Menu
BEŞ TAŞ
Öykü • BEŞ TAŞ

BEŞ TAŞ

Yarım saattir kendimden uzak farklı bir dünyanın içindeyim. Sözler, kelimeler bana ait değil. Bir başkasının yazdığı cümlelerin şemsiyesi altındayım. Elimde Bahaeddin Özkişi’nin “göç zamanı” adlı kitabı var. Kısa kısa hikayelerin satırlarında yol alıyorum. O yolda karşıma çıkan heyecana kapılırken alnımdaki terler yanaklarıma uzanıyor, odanın sıcaklığı hararetimi artırıyordu. Daha fazla dayanamadım kitabın arasına kalemi koyup balkona çıktım. İkindi vaktinin hafif esen rüzgarı hararetime bir damla su oldu.

Uzun ve geniş bir teras. Balkonun bahçeye bakan duvarından sarmaşıklar sallanıyor, incir, nar ve yeni dünya ağacına arkadaşlık ediyor. Biraz serin hava almıştım. İskemleye oturdum. Yeniden kitabımı açtım. Kitabın “kurşun dünyasından” adlı hikayenin ikinci paragrafına gelmiştim ki büyük bir arının vızıltılarını duydum. Salondaki televizyonun sesi, yoldaki çocuklar ve şimdi de bu arı. Üçü hayalimde daire şekli aldılar. Ben ise ortada kalmış çıkamadığım bir labirente girmiş gibiydim. Bunların içinde en çok arının gürültüsü daha baskın geliyor. Çünkü o evvelinde kulağımda gürültüsünün kalıntılarını bırakmıştı. En çok okumayı sevdiğim sabah saatinde pencerenin önünde bulunan nar ağacına musallat olmuştu. Sesi okumamın arasına renksiz, tatsız bir his bırakmıştı ansızın. Yeni şeyler öğrenme şevkimi bertaraf etmişti. Başımı çevirip arının nar ağacının etrafındaki dönüşüne baktım. Sabahki görüntünün aynısı. Bir anı farklı diyebileceğim tek bir hareketi bile yok. Şimdi kitabı değil arıyı okuyordum. Öznesi, yüklemi, tümcesi hep o. Hayali bir okumanın sonuçlarını yine hayali olarak yazmaya başladım. Girizgah arının vızıltıları. Gürültü kulağımı bir hayli zorladığından girişi uzun tutmadım. Gelişme bölümü için cümleler türettim. Arı nar çiçeğinin içine girdi. Çıktı girdi. Özünü aldı. Başka bir çiçeğe kondu. Bazı çiçekler onun korkusundan yerlere düştü.

Etrafa verdiği rahatsızlığın farkına varmadan ağacın çevresinde dönüp duruyor hâlâ. Sonuç olarak arının bu bahçeyi terk edişini yazmak istiyorum. Ama yazamıyorum; çünkü terk etmiyor. Ne vaziperver bir asker bu. Neticesini yazamadığım yazıyı yarım bırakıp kitabıma dönmek istiyorum. Yeğenlerim kahkahaları bir gidip bir geliyor. Sonunda bu gürültünün içinde okuyamayacağımı anladım. Salona geçtim. Yeğenlerim çizgi film izliyorlar. Onların yaşındayken sadece cumartesiden cumartesiye çizgi film izlerdim. Vak vak amca, Şirinler, civciv Calimero. Çizgi filim izlemekten çok oyun oynardım ben. Annem beni eve zor getirirdi. Şimdi çocuklar oyundan çok televizyon izliyorlar. Üzüldüm. Çocukluğumdaki özgürlüğü onlarda göremedim. İnsan mahpus olmadan da hapis olabiliyormuş. Prangalara, kelepçelere gerek kalmadan kilitleniyormuş camdan duvarlara.

Geçmişimden yavaş yavaş bir perde açılıyor, açıldıkça bir oyun nazarıma çarpıyordu. Taşların bir fiil hakim olduğu bir oyun. O zaman bu geniş balkonumuz yoktu. Aşağıdaki avluda çocuklarla beş taş oynardık. Bazen annem bile aramıza katılırdı. Birden hatırladığım bu oyun aklımda başka bir ışığın yanmasına yardımcı oldu. Hemen kitabı çekyatın üzerine bırakıp bahçeye indim. Terliklerimi çıkartıp toprakta yürümeye başladım. Uzun zamandır toprağa çıplak ayakla basmamıştım. Kum tanecikleri bedenime enerji veriyor, çocukken toprakla olan münasebetim gün yüzüne çıkıyordu. Uzun zamandır yapmadığımız bir şeyi yeniden yapmak ne güzeldir. Eski duygularımızla yeni duygularımızın çarpışması. Netice itibariyle ortaya daha olgunlaşmış başka bir duygunun çıkması. Bunları düşünürken bir yandan da taş bulmaya çalışıyordum. Bahçede daha çok toprak olduğu için taş bulmakta zorlanıyordum. Arı hâlâ nar ağacının üzerinde geziyor. Onu kendi haline bırakıp incir ağacının yanına geldim. Yakında olmuş incirler yine ağızlarımızı tatlandıracak. Ben hâlâ taş bulamıyorum. Ya çok küçük oluyorlar ya da oynamayacak kadar büyük. Sokaktaki çocuklara seslendim. İki çocuk avlunun kapısından baktılar. Bilye büyüklüğünden bana taş bulmalarını söyledim. Aradan on dakika ya da on beş dakika geçmedi ki istediğim taşları bulup getirdiler. Yukarıya çıkıp ayaklarımdan sonra taşları yıkadım. Yeğenlerime seslendim. Ellerimdeki taşları gösterdim. Biri yedi diğeri beş yaşında olan yeğenlerim hemen yanıma koştular. “Benimle beraber beş taş oynamak ister misiniz?” dedim. Önce şaşırdılar. Daha önce böyle bir oyunu bilmedikleri belli oluyordu. Hemen balkondaki hasırın üzerine oturduk. Daire şeklinde bağdaş kurduk. Bana hayretle bakıyorlar, ne yapacağımı merak ediyorlardı. Doğru söylemek gerekirse çocukken usta olduğum bu oyunun şimdi acemisi olmuştum. Önce taşları etrafa dağıttım. Birini alıp yukarıya atıp yerdeki taşı aynı anda almaya çalıştım. Ellerimin tembelliği gidiyor yerine çalışkan bir hal alıyordu. En son taşı havada tutamadan yere düştü. Sonra baş parmağımla işaret parmağımı yere değdirip işaret parmağımı orta parmağımız üzerine koyup bir mağara ağzı gibi açtım. Taşın birini yukarıya atıp diğerlerini içine göndermeye çalıştım. Yeğenlerim çok heyecanlandılar. Alkış tuttular. Onların gözlerinde çok farklı bir şeye şahit olmanın sevinci vardı. Geçmişte kalma bu oyuna kendilerini kaptırmışlardı.

Yeğenlerimin heyecanlarında bir nevi özgürlüğe karışmanın işaretini gördüm. Hipnoz gibi çeken cam duvarda şimdi başka bir görüntü hükmünü sürdürüyordu. Bu hüküm kendini hür hissetmekti. Evet hissetmek. Onlarca cazibenin içinde serbest kalmanın, vücut azalarının, aklının, gözlerinin bir başkasında değil de bizatihi şahsında yaşamasıydı. Bu yaşam ne kadar sürer meçhul. Her an o cazibenin kalın ve cesametli çekim alanına girmek ihtimali var. Yarıya yarıya birbirine yakın. Esaret ve hürriyet. Bir mizanın her iki kefesinde sallanıp duruyor.

Birkaç kez daha onlara nasıl oynanması gerektiği gösterdim. Sonra büyük yeğenim oynamaya başladı. Küçük elleri taşların arasında ki ahengi, oyun oynamaya meyilli hali dikkatimi çekti. Çocuk elinin her zaman başarılı olacağını nasılda gösteriyordu. Taşların birini kazayla kardeşinin başına düşürmesi haricinde pek bir vukuat yaşamadık. Diğer küçüğü oynamaya başladığında ona yardım ettim. Ara ara yaptığımız acemiliklere gülüyor, şuan kimsenin oynamadığını tahmin ettiğim bu oyunun içinde bulunmaktan zevk alıyorduk.

Zaman nasıl geçti bilmiyorum. Akşam olmuş, oyunu yarım bırakmak zorunda kaldık. Yemekten sonra yine oynayalım ısrarlarına karşı koyamadım. Bu istekleri karşısında emre amadeydim. Yeter ki istesinler. Uyuyana kadar oynadık. Onlara ilk kez masal okuyamadım. Sabah uyandığımda balkondan taş seslerini duydum. Tabiî ki bizim meşhur arı da vızıltılarıyla etrafı şenlendiriyordu yine. Balkona çıktığımda yeğenlerimin beş taş oynarken buldum. Normalde sabah ilk işleri televizyonu açmak olurdu.

Diğer Yazıları