«1»
işte bu: ne olacak ya, birkaç el/tek atar, stresini atar, dinlenir, bırakır, daha rahat çalışmağa başlarsın...
hele bir dene, birkaç el/tek at bakalım, bırakabilecek misin; ve dahi, bıraksan da, kafanı rahat ve içini/zihnini çalışmağa hevesli, hazır bulabilecek misin?!!
müthiş yumuşak/güleryüzlü bir yaklaşım ile atılan kazık. adeta, ışınlama, saydam ışınlama yoluyla nüfuz. röntgen ışınlarıyla nüfuz...
...
şimdi... yazdıkça, yazdıkça açılacaksın, biiznillahi teala. ama, yazmadıkça açılamazsın... bu türden dahi olsa, parmaklarının küf tutmaması kabilinden de olsa, yazmalı, yazmağı bırakmamalı, ihmal etmemelisin.
işte o, içindeki istek/lilik... içindeki canlılık veya ölgünlük... ne menem bir şeydir o içinin istemesi/istememesi... içinden gelme/gelmeme...
isteksizlik...
bununla mücadele zor... çünki bununla mücadele, kendinle mücadele, demek.. içinle mücadele, demek.
kendini nasıl yenebilirsin? içini nasıl yenebilirsin?
işte, büyük başarı diye, en büyük başarı diye tarif edilen: kendini yenmek, kendine galip gelmek, kendini alt etmek, kendinin üstüne çıkmak, kendini (başkalarına değil) kendine taşıtmak.
irade, dedikleri bu mu?
biraz bu, ama, tamamen değil. bu, iradeyi kapsayıp, aşan bir şey...
...
fikr-i takib, bunun (bu mücadelenin) cüzlerinden biri...
altı haziran pazarertesi günü, cep defterine şunları karalamışım:
«dağılma; askerin maaşını öde; gerisin merak etme.»
bu, kütlelerin isyanı’nda yeralan bir dipnot/alıntı.
maneviyatı sağlam tut; her gün en az bir tane yayımlanabilecek metin kaleme al; gerisini merak etme...
zihnî tenbelliği, biiznillahi teala, en kısa sürede yenmek zorundasın.
kendini allah’a emanet/teslim etmek en iyisi, en uygunu, en münasibi, nasibe en yaklaştırıcı, en faidelisin, en kârlısı, en emniyetlisi.. değil mi?
etrafa aldırış etmemeği dahi öğrenebilirsin –zihnî tenbellik ve dağınıklığı altetme sürecinde. bu, önem meratibinde mütalea edilebilir.
/
(dün), cebimdeki bir kağıda şunları karalamışım:
kendi üzerinde hakimiyet kuramazsan, işte böyle, (...) köşelerinde daha çoook sürünür, sinirsel/asabî olup gidersin...
kimsenin sana bir halt etdiği yok. dön ve kendine bak!
eğil de şu toprağa, otların arasına bak bakalım, nasıl hareketli bir hayat var... orada, ya’ni en alt katda öyle ise, üstteki hayatın canlılığını ve hareketliliğini, var kıyas et...
başkalarına yükleneceğine, nefsine yüklen. başkalarına yük olacağına, nefsine binip, ona yük ol, kendini kendine taşıt. cenazeleşme...
-«2»-
“(*/*)”
aralıklarla yağmur çiseleyen bir haziran günü idi.
öğle üzeri evden (aslında, bağçesi, müstakil cümle kapısı bulunmayan, sekiz katlı, otuziki daireli bir apartıman dairesine, ev demek münasip değil; herhalde, konut, demeli) çıkdım. (...) jaketim (setrem) biraz ıslandı.
numunebağı caddesine çıkdım. bizim eski arkadaşa rastladım. pek bir dağınık vaziyetde idi. «hele gel şu çay bağçesinde birkaç bardak çay içelim. halin biraz dağınık görünüyor» dedim. oturduk. içini dötmesini bekledim. çok beklemedim elbet. çylar gelir gelmez, anlatmağa başladı:
«biraz önce, onaltınıcı gündür atm’ye bakdım: mevt publication, bana verilmek üzere emanet edilmiş parayı hesabıma geçirmemiş. kul hakkı-mul hakkı tanımıyor bu tasavvufi, dini, ilmi, ahlaki, terbiyevi, dinci (din tecimeri) yayımcılar... bunun üzerine, bu onaltı günlük haramilik üzerine, maneviyat kimyam bozldu, (...)nin önünde dikilirken, ayın başında bana aktarılmak üzere emaneti aylar öncesinden gönderen mav’ye şu cep telefonu iletisini gönderdim: “aziz üstadım, (...) ağam; yaz geldi, fakir faize girdi; su faturasi geldi, (...)’de 84 kuruş kaldi; new saphak ve mevt publication kış uykusundan uyanmadi... affına binaen kış uykuları bitene istinaden, hayat çapım ve boy ölçüm mikdarı, (...)’ye birkaç yüz lira rica edebilir miyim? sorry, teşekkür ve allaha emanet...”
«bundan sonra, dağıldım ve akşama kadar, ekranda oynayıp durdum.»
atm’ye, iki haftadır gidip gelen arkadaşımdan ayrıldıkdan sonra, ikindi namazını eda ederken, aklımdan, mesnevi-i şerifdeki “muhannes hikayesi” gelmiş idi. dini neşriyatcının yayımladığı kitablarda kul hakkının ehemmiyetinden, emanete hıyanetin rezilliğinden bahsediliyor ya, dincilik tecimeri naşir efendiler, yayımladığı kitablarda bunlar yazmıyormuş, dolayısıyle insanlara bu tavsiyeleri neşretmiyormuş gibi, bunlara uymak gibi bir derdi yokdur. ya nedir derdi? mümkin olduğunca kul hakkı yemek, gücü yettiğince emanete çokca hıyanet etmek... sonra da kalkıp namaz kılmak, oruç tutmak; bunun neticesinde, kim sorarsa, cenneti garanti görmek...
eh, çakma namaz ve çakma oruç ile kazanılsa kazanılsa, çakma cennet kazanılır. amma, eğer ahiretde çakma cennet yoksa?.. çakma namaz ve oruçları ellerinde patladı demekdir, bu kendileri/özleri çakmaların! amma, her şeyin bir karşılığı bulunduğu gibi, her türden çakmanın da karşılığı mevcut ise ahiretde, çakma namaz-oruca karşılık, bunlara salyangoz kabuğuna benzer birer çakma cennet verilir, belki.
akşam gidince, mesnevi-i şerifdeki hikayeyi bulup okudum (kitabevi yay. cild 5, kitab 10, shf 135, beyd 2595’i müteakiben):
«o muhannesin hikâyesidir ve lûtînin ondan livâta hâlinde sormasıdır; demesidir ki: “bu hançer ne içindir?” dedi: “onun içindir ki, her kim benim için kötü düşünürse onun karnını yarayım.” lûtî onun üzerine varıp gelmeğe başladı ve: “elhamdülillah ki, ben kötü düşünmüyorum!” der idi.
[eh, kimseyi bağlamasa da, şahsen, istisnalarına ancak istisna nisbetinde, bu gibi (kendisi harami)lere ise bolca rastladığım, kul hakkı, emek hakkı, ter hakkı gibi bir dertleri, dikkatleri asla ve asla bulunmayan, böyle bir mevzu hayatlarında ve lugatlarında asla ve asla yeralmayan, paraya muhanneslik eden dinci tecimer naşirlerin (ve cümlesinin) halini hatırlatıyor bana, lutinin bu sözleri: şeytan ve nefsi, kul hakkı ve benzeri aletler ile onu cehenneme itiyorken, bu kokuşmuş zavallı, hâlâ çakma namaz ve orucuna (hançerine) güvenip: “neredeymiş beni cehenneme iteleyecek şeytan ki, bu hançerim (namaz ve orucum) ile onun karnını deşeyim!” diyor...]
«“benim beytim beyit değildir, iklîmdir
«“benim hezlim hezl değildir, ta’lîmdir”
«“muhakkak allah teâlâ küçük sivrisineği ve onun fevkıni.. (...) “allah bu mesel ile ne murâd etdi” diye vaki’ inkârlar ile nefislerinin tağyîrinde “mesel darb etmekden istihyâ etmez!” ondan sonra buyurdu ki: bunu murâd etdim ki: “onunla pek çok kimse dalâlete düşsün ve onunla çok kimse hidâyet bulsun!” (bakara 2/26) zîrâ her fitne bir mîzân gibidir. çokları onunla kırmızı yüzlü olur ve çokları murâdsız olur. ve eğer sen onda az teemmül edersen, elbetde kesîr olarak onun netâyic-i şerîfesini bulursun.
«ma’lûm olsun ki, mesnevi-i şerifde bu gibi müstehcen kıssaların mesel olarak îrâdı sâmi’leri iki fırkaya ayırmak hassasını hâizdir. bir zümre “mesnevi-i şerif gibi bir kitabda beynennâs mûcib-i istihyâ olan bu gibi çirkin kıssaların zikrine ne lüzum vardır?” diye, mesnevi-i şerif hakkında nefislerini tağyîr edip ve içlerini bulandırıp inkâr vâdîsine gider ve dalâlete düşer. ve diğer bir zümre dahi kıssanın çirkinliğinden kat’-ı nazar ile onda mündemiç olan dekâyık-ı hikemiyâtı teemmül eder ve mazhar-ı hidâyet olurlar. nitekim hazret-i pîr efendimiz “benim beytim beyit değil, iklimdir.” ya’ni “bir küçük ev mesabesinde olan bir beyit değildir, belki, vâsi’ bir iklîm-i ma’nâdır.” “ve hezlim dahi hezl değildir, ta’lîmdir ve nasayihdir” buyurur. bu tagayyür-i nüfûs ile vâki’ olan inkârları kur’an-ı kerîm hakkında yapanlar da vardır. istihza tarîkıyle derler ki: “allah teâlânın kendi kelâmında sinek ve örümcek gibi ehemmiyetsiz birtakım haşerâtı darb-ı mesel olarak îrâd etmesi azamet-i ulûhiyetine yakışır şey değildir. acabâ bunları zikr ile allah ne murâd ediyor?” cenâb-ı hak onlara cevaben buyurur ki: “ben bu mesel ile çok kimsenin dalâlete düşmesini, çok kimsenin hidâyete vusûlünü murâd etdim.” zirâ, halk iki kısımdır; birisi ehl-i hidâyet, diğeri ehl-i dalâletdir. her iki tâifenin isti’dâdları gizlidir. bir muharrik ve bir mîzân olmadıkça bu isti’dâdlar inkişâf edemez. binâenaleyh bu meseller her iki tâifenin mâhiyet-i isti’dâdını ızhâr için birer mîzandır. (...)»
«2496. bir lûtî, bir kokmuşu evine götürdü. yüz üstü yatırdı ve kıstırdı.
«2497. o laîn, onun belinde bir hançer gördü; müteâkıben ona: bu belindeki nedir, dedi.
«2498. dedi: eğer bir kötü huylu, hakkımda fena düşünürse, karnını yararım!
«2499. lûtî dedi: elhamdülillah ki, ben sana hîle ile kötü düşünmemişimdir!
«(...) işte, işi gücü her günki muâmelâtında fitne ve fesâd ve ızhâr-ı ibâd olduğu halde, istikametden ve hamiyetden bahsedenlerin hâli de bu lûtînin hâline mümâsildir.»
/
kendileri ve çoluk-çocuğu pahalı lüks arabalarda gezer, bunları utanmadan, adeta çalışana körlük eder gibi, işyeri kapısı önüne parkeder, gelen paraları yeni latırımlara yönlendirip, aylarca çalışanın ücretini ödemeyen reel sektör için, seçim mitingleri boyunca, herhangi bir parti lideri veya ilerigeleni, bir cümle değil, tek kelime olsun söylemedi. (söylediyse de, bana kadar gelmedi.) buna karşılık, “reel sektöre teşvik de teşvik!” naraları, bütün cenahtan yeri göğü inletdi, inletiyor. bu teşviğin kaynağı ne? maaşlardan, ve, aylarca geciktirilen maaşlardan kesilen vergiler...
maaşları bankaya bağlayıp, bunu bir tarihe ve gecikmesi halinde cezai yaptırıma bağlamayan hükümetin hali neye benziyor acaba? kuzyu kurda teslim ediyor, sonra, «kendi imkanlarınla kurtulabilinsen kurtul, ben arkamı dönüyorum» diyor. sonra? sonrası, hükümet arkasını dönünce, bankalar da vatandaşın arkasına geçiyor. mesela, parmağını kımıldatmadan, istediği oranda işlem ücreti... sonradan görme gavurdan dönme, bilhassa dinci reel sektör patronu da çalışanın arkasına geçip, bankaya-mankaya, aylarca ücretleri yatırmıyor, hükümet arkasını dönüyor... «banka mecburiyeti getirdik kardeş, niye yatırmıyorsun? ben hükümetim, yoksa beni kaale almıyor musun? bu ne ciddiyetsizlik..» diye parlayamıyor hazret-i hükümet. parlamağa niyeti de yok hazretin, çünki, olsa idi, bunu her hal ve kârda düşünüp, belli gün veya hafta içinde yatırılmayan ücretler için, şirketlere/patronlara ceza uygulaması, otomatiğe bağlanıverirdi. acaba, bunu ıskalayan, ihmal edenler, kendi başlarının ihtimalini mi düşündü? ne olur-ne olmaz dünyası, mı dediler?...
/
haziran başında, apartmanın mantolama aidatını yatırmak için, (...) bankasının, hesabın bulunduğu şubesine giriyorum. hesap ve iban numarasını, hesap sahibinin adını veriyorum. para da elimde, bekliyorum. şununla karşılaşıyorum: “bu şubede bulunan bu hesaba ikiyüzelli lira yatırabilmeniz için, beş lira işlem ücreti vermeniz gerekiyor!”
yatırmayıp, internete müracaat ediyorum... bütün işlemi kendin yap, banka, sanki kendi yapmış gibi, sahtekarlıkla (nasıl olsa hükümet arkasını dönmüş ya), arkana geçip, iki lira yetmişbeş kuruş, işlem ücreti kesiyor. onaylıyor musunuz? evet mi, hayır mı?
“hayır” çıkmaz sokak ise, ikiyetmişbeşlik girdiye, mecburen ‘evet’ diyorsunuz. dönüp hükümete bakamıyorsunuz. hükümetin arkası dönük... ah, bir dönebilseniz hükümete...
(...) bankasına ikiyetmişbeşi kaptırmanın sonraki günü, maliyeden sorumlu sayın bay, (...) bankasını, bilmem ne karlılık başarısından dolayı, anlı-şanlı şerefli bankamız olarak ifade buyuruyor. ödüller takdim ediyor. memletin vizyonunu yükseltmiş. eh, bu kadar yüksek kâr girdisiyle... bankalarımız pek sağlam ve krizlere dayanıklıymış. eh, vatandaşa bu kadar sağlam dayandıkdan sonra...
/
yatsıyı kılmadan evvel, birkaç gündür gaflet etdiğim kur’an-ı kerimden tilavet edeyim dedim. sure-i ibrahim’in yedinci ayetine takıldım: «şükreder iseniz, ziyadeleştiririm; küfr üzre devam eder iseniz, azabım şiddetlidir.»
eğer, şükreder: çalışıp çabalar iseniz, ziyadeleştiririm. (çalışıp çabalamanın, ibare olarak ucu/etrafı açık: günah işleme işine şükreder/işe koyulur, çalışıp çabalarsanız, günahınızı arttırırım, merak etmeyin. sevap için şükreder/salih amele/işe koyulur, çalışıp çabalarsanız, sevabınızı arttırım; merak etmeyin... karşılık karşılıkdır: adalet: iyiliğe karşı iyilik, kötülüğe karşılık kötülük.. arttırılır...)
yazıya/yazmağa şükrederseniz, yazma kabiliyetiniz ve yazılı eserleriniz, akabinde maişet ve şan-şöhretiniz artar.
yazmamağa şükr (oyuna-oynaşa devam ve tenbellikde ısrar) eder iseniz, yazmamak arttırılır (öyle arttırılır ki, gitgide yazmanız pek zor, adeta bir apartımanı kaldırıp taşımak kadar zor hale gelir)...