Yağmurlar başlayacak.
Adam, şehirde yalnız kalacak.
Kocaman, upuzun bir yaz beklemişti. Sıcaklar dağlardaki taşları eritiyordu. Bir sedir ağacının iri gövdesine çadırının sırtını vermiş, sağır sessizliğin ortasında kamp kurmuştu. Alıcın gölgesi harman yerinin genişliğine düşüyordu.
Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini aralıyor. Dumanların arasında belirsiz duran metropol, İstanbul, 1000 kilometre uzaktaydı. Sahtekâr insanlarla karşılaşmıştı. Bir batakhanenin kuytu köşesinde ruhunu çözemediği, zayıf adaleli, kel kafalı, iri burunlu –ucu kıpkırmızıdır- pörtlek gözlü bir adamla çay içmişti. Bu kimdi? Bir anda karşısında belirmişti. Âşık Veysel Sokağı’ndaki dört numaralı evde, tek odalı dairede kalıyordu. Uzaktaki caddeden minibüsler, körüklü otobüsler ve bir kargaşa geçiyordu. Bir durakta, yağmurdan kaçarak sığındığı bir durakta taksi bekliyordu. Bu, kafası üşüyen, zayıf adam –veremli gibi duruyordu- ona selam vermiş, sigarası olup olmadığını sormuştu. Bir ramazan ayıydı. İnsanlar oruç tutuyordu. Kutsal olana, ilahi emirlere bir o kadar sâdıktılar. Ama kel, sigara soruyordu. Adam niyetli olduğunu söyledi.
Ertesi gün yine o adamla yüz yüze geldi. Geç bir vakitte evine girmek için kapının anahtar deliğine anahtarını soktuğunda karşısında onu gördü. Bir akşam ezanı sokağın başındaki camiden okunmaya yeni başlamıştı. Dumanını etrafına dağıtan Ramazan topu patlamıştı. Koltuğunda sıcak bir pide duruyordu. Susamları çökmekte olan karanlık gibi… Siyah, siyah…
O, kel kafalı adamı sofrasına çağırdı. Öyküsünü dinledi. Bir namaz kıldı. Kel konuk buna yanaşmadı. Televizyondan akşam haberlerini izledi. Ama heyecanı yatışmamıştı. Öyküsünün can alıcı yerleri daha duruyordu.
Kumkapı’daydım. Adaların üzerinde ışıklarını şehre cömertçe salan bir ay duruyordu. Bir balıkçı meyhanesinde içiyordum. Zil zurna sarhoş olmuştum. Başımı gövdemin üzerinde güçlüklü tutuyordum. Köşedeki müzik kutusundan ağır bir arabesk şarkı taşıyordu. Uyuşmuş beynimle seçebildiğim kadarıyla Müslüm Baba “Bir bilebilsem, bir bilebilsem.” diyordu. Ağır tonajlı gemiler denizin dalgalarını meyhanenin duvarlarına şaklatarak kayıyordu. Balıklar, dalgalar, martılar, o gemiler, hatta o ay sarhoştu. Ben değildim. İçmiyordum, bunu inkâr ediyorum. Ben inançlı bir insanım. Peygamber’in toplumunda gerçekleştirdiği sosyal devrimleri hayranlıkla siyer kitaplarından okumuş, alışkanlıklarından bir gecede vaz geçen insanlara gıpta etmiştim. Müslüman bir coğrafyanın çocuğuydum. Vallahi içmiyordum. Yalnız gözlerim bulutlanıyordu. Meyhaneci Memo’yu seçemiyordum. Devamlı Yeni Rakı getiriyordu. Ezan okunuyordu. Ben kadehi masanın altına gizliyordum. Ben Tanrı’ya inanıyorum. Bütün şeylerin, şeyyy sallanmaların müsebbibi bu kör Memo’dur.
Kel, nefes almadan konuşuyordu. Zaman bir hayli ilerlemişti. Adam, şehri yüreğinin bütün yalnız köşelerinde duyumsadı. Uzaktaki mahallelerden sokak köpeklerinin havlamaları geliyordu. Daracık caddelerde bir yağmur ortasında trafik kilitleniyor. Cankurtaranlar gırtlaklarını patlatırcasına, nefes nefese sirenlerini öttürüyor. Camilerden teravihteki Müslümanlar’ın tekbir sesleri geliyor. Adam, dört numaralı dairenin sahibi, uzun boylu zayıf adam, kele, sarhoşluk öyküleri anlatan kişiye tahammül ediyor. Saat gecenin bilmem kaçını çalıyor. Konuğa ev sahibi yer gösteriyor. Dinlenmesi için şartları olgunlaştırıyor. Gece koyulaştıkça koyulaşıyor. Şehirde birileri uyuyor; ötekiler uyumuyor.
Âşık Veysel Sokağı’ndaki dört numaralı evde ne olup bittiğini kimse bilmiyor. Genç adam, bu şehre yıllar öncesi gelmesine rağmen hâlâ şehrin acemi yaşamlarını çekiyor; gelişmeleri anlamlandıramıyor. Pörtlemiş gözleriyle bir kel, akşam sofrasına oturuyor. Ekmeğini paylaşıyor. Meyhane saatlerini, en iğrenç vakitlerini anlatıyor. Kusmuklarla yan yana oturduğu anlarının portesini çiziyor. Sonra kalkıp bunu da inkâr ediyor. Tanrı’ya iman ettiğinden söz ediyor. Adam düşüncelidir, hayret içindedir. Somyasına uzanıyor.
“İşte okuyucu: Bilmeni isterim ki şehrin insafsız, acımasız, şefkâtsiz hallerinde yaşıyorum.”
Kahramanımız kendini bu batakhanede buluyor. Kel, o günden sonra bu adamı hiç bırakmıyor. Çay içiyorlar. Bu sana tuhaf gelebilir okuyucu. Ama yine de içtikleri çay ve sigara.
Karşıdaki tepelerden güneş doğuyor. Şafağın aralığından, dağlara sabaha kadar çöken, arkasından kırağı damlacıkları bırakan sisler beliriyor.
Adam, şehirden uzak dağlarda, kuş cıvıltıları, çam kozalağı kokuları arasında yaz günlerini geçiriyor. Metropolün bu günlerdeki havasının, insanlarının çekilmez olduğunu biliyor. Yalnız, kimsesiz. Bu, onun tercihidir. Kesinlikle bir sızlanışı, söylenmesi yok.
Yerinden doğruldu. Çadırın kenarında uzanıyordu. Harmanın genişliğinde bir iki adım attı. Kollarını kaldırdı. Sportif hareketler yaptı. Dağların o keskin ve temiz kokusunu ciğerlerine çekti. Karşı yamaçlarda, aşağılarda, uçurumun dibindeki vadide bütün tonlarıyla dizi dizi duran yeşillikler gördü. Ladin yeşili, sedir yeşili, ardıç yeşili, çam yeşili, ceviz yeşili, boz armut yeşili, erik yeşili…
Karasabanla sürülmüş tarlada, beş altı tur koştu. Kayanın altından köpüren kaynakta, o buz gibi suda, sabahın keskin saatinde elini-yüzünü yıkadı. Kendini güçlü, dinç hissetti. Çadırına döndü. Akşamdan kalan, külde sakladığı közlere çalı çılpı atarak ateşi uyandırdı. Bir çay demledi; koyu, köpük, köpük... Branda sandalyesine oturdu. Ayaklarını harman taşlarına uzattı. Kupa bardakta çayını yudumladı. Gözleri ufuktaki kayalara asılı beyaz bulutlara takıldı. O bulutlar Galata Kulesi’nin arkasında simsiyah, korkunç bir şekilde duruyordu. Şu kel adamla kan-can olmuşlardı. Hiç ayrılmıyorlardı. Adam Âşık Veysel Sokağı’ndaki evine çok seyrek uğruyordu. Kutsal günler bitmiş, artık camilerin kandilleri her akşam yanmıyordu.
Kel, rahibelere saldırmayı planladı. İstiklâl’i mesken tutmuşlardı. Sent Antuan Kilisesi’ni göz hapsinde tutuyorlardı. Dört numaralı dairede oturan zayıf duruşlu, uzun boylu adam, dostunun yaptıklarına kesinlikle karşıydı. Ama kendini ondan kurtaramıyordu. Aslında kurtarmıyordu, kelimesi buraya daha uygun düşer. Artık kel, sarhoş olmuyor. Kumkapı’nın, Beyoğlu’nun arka sokaklarının yolunu aşındırmıyor. Ama yaşamak için şehir gibi, şehrin öteki insanları gibi davranmaları gerekiyor. Şehre kış düşüyor. Sağanak sağanak yağmurlar iniyor. Plânsız, çarpık sokaklardaki evleri sular basıyor. Adam ve dostu kel, artık sokaklarda kalmayı bırakıyorlar. Soğuktur. Kıçları donmak üzeredir. Âşık Veysel Sokağı’ndaki dört numaralı daireye tekrar yerleşiyorlar.
Münzevi, dağların kollarına kendini tam teslimiyetle bırakan adam yaz günlerinin geçmesini bu şekilde bekliyor. Kamp yerini bir dağ köylüsü yokluyor. Ona süt ve taze peynir getiriyor. Köylüye merhaba diyor. Sakin günlerde ruhunu dinlendiriyor. Tarlalarında fasulyelerini sulayan çiftçilere yardım ediyor. Dağlara birkaç aylığına terk edilmiş başı boş sığırların talanından, tarladaki mahsulleri koruyor. Bir söğüt ağacının gövdesi ile bir kayanın kolları arasına gerdiği hamakta saatlerce sallanıyor. Bir ibibik kuşu ötüyor. Tepedeki heybetli, içten içe çürüyen yaşlı cevizden çığlık çığlığa bağıran sincapların sesleri geliyor. Hantal bir kaplumbağa çayırda papatya otları yayılıyor. Bazı günler ormanın derinliklerinde saatlerce süren yürüyüşler yapıyor. Doruklardaki karların erimesiyle beslenen, köpüren derelerde terlemiş bedenini soğutuyor. Günler böyle geçiyor. Kovanından dağlara kaçan bir arı oğulunun ardıç ağacının oyuğundaki yuvasını keşfediyor. Ağacın gövdesinden akan balı parmaklarıyla tadıyor. Zamanı masumiyetler içinde geçiyor. Kel adamı aklından silmek istiyor, ama bunu yapamıyor. Yıldızlı akşamlarda –bütün gece saatleri yıldızlıdır- çadırın içinde değil, sonsuz saman yolunun altında uyukluyor. Bakışlarını en uzaktaki, en belirsiz yıldıza sabitliyor. Şehri düşünüyor. O sahtekâr dostunu. Yaşamaya çalıştıklarını. Âşık Veysel’deki dairesini. Kirayı ödeyemediği günlerini. Kel ve üçkâğıtçı dostuyla yaptıkları vurgunları. İşporta tezgâhını. “Çakmaklara gaz” diye yırtındığı mekânları. Yağmur altında sebatkâr, mağrur ve mütevekkil ıslanan Taksim Meydanı’nı. Sıraselviler’e dönen kavşağı. Her şey düşüncelerinde. Tarlabaşı’ndan geçerken endamlı travestilerin göz kamaştıran güzellikleri. Polis copları. Sendikacılar’ın eylemleri. Marksçılar’ın yağmaladıkları gözü yaşlı, kırgın bakışlı dükkanlar…
Kafası dinleniyor. Ruhu, bedeni…
Kamp yeri gerilerde kalıyor. Çadırını topluyor.
Şehre dönecektir. Bir güz günleri başlamıştır. Dağların dorukları çirkin, çirkin…
Birazdan yağmur başlayacak.
Kel, sahtekâr arkadaşı izini bulamaz ise adam, şehirde yalnız kalacak. Âşık Veysel Sokağı’ndaki evini değiştirecek. Yaşamaya(!) tekrar başlayacak.
05.10.2008
[email protected]