Menu
YIKIKLAR VE DELİLER
Öykü • YIKIKLAR VE DELİLER

YIKIKLAR VE DELİLER

İskeleye en uzak banka oturdu. Yıkıktı. Kalbi kırıklıklarla doluydu. Gözlerinin saati gece yarısından sonrayı gösteriyordu: zifiri karanlık. Paltosunun yakasını iyice kaldırıp başını gömdü. Gözlerinden pişmanlıklar akıyordu. Bitmişti artık. Geri dönüşümü yoktu. Onun gibi birinin işe yaramaz olması acı vericiydi. İskeleye yanaşan vapurların düdüklerini duyuyor, çıldıracak gibi oluyordu. Neden uzaklaşamıyordu insanlardan, insanların olduğu yerlerden. Her şey ne kadar da iç karartıcıydı. Midesi bulanır gibi oldu. Belki de gerçekten tek sorunu buydu. Bu bulantıydı onu yerden yere çalan.

Oturmak için en uzak bankı seçtiğine göre yolcu değil. Öyle olsa vapuru kaçırmamak için daha yakına oturur; yakındaki bankların çoğu boş çünkü. Ama o gidip en uzağa oturdu. Oturur oturmaz da paltosunun yakasını kaldırdı, başını gömdü. Omuzları çökük.

Hali vakti yerinde birine benziyor buradan bakınca. Onlar gibi üstü başı temiz, paltosunun rengi atmamış, yeni fırçalanmış gibi, dikişleri de sağlam, ayakkabıları desen hakeza. Bakımlı biri. Bizim Merdivenli Sokağın meczubu gibi saçı sakalı birbirine girmemiş, üstü başı delirmemiş. Parası var bunun, iyi bir ailesi var sonra, ama neden böyle yıkık. Her yerinden hüzün akıyor bu adamın. Yüzünü göremiyorum, ama sırtının dili, ayaklarının içe kapanıklığı, ellerinin gizliliği her şeyi anlatıyor. İşadamına benziyor daha çok. Belki de iflas etmiştir, kim bilir. Ama neden bu iskeleyi seçti, neden en dipteki bankta oturuyor, birilerinden kaçar gibi neden kafasını eğiyor sürekli, neden başını kaldırıp denize bakmıyor, dalgaları seyretmiyor. Belki etrafına baksa rahatlayacak, denizi koklasa içi dışı hayat dolacak. Yoksa deliriyor mu? Bu da bizim meczup gibi kendini koy vermesin sakın? Bu adamı da sevilisi terk etmiş olabilir mi? Yok, yok, sanmam, sevgilisi olan birine benzemiyor, bunu olsa olsa karısı terk etmiştir. Belki de işsiz kalmıştır, borca batmıştır, kumarda kaybetmiştir, ya da sadece sarhoştur, başı dönüyordur.
Ellerini ceplerinden çıkardı işte, sanırım paltosunun düğmelerini açıyor, iç cebinde bir şeyler arıyor, biraz yaklaşırsam ne olduğunu görebilirim, ne arıyor acaba, sakın intihar etmesin uluorta, ya birden bir silah çıkarırsa, birden şakağına dayayıp tetiği çekerse, Haliç birden bumm diye bir sesle çınlarsa.
Belki de buraya gelişi, bu iskeleyi seçişi, bir de böyle en uzağa oturuşu uygun bir anda kendini Haliç’e salıvermek içindi. Belki de Haliç’in bugün dalgalı oluşu ürküttü onu. Evet, evet, besbelli kendini Haliç’e bırakacaktı, ama baktı ki dalgalar köpürüp duruyor, korkup vazgeçti, kim olsa vazgeçer, baksana, Haliç kudurmuş, adam naspın, mecbur b planına geçecek, iç cebinden silahını çıkaracak, şakağına dayayacak, dayarsa naparım ben, en iyisi o tarafa hiç bakmamak, bir delilik yaparsa kurtaramam da, iyisi mi şahit de olmayayım. Aramızda epey mesafe var, en iyisi yaklaşmak, henüz silah falan göremedim, belki de son bir veda konuşması için telefonunu arıyordu, öyle merak ediyorum ki, gidip baksam mı acaba, yakınında oturacak bank da yok.

Dalgaların birbirine haşince çarpışını duyuyordu. Arkasında uzanan trafiğin gürültüsünü, arabaların kornalarını, insanların evlerine gitmek için acele edişlerini. Hepsi boştu. İnsanlar daha ne zamana kadar yaşama saçmalığını sürdürecekti. Neden biri düğmeye basıp bu saçmalığa son vermiyordu. Gözleri sızladı. Onun da her akşam koşarak gittiği bir ailesi vardı, iki gün öncesine kadar o da trafikte cebelleşirdi, direksiyonu yumruklar, öndeki şoförlere kabaca laflar ederdi. Şimdi nesi var? Bu yıkıklıktan başka, bu kırıklıktan başka nesi var? Karısını özlüyordu, kızını özlüyordu. Onlarsız bir hayata alışması gerektiğini biliyordu. Asla kapıp koy veremezdi. Onun delirmek gibi bir lüksü yoktu. Ah, keşke delirebilseydi, keşke her şeyi unutup, kendini unutup, yaşamayı unutup şu dalgalara karışıp köpük olsaydı. İç cebinden bir resim çıkardı. Resimde anne kız baş başa vermiş gülümsüyorlardı. Resmi yüzüne sürdü, saçları kokladı, alınları öptü, sımsıkı kucakladı onları ve midesinden boğazına doğru bir şey geldi, geleni bastırmak için dizlerine doğru eğildi. Kusacaktı.

Bu yabancının beni çeken bir hikâyesi var. Gerçek yıkıklardan bu adam. Bizim Merdivenli Mektep Sokağın meczubundan daha yıkık, ama bunun yıkıklığı içinde. Bizimkinin içi dışı yıkık, üstü başı lime lime. Oysa bu yabancının deliliği daha bir derli toplu, bakımlı, tıraşlı. Belki de acısı tazedir henüz, delirmek için biraz zaman gerekir, bizimkinden biliyorum, bizimkinin delirişi zamanla oldu. Tam olarak kaç ay sonra oldu bilmiyorum, ama Aslı’nın gidişinin üzerinden aşağı yukarı altı ay geçmişti ki, bir gün kapımı çaldı, ondan haber var mı, dedi. Şaşırmıştım. Kimden, dedim. Adını bilerek anmıyordu, sonunda benim jeton düştü de kimden bahsettiğini anladım. Doğrusu bana gelip sorması tuhaftı, beni birkaç kere Aslı’nın yanında görmüş olacak, ama öyle pek samimiyetimiz yoktu, birlikte olduklarını bilirdim bilmesine, bütün Fener bilirdi. Geçen yıl komşulardan biri Üsküdar’da oturduğunu söylemişti, evlenmiş, iki çocuğu olmuş. Onda da bir delilik var demişti, çok sinirliymiş, çocuklarına olup olmadık yere bağırıyormuş, sürekli eli üstlerinde, diyordu komşu kadın. Tartaklayıp duruyormuş el kadar sabileri.
O gün kapımı çalıp Aslı’sını sorduğunda şimdiki gibi delirmemişti, gerçi tam olarak ne zaman delirdi kimse bilmiyor. Annesi bile. O sadece hikâyeyi biliyor. Oğlunun, nasıl değil ama nerde delirdiğini asla unutmuyor. Önüne gelene yiğidinin hikâyesini anlatıyor, dallandırıp budaklandırıyor, o anlattıkça hikâye evrim geçiriyor, ama giriş hep aynı, hep Merdivenli Mektep Sokaktan başlıyor anlatmaya, hep de suçu sokağa atar gibi bir ses tonuyla. Ah, bu sokağın da ana oğuldan çektiği! Bir ara bakıyorsun oraya kimsenin adımını atmamasını istiyor, şöyle kıyıcığından geçenlerin eteklerine yapışıyor, orası lanetli diyor, sakın girmeyin oraya, yiğidimin başını yedi o sokak. Sonra bir bakıyorsun her şeyi unutmuş, öfkesi durulmuş ve bir sabah kendisine yol iz sorma talihsizliğinde bulunan turistlere harıl harıl Merdivenli Mektep Sokağını tarif ediyor.

Aslında hikâye hiç de öyle olağanüstü değil. Sıradan bir ‘ilk aşk’ hikâyesi işte. Herkesin başına gelebilecek türden. İnsanın sıradan bir hikâye için delirmesi gerçekten çok yazık. Hikâyenin kahramanları Merdivenli Mektep Sokağın sekizinci basamağında yan yana otururmuş. Henüz o zamanlar liseliymişler. Bazıları daha da öncesine dayandığını söyler, ta ilkokuldan beri kaçıp buraya gelirlermiş. Kaçakları aramak için peşlerinden gelenler onları sekizinci basamakta otururken bulurmuş. İlk mektuplarını bu basamakta vermişler birbirlerine. İlk bu basamakta öpmüşler birbirlerini. Sonra yaşlarından büyük yeminler etmişler, geleceği göz ardı ederek sözler vermişler. Gençlikte olur böyle şeyler, fazla abartmamak lazım. Biri gerçekten söz verir, yemini samimidir, ama diğeri oyuna dâhil olmaktan başka bir şey yapmıyordur.
Merdivenli Mektep Sokak onların sevinçlerine, hayallerine, yeminlerine şahitlik eder. Der ki: Basamaklarımı yağmur çamur demeden, kara fırtınaya aldırmadan mesken edinen var ya, hani biz ona meczup diyoruz, bu hikâyenin erkek kahramanı o işte, yemini samimi olan, sözü gerçek olan o. Her hikâyenin yakıp geçtiği, tarumar ettiği bir yer vardır denilir, bu hikâyede de yakıp geçilen onun kalbidir. Bitip tükenen onun hayalleridir. Bir Salı sabahı geldi bana. Yerinde duramaz bir halde gözünü saatinden ayırmıyordu. Kaç defa inip çıktı merdivenlerimi kimbilir. Sonra sekizinci basamağımda duruverdi. Birden bire. Bir şeyi hatırlar gibi. Birden bire kesiliverir gibi. Sonra yavaşça çömeldi. Ellerini başının arasına aldı. Benim ilk ve son kez tanık olacağım bir ağlama krizine tutuldu, sarsıldı da sarsıldı. O zaman anladım, bundan sonra bana her gün gelecekti. Her gün, saatine bakmaktan vazgeçerek, bekleyecekti. Bir gün artık hiç gitmedi. Evi gibi yatar kalkar oldu. Hep de sekizinci basamağımda. Şimdi aşağı ve yukarı mahalleli ona Merdivenli Sokağın delisi diyor. O benim delim. Benimle yaşıyor. Mahalleli ona yiyecek bir şeyler veriyor. Ama yemiyor. Hepsini kedilere, köpeklere atıyor. Bir paltosu var, bir de kalın ökçeli ayakkabıları. Saatini artık takmıyor. Eskiden sürekli bağırır, çağırır, feryat ederdi. Artık sesi de çıkmıyor.

Bizim Merdivenli Mektep’in delisi diğer deliler gibi değildir, sesi hiç çıkmaz, çok eskiden bağırırdı ama ne dediğini anlamazdık, sonra hiç konuşmaz oldu. Delilerin ortak huyu kendine kendine konuşmak diye bilinir, ama Merdivenli Mektep’in delisi kendine kendine bile konuşmaz. Delilik enteresan bir şey, oldum olası merak etmişimdir delirmeyi. Aklı bir çember gibi düşünürüm hep, delileri de bu çemberin dışında kalanlar olarak, sonsuza kadar akıllıların çektiklerinden kurtulmuş şanslılar gibi görürüm. Aslında delirmekle en akıllıca şeyi yapıyorlar. Düşünsenize bir, kim olduğumuzu, neyi yapmamız, neyi yapmamamız gerektiğini bilmesek, kim ne der düşünmesek, biz de pembe bir pelüşe sarınarak temmuz sıcağına aldırmadan Fatih’in arka sokaklarında gezinsek, Malta esnafını bir sigara, tek bir tanecik sigara abicim, diyerek dolaşsak. Biz de, dünyanın parasını teklif ettikleri halde topladığımız çaputlardan vazgeçmeye yanaşmasak. Giysilerimizden daha parlak bir on liraya denk geldiğimizde onu öpüp öpüp koklasak, paçamıza sürüp daha da parlatmaya niyetlensek, sonra paçamızı kirli bulup vazgeçsek. Pislikten yapış yapış olan saçımızı sakalımızı, kir pas içinde kalan ellerimizi, artık rengi tabaka tabaka kirle kaplı derimizi, bir beyaz adamdan zenciye olan dönüşümümüzü yaşadığımızı ayırt edemesek. Akşamları sokaklara dadanıp insanlara uykularından uyanmalarını, onun gelmek üzere olduğunu haber versek. Elimize geçirdiğimiz herhangi bir bezi sopaya sararak çarşı pazarda tezahürat yapsak. Sonunda çıkarcı akıllılar tarafından sopamızın ucuna her gün bir başka ideolojinin, bir başka akımın, bir başka partinin, bir başka ülkenin bayrağı bağlansa ve bize de akıllı muamelesi yapılmak üzere karakola, sorgu suale götürülsek. Başımıza toplananlardan biri, görünmez düşmanla kavgaya tutuştuğumuzu, kendi kolumuzu bacağımızı kırdığımızı, kendi burnumuzu, kendi ağzımızı kanattığımızı, kendi kendimizi tekmelediğimizi sanarak, bizi bu zarardan kurtarmak için, seyircilere elimizi kolumuzu pazarcıların halatlarıyla bağlamayı teklif etse. Çöplerden topladığımız teneke kutularını, kararmış tava ve kepçeleri birbirine bağlayıp ardımız sıra sürüklesek. Sonra, hayat bir lay lay lomdan ibarettir, diyenleri haklı çıkarırcasına cadde ortasında parmak şıklatıp göbek atsak.

Ne kadar çok deli tanımışım meğer. Hatırladıkça acı çekip çekmediklerini düşünürüm, gerçekten acı çekiyorlar mıdır diye merak ederim. Deliliğe de alışılıyor mudur? Bizim Merdivenli Mektep’in delisine ara sıra sorarım, konuşsa belki anlatacak, ama konuşmaz, gözleri hep öyle boş bakar, anladığını bile sanmıyorum ya. Ama bu yabancıya sorsam anlar. Bu henüz delirmemiş. Bununki delilik değil. Bununki kalp kırıklığı. Eline henüz bir silah alıp şakağına dayamadığına göre, daha zamanı var delirmeye. Oturup delirmeyi mi bekliyor acaba. Buraya delirmek için gelmiş olabilir mi?

Hava kararıyor. İnsanlar iskeleye doğru koşuşmaya başladı. Üsküdar vapuru yanaşıyor. Yabancı da kalktı. Başını yerden kaldırmadan ağır ağır yürüyor. Vapura mı binecek yoksa? Arkasından gidiyorum. İçeri giriyor. Üsküdar’a gidecek demek. Basamakları çıkıyor. İskelenin parmaklıklarına dayanıyor, bir süre öylece duruyor, sonra karnına doğru eğiliyor. Napıyor bu adam? Kıvranıyor. Aman Allah’ım, deliriyor mu yoksa? Doğrulmaya çalışıyor, doğrulup kendini parmaklıkların üstünden sarkıtıyor. Atlayacak mı yoksa? Birden kendimi kaybediyorum, deliler gibi bağırıyorum:
Hey, atlayacak, adam atlayacak, yardım edin, tutun onu, adam deli, atlayacak.
Herkes kim diye bakıyor. Adam Haliç’in köpüklü dalgalarının üstüne kusuyor. Beyazın üstünde sapsarı safra...

Diğer Yazıları