Niyeyse içim dışıma sığmaz. Sonra da bıkarım; ismimden, adresimden, olanlardan, iğreti geçen zamandan. “Sen yokken” diye bir yazıyı kurgulamıştım. Düdük sesiyle irkildim. Cümleler zihnimde uçuştu. Galiba son vapur kalkıyordu:
“Sen yoktun, kendimi uykuya verdim günlerce, derin kaygısız. Rüyalar gördüm, sahici gibi. Sonra ani uyanmalar, dehşetle etrafıma bakınmalar. Şimdi bir deprem olsa bundan fazla korkmam demeler, aldırmamalar… Bilirsin işte. Uzun yürüyüşler yaptım, yalnız başıma. O kemikleşmiş, bükülmeyen, sanki çelik gibi inadının kırılmasını bekledim -değecekmiş gibi- güneşin son ışıklarına kadar, büyük bir çaba göstererek seni haklı çıkardım. Deliliğinin sona ermesini, sağ salim normale dönmeni istedim. Olmadı. Sabrettim. Yakınmasız cümleler kurdum günlerce. Durmaksızın yağan, büyük yığınlar oluşturan, karın kalkmasını bekledim. Nisanı, haziranı sayıkladım. Kuşların ekmek kırığı bulmak için pencere pervazlarına konup, gagalarıyla ‘tık tık’ vurmalarını bekledim. Büyük bir ihtimamla, yatalak bir hastaya bakar gibi besledim onları, beni yalnız bırakmadılar. Günlerce, gecelerce fırtınaların dinmesini umdum. Korkup ‘anneee!’ diye sarılan evladımla avundum. Küçük bir parça kederi taşıdım, yüreğimde. Hatlarıma yansıdı. Yüzüm öyle bir hale büründü ki… Aynalar, ah aynalar, bakamaz oldum, bilmezsin, aynalara küstüm bu yüzden. Böyle bir durumda, tipiye tutulmuş, uğultulu bir tepede yaşayanların izlenimlerini, üşümelerini, sokulmalarını anlatsam… “At kendini Fırat’a, Dicle’ye!… At soğuk sulara!” diyen sen bile bundan ne umduğunu tahmin edemezsin.”
Tıpkı rüyamda sınırları yıkılmış mezarlıktan topladığım kemiklerimi -diyorum o kadar benimsemişim ki- yeni kabre koymaya çalıştığımı ve bunu ciddiyetle, dikkatlice yaptığımı, sırf güzel görünsünler diye özenle, kellelerin etrafını pamuklarla desteklediğimi, bundan haz duyduğumu, huzur… Neden mi yaptım? Bilemezsin nedenini. Anlatamam.
Kocaman bir hiçi hiçe ular gibi, kerbelaya dönmüş yüreğini avutur gibi…
Görür gibi. Gel!… Diyorum, dinsin bu kan; damlamasın satırlara. Sızmasın kitaplara. Tarih seni lânetle anmasın, girme şu kumpasın içine. Düşme kahpe tuzaklara diyorum da dinlemiyorsun ki beni. Sözüm beş para etmiyor.
Kentli, köylü ya da ikisi kadar da olamayan, bin yerden gelmiş, bir türlü alışamayan, -alışmayı reddeden- kimse midir? Allah’ın aşkına sen söyle. Avukatına laf yetiştiren hükümlü gibi davranma bana ne olur? Sonra bir şey olmamış gibi. Morgda yatanlar onun değilmiş gibi. Suyun üstüne çıkmaya çalışan, kirli elleriyle kaderini değiştirdiği insanları üzmemiş gibi davranmak. Kolay yaşamak yeryüzünde, vicdanı rahat durmak toprağın üstünde. Amacı bu.
Bir şey olmamış gibi çok sonra, susmuş gibi, ya da hep konuşmuş gibi çıkıp gelmeler, yokuştan. “Hesabım bitmedi sizinle” diyen maskeli, hırslı, öfkeli siluet, caddenin sonundaki çöpü ateşe verdi. Sonra arkasına bakmadan karanlıkların içinde koşarak kayboldu, ayak sesleri yankılandı duvarlarda, loş köşelerde. Hiç küfretmemiş oldu böylece değil mi? Hiç zarar vermemiş oldu sloganıyla.
Çıkıp geldi yokuşlardan bir gün ansızın. Solumalar, ciğerinin hırıltılarını dinlemeler... Etrafındakilere rahatsızlık vermiyor, korkma. O kadar gürültüden sen duyulmazsın meraklanma. İflah olmaz bir bağımlı gibi huzursuz bakışlarla beni süzmeni sıradan bir hareketle karşıladım.
Çıktın geldin, sislerin ardından. Hiçbir şey olmamış insanlar ölmemiş gibi, sıradan bir gün gibiydi her şey sende. İpek bir gülüş yüzünde ‘nasılsın?’ diye lüzumsuz bir soru sordun. Belki de bunları ben değil sen yaşamıştın. Bende anlatmıştım. Belki de… İş olsun diye hep…”
(25.12.2007)