Kara kuru, kırk beş kilo var yoktu. Evlenmemiş, kendisini annesine ve çiçeklerine adamıştı Zahide. Kaç bahar görmüştü altmışına kadar?
Budadığı fidanlar meyveye durmasa, gülümseyebilir miydi hiç? Her baharın bir anlamı vardı. Penceresinden menekşelerine, hatmi çiçeklerine, hatta nanelerine bakıp rahatlıyordu. Artık kendinden iyice emindi ve şimdi mevsim kıştı.
O, şehri terk ettiği gün, olan olmuştu.
“Sen gittin, şehir halkı tümden dağlara çekildi. Büyük meydan bomboş. Bu garip bir durum. Sis her yeri kaplamış. Bu sessizlik hayra alamet değil. Yoksa ben ağlamayayım, kendimi perişan etmeyeyim diye mi bütün çabanız?”
Bütün kuşlar ağız birliği etmiş gibi sessizliğe gömülmüştü. Onları duyamıyordu. Sağır mı olmuştu yoksa? Seksen dokuz yaşındaki annesinin öleyazmasından korkar gibi, bu durumdan da ürker olmuştu. Niçin ötüşmüyorlardı? Neden kanatlarının altında başlarını saklayarak ağaçta, şurada burada, çatıda tüneyip kalıyorlardı? Kuşlar da mı küsmüştü? Annesi giderse ne yapardı? Yaşlı ve yalnız biri olarak yoluna devam edecekti. Bu gidiş anının gelip çatması demek, onun kendince çizdiği yolun sonu demekti. Kaç uyku, kaç uyanıklık hali geldi geçti? Bilebilseydi. “İnsanları gözlerinden, mimiklerinden, devinimlerinden okuyorum.” diye iddialı bir laf mı etmişti ne, alt kattaki komşusu Hicran Hanımla, en son görüştüklerinde? Hicran Hanım olmasa işi daha zordu. Arada bir gelir hatırını sorardı. Çay kahve içer, sohbet ederlerdi. Yine bir gün böyle havadan sudan konuşuyorlardı.
“Ay şekerim sorma, kuaförümü değiştirdim.”dedi.
“Neden Hicran Hanım, ne oldu?”diye sordu, Zahide iyice meraklanarak.
Hicran Hanım, kahvesinden bir yudum aldı, olanca zarifliğiyle, fincanı sehpanın üzerine bıraktı:
“Ne olacak, insan kuaförünün yanında konuştuklarına dikkat edecek. Benim her dediğimi olur olmaz, her yerde konuşmuş.”
“Aaa, sahi mi ?” diyerek şaşkınlığını gizleyemedi Zahide.
“Bizim Şahinde Hanım var ya, işte onunla düşman oluyorduk neredeyse. Ne duyduysa, bire bin katmış, yetiştirmiş kadına. Kuaför Şeyda’nın öyle boşboğaz çıkacağını nereden bilebilirdim. Ama kabahat bende. Dilin kemiği yok. Niye güvenirsin, çocuk musun nesin? Değil mi ya?” Hicran Hanım kaşla göz arasında çantasından sigara paketini titreyen elleriyle buluverdi. Çarçabuk bir tane yaktı:
“İnsan ekmek yediği kapıya ihanet eder mi?” Tiz sesi odada çın çın öttü.
Zahide hepten afalladı:
“Allah, Allah… Ben pek tanımam, kuaför Şeyda’yı. Ama uzaktan iyi birine benziyor. Karşıki komşunun manikürüne gelir giderdi. Hayriye Hanım pek memnundu. Hem ucuz hem de temiz çalışıyor.” derdi.
Hicran Hanım, biraz geriye yaslandı, sigarasından bir kere çekti, gözlerini kısarak havaya üfledi:
“Konken günümü berbat etti. Şimdi sırf kırk yıllık aile dostum Şahinde Hanım’la karşılaşmamak için gitmiyorum güne. Kadınla, adeta köşe kapmaca oynuyoruz.”
“Kimseye güven kalmadı Hicrancığım. Devir değişti.”
“Kuaför ya da temizlikçi dediğin biraz saygılı olur. İşini yaparken kulağı sağır, gözü kör olmalı. Orada konuşulan orada kalmalı değil mi ama?”
“Haklısın canım, ona ne şüphe!”
Zahide bir an, pencereden uzaklara daldı gitti. Neden sonra kül tablasını bulup getirdi. Hicran Hanım’ın sehpasına bıraktı. Bu mevzudan sıkıldı. Konuyu değiştirmeliydi. Sonra eline bir dekorasyon dergisi aldı.
“Yeni sayısını gördün mü? Nefis şeyler var.” dedi Hicran’a.
Zahide’nin konkenle, sosyal hayatla pek ilgisi yoktu. Nasıl olsundu. Yatalak annesine beş yıldır kendisi bakıyordu. Bir yıl kadar olmuştu, annesi hiç konuşamıyordu. Geçirdiği son kalp krizinden sonra sol tarafı da tutmaz olmuştu. Güzel havalarda tekerlekli sandalyesine koyar, parka doğru çıkarırdı onu. Annesinin memnuniyeti yüzünden anlaşılırdı. Işıl ışıl olurdu gözleri. O zaman Zahide’nin keyfine diyecek olmazdı. Onunla birlikte vakit geçirmekten hoşlanırdı. Örgü ördüğü için canı hiç sıkılmazdı. Rengârenk yumaklar, ince kalın şişler, boy boy tığlar. Bir sürü el işi göz nuru ürünler… Bunları anlaştığı bir mağazaya verirdi. Talep de fena değildi. Emeğinin karşılığını alıyordu. Sadece rahmetli babasından sonra bağlanan emekli maaşına kalmıyorlardı.
“Ah, Zahide… Neye karşılık geldiğini bilmeden, neyle karşılaşacağını anlamadan yaşadın. Sen gözünü yumduğundan o gerçeği göremedin. Ağır ağır devinirken, hayatından memnun; dert etmiyordun hiçbir şeyi. Sıradan bir günün akşamına doğru ilerliyordun. O, muhteşem bir anı yakalamışken, coşkuyla tuvale içini döküyordu. Habersizdin olup bitenden. Hüngür hüngür ağladım. Bütün duygusallığımla sökülmüştüm bir köşede, iyi ki beni görmedin. “Zaman”demiştin, “Her şeyin ilâcı. Biraz zaman geçsin, sana bir açıklama yaparım.” Elbette bunu ben de bilmiyor değilim. Bu lafı söylemeden bir kere daha düşünmen gereksiz mi olurdu senin için? Kendinden bu kadar emin olmak zorunda mısın a canım? Kirpiklerim ıslakken, sevgime şahit mi istiyorsun kedilerden ve diğer canlılardan? Gerek yok. İnan ki yok. Seni benden ayıran o son otobüse binip, perondan ayrılmamış gibisin. Sen bu kez çizmeyi aşmıştın. Tutkuyla “avea maria” dinler görünüyordun. Aniden çölde kaybolmuşken, meselâ, bir damla suya muhtaçken rüyanda. Durmak bilmeden koşuyordum emellerimin bitimsiz derinliğinde. Bana“Nereye böyle?” diyemedin.
Ayağıma batanın herhangi bir diken değil de, “sen”olacağını nereden bilebilirdim?”
Hayret…
Neredesiniz ahali?
“Hey… Nereye kayboldunuz?”
“Yağmur benimle alay mı ediyor, yoksa ben mi çok alıngan oldum?”
“İkisi de olabilir.”
“Ortalığı sel götürdü. Şiddetli bir yağmur sürüyor. Caddeden bir Allah’ın kulu geçmez mi? Soluk giysili, deri eldivenli, naylon çizmeli dilenciler de yok. Çöpleri karıştıran, karton, şişe arayan eskiciler. Ne bir araba ne bir motor, araki bulasın.”
“Hayatımdaki boşlukları bulup doldurmalıyım.” demişti ona Zahide.
“Ölüm korkusundan yalnız kalamıyorum, caddeye bakan bir evi seçişimin bile nedeni bu.” demişti Hilmi. Dayalı döşeli evinin detaylarını anlatırken:
“Gel bu inatlaşmayı bırak, evlen benimle. Annen için bir bakıcı tutalım. Onunla aynı çatı altında olmak istemiyorum. Birbirimizden hoşlanmadığımızı biliyorsun.” demişti.
En sevgili varlığını bir köşeye atmaktı Hilmi’nin bu isteği. Bunu yapamazdı. Zahide en ummadığı bir anda, hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmıştı. Talihsiz bir yaklaşımdı bu.
Ya annesi, ya da Hilmi. Hiç tereddütsüz:
“Hayır. Yapamam, annemi yalnız bırakamam.” demişti.
Annesi onu uyarmıştı seneler önce:
“Tamam, anladık, sen bu adamı seviyorsun! Dikkat etmelisin kızım, tutarsız sözleri var. Bu kibar jestleriyle, çiçekleriyle-son ziyaretinde annesine sevdiği çiçeklerden almıştı Hilmi. Hediyeler vs.- Senin gözünü boyayabilir, ama beni kandıramaz. Benim böyle şeylere karnım tok. Günün birinde bundan sen zarar görür de üzülürsen, ben kahrolurum. Sen benim biricik evladımsın. Yine de kararın ne olursa olsun her zaman yanındayım. Bunu hiç unutma tatlım.”
Bu kadar sene sonra annesi haklı çıkıyordu.
O zaman Zahide ne yapsındı? Annesini bir kenara bırakamaz, kendine yeni bir yol çizemezdi. Onun yaşamı bundan ibaretti. Hilmi’ye yer yoktu.
Ya annesi ölürse?
Böylece aylar yıllar birbirini kovalamıştı. Hilmi, en son karşılaştıklarında ayaküstü bir sürü şey anlatmıştı ona. Sonra da:
“Hiç ummazdın benden değil mi? Zikir ve ben… Öyle çok tesbih çektim, Rabbime öyle çok yalvardım ki, bir gün geldi yaralarım iyileşti.”demişti.
Suskun öylece başı önünde dinlemişti Zahide. Ne diyeceğini bilememişti.
“Ağaçta kalan son ceviz, asmadaki koruklar, sofrada kalakalan bal-ekmek, boğazdaki son soluk. Pencereden uzanıp baktığımda, inadına çatının saçağına yuva yapan kâbe kuşları, uzun ince gagalarıyla çerçöp taşımaya devam ediyorlar.
Fesuphanallah… diyorum. Beni ne badirelerden sükûnetle çıkardı bu eylemim bilsen… Artık birileri gelip hayatımı kaplasın diye beklemiyorum.”
Sonra iki yabancı gibi selamlaşıp, ayrılmışlardı. İçinde bir kırılma olmamıştı. Beklediği gibiydi. Her şey açıktı. Yani Zahide’den vazgeçmişti. Artık onun için uzak bir ihtimaldi demek.
“Konuşmadıkça zaman kütleşiyor sanki. Bu düğümü çözemiyorum. Tutuk bir dil var aramızda. Yolunu yordamını bulamıyorum. Ah bir açabilsem yüzüme kapanmış demir kapıları, paslı anahtarı döndürebilsem kilidin içinde, başarabilsem bunu. En iyisi kaç git bu şehirden Hilmi. Düşünde gördüğün metropole doğru yola çık. “Tam da budur dileğim” diyerek hevesle uyandığın yeni bir günde git. Erteleme bu kez, o aynada göründüğün kadarsın, unutma bunu.”
Hilmi de nereden çıkmıştı şimdi? Bunları konuşalı aylar olmuştu. Durup durup zihnini meşgul ediyordu. “Takıntı oldu galiba, bende.”dedi usulca. O şimdi ölümün soluğunu ensesinde hissediyordu. Çarpıntısı tuttuğunda korkuyordu. Tek düşüncesi: Annesi…
“Tasfiye nedeniyle ucuzluk” Vitrinin camında ne zamandır duruyor, sen gittikten sonra mı yazılmıştı? Yürüyorum, yine bir “kapatıyoruz” yazısı daha. Allah Allah… Herkes vazgeçmiş. Şehir, bir bayram sabahında kimsesiz çocuklar gibi, mahzun…”Kendi kendine mırıldanıyordu Zahide.
Terk ediliş… Kadim yalnızlığı imler gibi… Geceyi bölen bir trenin çığlığı, uzaklardan duyuluyordu. Kaç devriliş, hüzne yekiniş… Zahide yoluna devam edecekti. Hilmi de.