdi de paltosunu koluna dolamaya, kalkmaya hazırlanıyor. Kalkıyor da. Son anda, sigara dumanın altında sadece rengi seçilemeyen o yüksek adamın gözlerine takılması olmasa, ah o talihsizce tesadüf olmasa, kapıya kadar da gidebilirdi, ama o gözlerden aldığı emir yok mu, o emirle usulca siniyor sandalyesine. Tek bir hışırtı bile çıkmıyor hareketlerinden. Bir süre konuşmadan bakışıyorlar. Sessizlik öylesine sinir bozucu oluyor ki, oturduğu sandalye sanki onların bu haline önce alaylı bir gıcırtı, sonra uzun bir kahkaha atmadan iki saniye geçiremiyor. Elinin üstüyle dürtüyor iskemleyi, ne diye ciyaklayıp durduğunu soruyor:

“Şimdi seni mi dinleyeceğiz. Bak burada mevki sahibi bir bey, bir şey soruyor. Vızıldayıp ta dikkatimi dağıtma bir daha.” Sonra başını kaldırıp: “Ne demiştiniz, efendim,” diye soruyor mavi mavi.

“Komşuların sana bazı şeyler isnat ediyorlar, doğru mu söyledikleri?”

“Ne dediklerine bağlı efendim. Ben onların lakırdılarından habersizim. Ama ileri geri konuşurlar bilirim, pek de önem vermem buna. Siz de aldırış etmeyin zahir. Gerçi sizler, biz gibi hakkını savunamayan, kendini kolaçan edemeyen yetersiz kişileri korumakta, onlara yapılan haksızlıkları kendinize yapılmış addetmektesiniz, ama benim için değmez, ne demişlerse demişler. Bana yapılan hakaretlere önem verip arkamı almanız beni ziyadesiyle memnun etmiştir, artık bu şehirde gönül rahatlığıyla yaşabiliriz demektir bu. Allah siz gibilerini başımızdan eksik etmesin. Ben komşularıma hakkımı helal ettim. Bu dünyada kimseyle dalaşmaya gelmez. İki günlük bir kavganın tadı mı olurmuş hem. İki güne sığdıramayacak işlerim var benim. Burada böyle vakit kaybetmek iş disiplini edinmiş birinin canını ne kadar sıkıyor bilemezsiniz. İzin verin de gideyim ufaktan.”

“Ama” diyor karşısındaki. “Sen kendi asayişinden memnunsun da, ya komşuların. Onlar senin yüzünden güvende hissedemiyorlarmış kendilerini. Buna ne diyeceksin peki?”

“Aman efendim,” diye çıkışıyor suçlanan. “Benim çapım ne yapım ne. Benceğiz kimin köpeğine kışt diyebilir. Sizin gözleriniz keskindir, insan okudunuz bunca yıl. Canım efendim, ben öyle birine benziyor muyum hiç. Ben işlerden başını kaldıramayan zavallı bir meşgulüm.”

“Ben de öyle sanıyorum. Hadi biraz iş konuşalım seninle. Neyle iştigal edersin sen?”

Bu yumuşak sese, bu anne kucağı gibi sıcak sese cevap verilmez mi şimdi, diye düşünüyor zanlı konumundaki. Sonra kesin karara varıyor ki, verilmezse pek ayıp olur. Hemen boğazını temizliyor, oturuşunu dikleştiriyor, ellerini birbirine kenetleyecekken önce ceketinin düğmesini iliklemesi gerektiğini hatırlıyor, düğmeyi ilikten zar zor geçiriyor, sonra parmaklarını iç içe girdirip anlatmaya başlıyor.

Diyor ki:  “Ancak size anlatıyorum, siz akıllı kişilerdensiniz. Avam değilsiniz. Onlar hiç anlamıyorlar derdimi. Anaları babaları para olmuş onların. Bir iş ne kadar para getiriyorsa o kadar mantıklıdır onlarca. Ama diyorum hep, her iş para getirmez. Getirmemeli. Herkes paranın peşinden giderse kim bu düzeni koruyacak, kim dünyayı adalete taşıyacak. Adalet parayla sağlanmıyor ki. İdealist beyin istiyor. Sizi örnek alalım mesela. Siz bu işi para için değil, insanları sevdiğiniz için, kötülüklerden nefret ettiğiniz için yapıyorsunuz. Ben de öyle. Eşitsizlikten nefret ederim. Bunun için, yapayalnız kaldığım günlerde çok düşündüm. Her parlayan yıldızın, başkalarının göğünde de benim göğümdeki gibi durmasıydı önemli olan. Kaç kişi bu parlayan yıldızları görebiliyordu? Hangi kanun onlara bu parlayan yıldızları görmeyi yasaklayabilirdi? Bu hakkı hangi densiz onların elinden alabilirdi? Kimin üstüne vazifeydi bu? Düşündüm taşındım. Bir de baktım ki kimler kimlerin yıldızlarını çalıyormuş meğer. Yine de bu uğursuzluğun başını bulmakta zorluk çekmedim. Hedefi buldum, komserim. Kuklacıya odaklanacaktım. Böylece kuklanın canı yanmayacaktı. O nasıl olsa tek başına işe yaramazdı. Çok yol denedim. Nasıl imha etmeliydim, bocaladım önceleri. Hedef on ikiden de büyüktü, ama gözüm korkmamalıydı. Güçlüydü. Nasılsa her güç devrilecekti yeni bir güç tarafından. Buna mahkûmdu. Onu devirecek defansif bir önlem icat etmek üzereydim. Fakat yolumda engeller peyda oldu. Tabi olacaktır, diyeceksiniz. Zaten ben de bekliyordum. Sonunda hepsi de gösterdiğim prese yenik düştü. Önce babam gitti, bir yıla kalmadı peşinden annemi gönderdim. İyi oldu. Ayrılık acısına daha fazla dayanamazlardı. Sonra diğer rakipleri bir bir süpürdüm yolumdan. Ama itiraf etmeliyim ki bunca engeli yoluma ben dizdim. Onları dost zannettim de ilk onbirimden söz ettim, heyecan işte. Şimdilerde ağzım sıkı. Arada sırada mahalle kahvesindeki arkadaşlarla hoşbeşleşiyorum, havadan sudan konuşuyoruz o kadar. İçimdekinden kimselere bahsetmiyorum. Ama size bahsedeceğim, komserim.”

“O gücü, işime iyice adapte olduğum günlerde keşfettim. Her şeyi yeni baştan kurabilirdim. İçimde kaynayan bir şey vardı, bir şey sürekli devinim halindeydi orda. Onu durdurabilmem imkânsızdı. Hem ne âlemi vardı durdurmanın canım. Onu besledim. Yedirdim, içirdim, giydirdim. Sonunda büyüdü, güçlendi, serpildi. Anlı şanlı bir şey oldu. Ama sakın ötede beride bahsedip nazara mazara fırsat vermeyin.”

Konuşmasına ara vermeden devam ediyor, bazen nefes nefese kalıyor, her defasında tazelettiği çayını içmeyi ihmal ediyor, yeniden soğumaya terk ediyordu. Ömründe ilk kez kendisini sabırla dinleyen, anlattıklarına ‘deli saçması şey bunlar’ demeyen birini bulmuşken, anlattıkça anlattı. Sonunda hazinesini göstermeye ikna oldu. “Ama yalnız ikimiz,” diyordu. “Sadece siz görebilirsiniz orayı.” Birden bu yüksek adama karşı güven filizlendi içinde. Sırdaşının koluna girip içinde boğula yazdıkları odayı terk ettiler.

Sonunda ne anlatanın heyecanlı maviliği, ne de dinleyenin meraklı belirsizliği umduğunu bulabildi. ‘İşyeri’ denilen yer eski püskü eşyaların istif edildiği, adım atmanın marifet sayılacağı karanlık bir oda çıktı. İmalathane bekleyen kandırıldığını düşündü ilkin. Malzemeciye bir uğramak lazımdı şimdi. Belki bir ipucu çıkarabilirdi oradan. Ama önce şu sesini kesmek bilmeyeni atlatması gerekecekti.

Şimdi yırtılmış kılıfından dışarı fırlayan süngerinin siyaha döndüğü, aslan bacaklı bir koltukta oturmuş, zoraki bir dikkatle, ev sahibini dinliyor, hem de elindeki ağız kenarları kırık fincandan berbat kokulu bir çayı içmiş gibi yaparak.

Bu mavi gözlü, sarı benizli ve yüzünün derisi sarkmış adam içindeki gücü nasıl bulduğunu anlatıyor ona. Bir tahta kutu getiriyor ortaya. Kapağını açıyor. İçindeki efsunlu buhurdan, buhuru nasıl elde ettiğinden bahsediyor. “Onu içime her alışta kendimi pimi çekilmeye hazır bir bomba gibi hissediyorum,” diyor. Ölü köpek kemiklerinin rendeye vurularak, kedi tüyünün kartal gagasına doldurup yakılarak, rüzgârın elinden ‘bu kadarını kapabildim’ dediği küllerden oluşan bu buhur, onun kendi buluşuymuş. Fakat renginin duman altında belirsiz olduğunu bildiğimiz meğer gri gözlü olan yüksek rütbeli, saygıdeğer adam, hiçbir şey göremiyor. Kutunun içi toz yığını. Koku bile yok. “Yaa, işte böyle komserim,” diyor diğeri. “Şimdi de size başka bir şey göstermeme izin verin lütfen.”

Birçok şey gösterdi. Gösterdi göstermesine ama komiser onun gösterdiklerini göremedi. Süt şişelerinden, kimisi bitmiş kimisi dibine tutmuş şurup şişelerinden, yamuk yumuk yoğurt kovalarından, ikiye katlanmış meyve suyu kutularından başka bir şey yoktu gösterdiği yerde. Hepsi de boş. Babasından kalan birkaç balıkçı malzemesini de gösterdi komisere. “İyi balık tutardı babam,” dedi. “Ama sadece hafta sonları,” diye de ekledi.

“İyi bir adamdı belki ama bana karşı pek öyle değildi. Yaptıklarıma engel olmakta üstüne yoktu. Neye el atsam onu derhal bırakmamı söylerdi. Beni çok sıktı rahmetli. Ona bir gün, beni böyle sıkmaya devam ederse yapacağımı bilirim, dedim. İşte o gün beni tahrik etmeseydi hiç bir zaman sırrımı ağzımdan taşırmayacaktım, o da kahrından eriyip gitmeyecekti. Ama geçmişi geri almak mümkün olmuyor işte. Naparsın.”

“Peki, yapacağını neden o gün yapmadın?”

“Çünkü bu çok fevri bir davranış olurdu, akıllıca olmazdı. Düşünceli bir adam eline bir kere geçen fırsatı öyle fuzuli yere kullanmaz. Daha evrensel planlarım vardı benim. İçimdekinin pimini öyle bir yerde çekmeliydim ki, oranın tarumar olmasıyla diğer bütün kâinat çekidüzene girsin.”

“Ya, demek öyle, gerçekten verimli bir beyne sahipsin. Pek geniş bir düşünce yapın var senin.”

“Teşekkür ederim, efendim. Siz de öylesiniz. İşte böylece kıvama gelmeyi bekliyorum. Benim kötülerden başka kimseye bir zararım dokunmaz. Komşularım velinimetimdir. Doğal olarak endişeleniyorlar, bu da çok normal geliyor bana. Can güvenliğimi arzu ediyorlar. Oysa canım onlar için feda olmaya can atıyor.”

“Peki, önce kimleri uçurmak istiyorsun bakalım?”

Bu sorunun böyle sesli, böyle açık seçik sorulmasının üstüne bayağı tedirginleşti bizimki. Hemen parmağını dudaklarına götürerek:

“Şiişşt komserim. Biraz kısık sesle konuşun. Bir duyan olursa nakavt oluruz alimallah. Bu duvarın ardında bir savcının evi var. Karısının kulakları mütemadiyen duvara yapışık. Bir duyarsa, hapı yutarız. Savcının bir fantezisi var. Nedir biliyor musunuz? Herkesi sanık sandalyesine oturtmak. Bir keresinde o bet sesiyle şöyle dediğini işittim:

“Bir gün herkes, ağası, köylüsü, şehirlisi, sosyetesi, bakanı, memuru, polisi, işçisi, kadını, erkeği herkes sanık olacaktır.” Sonra bana dönerek: “Şu surata bak surata, tam bir sanık suratı, ne kadar da belli yolunun sonu mahpushane olacağı.”

“O da babam tıynetinde bir herif işte. Hiç kulak asmadım. Babam beni hastaneye yatırmak için nasıl uğraştıysa, bu adam da darağacına götürmeye uğraşıyor. Sen bakma komşulara. Onlarda cesaret ne gezer. Muhakkak savcının karısı fitiklemiştir onları. Kocasına güveniyor nolcak. Neyse, konumuz bu değil. Asıl uçurmak istediğim kişiler ne savcı, ne karısı, ne de aleyhime imza toplayan şu korkak komşularım. Ben öyle ucuz işlere beyin patlatmam. Benim hedefim şer tohumu saçan o ülkeyi tuz buz etmek. Bu dava uğruna canım dâhil neyim varsa vermeye hazırım, emrinizdeyim efem.”

Sonra lafını isteksizce kesiverdi. Hisleri alabora olmuştu. Sözünün başından beri dikkatinden kaçmadı. Ta savcı lafından itibaren. Ne diye duvarın arkasında bir savcı oturuyor dediğinde, bu gri gözler sevindi böyle. Ne diye bu kadar memnun olmuştu bu yabancı. Ona itimat etmekte acele mi davranmıştı yoksa. Kimin nesiydi bu herif, nerden çıkıp gelmişti evine. Yüzü karardı aniden. Sonra hemen şimşekler çakınca aydınlanıverdi beyni:

“Ah, komserim. Beni öyle ürperttiniz ki az önce, neredeyse sizden şüphe edecektim. Ah, siz ne iyi ne anlayışlı birisiniz böyle. Anladım, benim evimin savcının evine bitişik olması sizi rahatlattı, sevindirdi. Haklısınız aslında, benim gibi yalnız ve göze gelen birinin güvenliği için iyi bir şey bu. Fakat müsterih olun, kendimi koruyabilirim, bir savcının gözaltına ihtiyacım yok asla. Onun bana zararı dokunur ancak. Adam belki de iyidir, günahını almak istemem, ama o şirret karısından beş vakit Allaha sığınırım.”

*

Bütün anlatacakları bu kadar mıydı, söylemek istedikleri bitmiş miydi, komiser bey bunu mühimsemedi. Onu, her konuşmaya başladığında giderek kani olduğu husus yüzünden yanında götürmeliydi, ikna etmede epey zorlansa da, sonunda herkes için en güvenli olanı yapmakta tereddüt etmedi.

Şimdilerde ise kimse için tehdit oluşturmuyor. Emin ellerde hayallerini kurmaya devam ediyor. İdeallerini gerçekleştirmesi için uzun bir zamana ihtiyacı olduğunun kendi de farkında. Bir gün buradan çıkacağına ve yarım kalan işlerinin başına döneceğine, insanlığı kurtaracağına inanıyor. Ama sinirleri pek bozuk, affetmesi çok zor bazılarını. Bu yüzden sesini fazlaca yükseltiyor bu ara. Çaresiz kalan bahçıvanı müdüre kadar gönderdi bu hali. Onu kovdurmayı düşünüyordu ama ne çare. Büyük yerin delisiymiş. Öyle olmasa bir dizi tavsiyeyle kovalanır mıydı? Şimdi o tavsiyelerden birine uyuyor naçar. Çalışırken kulaklarına tıkaç tıkıyor. İlk zamanlar bunu akıl etmiş olsaydı hiç bu kadar öfkeyle bakmazdı pencereden yumruğunu sallayan, sapsarı bir yüze oturtulmuş mavi gözlü divanenin çığlıkla karışık o meşhur narasını atmak için hazırlanışına. Şimdi pek hoş bu sahneyi izlemek. Nasılsa,

“Sizi alçak fitne fücurlar sizi. Sizi korkak tilkiler. Bir fassal cadının ayartmasıyla beni mahvettiğinizi mi sanıyorsunuz. Güneşi balçıkla sıvamaya kalkan bir siz değilsiniz, sizin gibi binlercesini gördü bu âlem. Sonuç? Duman. Ama buradan bir çıkayım, önce evlerinizi başınıza yıkacağım. Mahallenizi yerle bir edeceğim. İçimdekinin pimini çekeceğim ve patlayacağım ortanızda. Göğünüzde tek bir yıldız bırakmayacağım. Kapkara bir bulut kalacak ardınızda. Soyunuzu tüketeceğim hepinizin, soyunuzu,” cümlesini ezbere biliyor olsa da, o sesi işitmiyordu ya, ne büyük bir nimetti bazen sağır olmak.

Diğer Yazıları