Menu
DAVA
Öykü • DAVA

DAVA



Yorucu geçen bir günün ardından minibüsle köye dönüyorlardı.  Köye geliş-gidiş yapan başka vasıta olmadığı için aynı minibüse binmişlerdi. Şoförden başka herkes birbirinin varlığından rahatsızlık duyuyordu. Rampalarda bir iniltiye dönüşen motorun kaba gürültüsü, bu rahatsızlığı daha da artırıyordu.

İhtiyar adam; elindeki otuzüçlük tespihiyle kendini teskin etmek için la havle çekiyordu; ancak önünde oturan okul müdürünün yağlı, kalın ensesine her bakışında içindeki öfke seli yeniden kabarıyordu. Birkaç saat önce, mahkemede nasıl da kendisine karşı aslan kesilmişti. Kel kafasına şöyle okkalı bir tokat atmayı düşündü. Hele arka koltukta oturan amcasının oğlu Remzi! Onca didişmeden sonra bir de gelmiş, kasıla kasıla arkasına oturmuştu. Sanki ense kökünde nefes alıp veriyordu. Bir insan bu kadar pişkin olurdu. Bir iki okkalı cümle dilinin ucuna kadar gelip dayanmıştı; ancak la havleler bunların dışarı dökülmesine izin vermedi. Zaten söylenecek ne varsa hepsini mahkemede söylemişti; olan olmuştu bir kere.

Camdan dışarıyı seyretmeye başladı…

Mahkeme salonunun penceresinden içeri süzülen güneş ışınlarının berrak aydınlığında gri toz parçacıkları uçuşuyordu. İlk kez mahkemeye gelmişti. Ortada işlenmiş bir “suç” vardı, bu suça karşı savunma yapması gerekiyordu.  Yabancı bakışlarla etrafa göz gezdirirken söyleyeceklerini zihninde bir sıraya koymaya çalışıyor; ama başaramıyordu. Nereden söze başlasaydı? Sonunda aklına gelen ilk cümleyi söyleyiverdi:

“İnek kısmı biraz akılsız oluyor efendim.”

“Yapmış işte bir ineklik. Gerçi çok uysaldır benim Gülsümüm. Anlındaki benekler güle benziyor diye bizim kız koyduydu adını. Öyle çifte atma, boynuzlama gibi huyları hayatta yoktur. Bizim hanım süt sağarken bir kez olsun huylandığını görmedim. Hayvan deyip geçmeyin efendim. Bazen sinirli anıma denk gelip bağırdığımda koca gözlerini devirir, insan evladı gibi üzgün üzgün bakar. O zaman içim sızlar. Öper, okşar, hemen gönlünü almaya çalışırım.”

Hâkim, emredici bir ses tonuyla: “Sen bunları boş ver efendi. Sadede gel, sadede!” dedi.

“Tamam, geliyorum hâkim bey…

Biz, bunları her gün meraya salarız. Ama ne bilirdim böyle üzücü  bir olayın meydana geleceğini? Otlamaya çıktıklarında her zaman başlarında olurdum. O gün, bir iş için ilçeye gitmiştim. Hayvanlar merada otlarken bizim Gülsüm okulun kapısından içeri dalmış. Nasıl olduysa, okulun avlusundaki heykeli devirip kırmış. Geldim ki; hayvan, avlunun içinde oradan oraya deliler gibi seğirtip duruyor. Büyük bir kabahat işlediğinin farkına varmış sanki.

Bunu gören amcamın oğlu Remzi, yanımızda bitiverdi. Remzilerle bir alacak verecek meselesi yüzünden aramız bozuktu. “Siz bu heykeli bilerek kırdınız” dedi de başka bir şey demedi. Olay büyüdü de büyüdü, buraya kadar geldi.”

Son cümleyi söyledikten sonra Remzi’nin oturduğu tarafa doğru hiddetli bir bakış fırlattı.

“Dedim ya hâkim bey Gülsüm’üm çok uysaldır. Onun yaşıtı, Remzilerin huysuz bir tosunu var. Büyük ihtimalle, aklını o çelmiştir.”

Remzi:”Benim ineğime çamur atacağına, sen önce kendi ineğine sahip çık!”dedi, tarazlanmış sesiyle.

Hâkim; Remzi’yi izinsiz konuşmaması yönünde uyardı.

Remzi; güneş yanığı yüzünü nasırlı elleriyle sıvazlarken kenetlenmiş dişlerinin arasından: “Bunlar az bile sana.”dedi, belli belirsiz. İçinde sönmeye yüz tutmuş hınç, bir kez daha yalazlandı.  Bir sene önce aldığı borcunu daha ödememişti. Nasıl da dil dökmüştü: “İneğim hasta… Ölecek hayvan… En kısa zamanda öderim…” yollu sözlerle. İnanmıştı; belki de acımıştı amcasının oğluna. “Harman sonuna getiririm”; yok efendim, “ekim zamanına…” diyerek bir sene boyunca oyalamıştı. Dalga mı geçiyordu kendisiyle? Bir de akraba olacaktı. Oh olsundu. Rezil etmişti işte!

“Hatta bu tosun yüzünden kapı komşumuz Rızalarla kavga edecektik hâkim bey. Bu tosun; Rızaların evlerinin, açık unuttukları kapısından içeri dalmış. Evde de kimse yokmuş. Her tarafı darmadağın etmiş. Evin ortasına bir de –affedersiniz- pislemesin mi!  Rızanın eşi, eve geldiğinde salonun ortasında dev gibi ineği görünce aklı başından gitmiş. Hışımla bizim eve geldi. Sen ne biçim çobansın! Bu inekleri neden başıboş bırakıyorsun, diye feryadı bastı. Rezilliğin bini bir para! Kadının gönlünü şöyledir böyledir zor ettik.

Gülsümü  ailecek çok severiz hâkim bey. Ta küçükken satın almıştık onu. Ne sevimliydi, bir görseydiniz.”

“Ne ailesi, ne sevimlisi kardeşim! Ben sana olayı anlat diyorum; sen bana abuk sabuk şeyler anlatıyorsun” diye çıkıştı hâkim.

Mübaşir kocaman bir kahkaha koyuverdi.

Hâkim, mübaşire ters ters baktı.

Mübaşir pıstı.

“Tamam… Olayı…  Hâkim bey…

Allah sizi inandırsın hâkim bey… Gülsümün üzerine titredik… Gülsümüm… Çünkü o büyüyecek… Süt verecekti… Temizliğiydi, tımarıydı… Çoluk çocuk ne emekler verdik! Gün geldi hastalandı. İlaç alacak para bulamadım, komşulardan borç aldım. Bir hafta boyunca doğru dürüst bir şey yiyemedi, ayaklarının üzerinde duramadı. Ha öldü ha ölecek! Geceler boyu ben de başında bekledim. Gülsüm’üm ne acılar çekti hâkim bey, siz bilmezsiniz!”

İçeride bir süre duygusal anlar yaşandı. Arka sıralardan hıçkırıkları duyulan, galiba yaşlı adamın hanımıydı.

Pencereden gelen okşayıcı, ılık bahar rüzgârı salondakilerin üzerinde bir ferahlık hissi uyandırıyordu. Yaşlı adam konuşmaktan yorulmuştu. Hâkimin yüzüne umutla baktı. Yılların yıpratıcılığına yenik düşmüş, soğuk duvarlara baktı; pencereden, bulutların oynaştığı gökyüzüne… Özlemle… Neyi özlemişti ki, bir anlam veremedi.Derin bir nefes aldı. Daha ne diyebilirdi? Bir şeyler söylemek icap eder mi, gibisinden hâkimin gözlerine baktı.

Hâkim, bu ara sözü okul müdürüne verdi.

Okul müdürü:” Ben öğretmenim hâkim bey, çoban değilim. İneğine sahip çıksaydı!” dedi, çatık bir ses tonuyla. Yaşlı adama öfkeli öfkeli baktı. Nereden gelmişti buraya? Böyle basit meseleler de devamlı onu bulurdu. Şöyle, büyük bir şehre çıksaydı tayini! İnekleri de, okulları da onların olsundu.

Küçücük bir beton bloğun üzerine oturtulmuş heykelin; bloğun üzerinde emaneten durduğunu, her an düşüp kırılabileceğini, neyse ki kendisinden başka kimse bilmiyordu.

Yaşlı  adam yeniden söz aldı:

“Gülsüm’e eğer bir ceza verilecekse, o zaman Remzilerin ineğine de ceza verilsin efendim. Geçenlerde gördüm: Yolun ortasına höyük gibi dikilmiş, bir yere kımıldamıyor. Onun yüzünden neredeyse yoldan geçen traktörler birbirine girecekti. Sürekli heykellerin üzerine pisleyen serçelere ne demeli? Onlara da bir şeyler düşünürsünüz herhalde hâkim bey.”

Bu son sözler, salondakilerin gülüşmesine neden oldu. Hâkim, gülenleri ve yaşlı adamı uyardı. Yaşlı adam, son sözleri keşke söylemeseydim, diye düşündü.

“Yanlış anlamayın hâkim bey” dedi, boğazını küçük bir öksürükle temizlerken. “Bizim adalete saygımız sonsuzdur. Adaletin kestiği parmak acımaz demişler.”

Karar:

………

“Ne?... Aman hâkim bey, o kadar parayı nereden bulur da öderim? Başka çıkar yolu yok mu bu işin? Elimde avucumda bir bu inek var…”

Yaşlı  adam kısık bir sesle: “Eyvah! Gitti bizim inek.” dedi; ancak bu son sözlerini duyan olmadı.

***

Şoför; dikiz aynasından bakarken, ortamı kızıştırmak için:“Ne oldu sizin dava işi?” diye sordu, sırıtarak.

Yaşlı  adam, dişlerini sıkarak: “Adalet yerini buldu!” dedi.


Mezbahanın arabası minibüsü takip ediyordu…


(NİSAN 2010)

İSMAİL

1983, Kayseri-Develi doğumlu. Selçuk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 2005’te mezun oldu. Öyküleri Muhayyel, İtibar, Post Öykü, Aşkar, Temmuz, Hece Öykü, Mahalle Mektebi, Yumuşak G dergilerinde yayınlandı.Eserleri:Öykü: Gergin Bir Yay(2014), Sonrası(2015), Deliliğin Evrensel Tarihi(2019)Roman: Ölüm Kadar Güzel(2017)

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları