Ona bir ömür biçilmişti.
Hiçbir şeyden korkmuyor değildi.
Şehre yıldırımlar gibi, bir nisan ayı kar erime gününde çıldıran nehirler kadar karanlıklar çöktüğünde korkuyor; çocuksu yıllarda annesinin bacaklarına sarılır gibi tenha odasının bir ucunda yalnızlığına sarılıyordu. Çöplüklerde martılar çığrışıyordu. Birileri, elleri ceplerinde, kayalara çarpan dalgaların damlacıklarının savrulduğu yollarda yürüyor. Limanda dalgalardan başı dönmüş gemilerin sancılı gözlerine şahit oluyor ve korkuyordu.
Bir lodos eserdi. Kar taneleri Galata Kulesi’nden havalanan martı sürülerinin aralarından döne döne inerdi. Bir yalnızlığın, uzaklarda görkemle örülmek istenen hayatın iplerini birileri sıkıca tutardı.
Küfürler, korkular. Bir pavyonun ışıltıları yollara vururdu. Sarı arabalar geçerdi. Hangi duygular onları bu hallere sürüklemiştir? Sarhoş adamlar kaldırımları ayırt edemeden , ayaklarının yerini güvenceye alamadan yürürler.
Adam ürperir. Şehri görür. İnsanları, yaşam tarzlarını.
Sirkeci’nin arkasında, unutulmuş pansiyonlardan birine yerleşmişti. Bu, uzakların ilk deneyimiydi. Leş gibi kokan nevresimlerin örttüğü bir karyola, duvarında dekor namına bir küçük ayna, siyahımsı yastıkların yanı başında bir komodin. Pencere, kesme taş döşeli dar bir sokağa bakar. Oradan yağmurlu günlerde küçük derecikler aşağılara kayar.
Uyuyamazdı. Bir şok tesirine maruz kalmıştı. Yalnızlığı ile baş başa kaldığında, dizlerini göğsüne çeker akşamı, devasa ışıkları düşünürdü. Kimseye merhaba diyemediklerini. Kulaklarına dolan gemi böğürmelerinin ve medeniyet şehrinin hızını algılayarak yaşayamadıklarını.
O kasaba gerilerde kalmıştır. Öncekilerin öyküsünü yazdığı, çamurlu ve daracık yollarından koşarak geçtiği annesinin, babasının yaşadığı, uzayan bozkırın tam ortasında kurulan kasaba. Oraya ait hafızasında neler kalmıştı ki?
Beyninin içi bomboş değildi. Çocuksu, berrak duygular. İnsan karakterine dair iyi zanlar. Şehirlerin şehrine yönelik ihtişamlı ve sempatik hayaller…
Babası kasabanın işlek tek caddesinde oraya özgü tek bir kitapçı dükkanını işletirdi. Şehirle ilgili istediği bilgileri orada zorlanmadan bulabilirdi. En son çıkan aylık dergiler kendi dükkanlarına gelir ve onun gözlerinin önünden geçerdi. Bazen minyatürler görürdü. Şehrin en görkemli noktalarına dikilmiş kale burçlarında salınan pürçüklü sancaklar, bilgelerin sofrasında hikmete kaşık sallayan müritler.
Nehrin öbür taraflarında, uzak kayalıklarda batan güneşe ellerini göğsüne bağlayarak bakardı. Bir istek, hemen büyüyüp o şehre ulaşma isteği içinde kabarırdı.
Ve şimdi…
Uzun yıllar geçmişti. Annesinin, çantasının bir köşesine sıkıştırdığı muska ve o kadının halis dualarına sarılıyordu. Uzaktaydı. Kısacık öyküler yazıyordu. Bir roman denemesi… Hiç tanımaya fırsat bulamadığı, şehrin en güzel kızına yazılmış mektuplar. Ağlamaklı şiirler. Mevlana’nın Mesnevisi, Said Nursi’nin risaleleri, fikir modasına saplandığı günlerin kalıntısı Das Kapital…
Şimdi şehri okuyordu. İnsanları çözmek istiyordu. Haftalar onu biraz bilinçlendirmişti. Kaypak adam olma düşünceleri onu ayakta tutabilirdi. Ama o Anadolu’ydu. Ya yetiştiği terbiye ne olacaktı! Sımsıkı sarıldığı kökleri.
Acıkmıştı. Zaman bir hayli ilerlemişti. Bir çorba içmeliydi. Yüz bin lirası kalmıştı. Bir an önce öykülerini yayınlayacak insanları bulmalıydı.
O kasabaya dönmek onun için en kötü sondu. Ya yayıncı bulamazsa… Hayallerinin güdük olduğunu söylerlerse.
Belki bir tarikata katılırdı. Derviş akşamında gökteki yıldızları izlerdi. Dergâhın duvarlarının ötesindeki denizde kayan gemileri düşünür, çığrışan martıların kanat seslerini duyumsamaya çalışırdı. Rabıtalar kurardı onlarla. O kasabaya, arkasında bıraktıklarına bir daha dönmemeliydi.
Bir ihtimal meyhanede akşamlardı. Artık yer altı örgütlerinin gözü kanlı tetikçisi olmuştur. Bu durumda bilinci çoğu zaman uyanıklıktan uzak dururdu. İş üzerinde olmadığı vakitlerinde sarhoş sallanmalarıyla sahillerde gezinir, kaba dalgaların aralarından taşlar kaydırmaya çalışırdı. Hiç kimseye minneti olmazdı. Öldüren, can alan o olurdu. Kiralık bir adamdı.
Ama oraya dönmemeliydi.
Süleymaniye’den ezan yükselir. Yeni Cami’den ve diğerlerinden. Bir akşam saatidir. Müezzinler adeta yarışmaktadırlar. Bu kaçıncı günün akşama durduğu saatidir? Şehrin yabancısı değildi artık. Kesinlikle adımlarında bir tedirginlik, bakışlarında kaçamak görünmüyordu. Ama elleri adeta böğründe kalakalmıştı. Şehrin insanları onu görmemişlerdi. O, onları görmüş; küçüklüklerine üzülmüştü.
Yalnızlık çığ oluyordu.
Pansiyonun döne döne çıkan daracık merdivenlerinden odasına en son o giriyordu. Kırgın duygular, nefret bakışları ve özgüveninde kırılmalarla.
“-Onlara göstereceğim.”
Ama nasıl? Gece bitiyor. Şehir tüm telaşıyla ayaktadır. İnsanlar koşuşturuyor. Tramvaylar ters yönlerde kayıyor. Gün bitiyor. Ama adam dayanmaya çalışıyor.
Pansiyonun öksüz odasında, karaladıklarını inceliyor.
Şehir tüm yaygarası ve büyüklüğü ile sokaklarında geceyi gezdiriyor. Tenha caddelerinde tek tük arabalar dolaşıyor. Adam odasındadır. Yaşadıklarını ve aydınlıklarda yaşamak üzere olduklarını düşünüyor. Rezilce, sürünerek yaşama ihtimallerini.
Kan veriyor her şey.
Sakallı çayır kuşunu düşünüyor. Yılkıdan arkaya kalmış ihtiyar atı. Koyunlarını dağların ıssızlığında kaybeden, koyakların sağır derinliklerinde unutan çobanı. Yalnızlığı. Kırgınlıkları. Kar sularıyla köpüren dereleri. Oluklu pınarların soğuk aralıklarında bir kabın içinde bırakılan taze koyun yağlarını. Kirli elbiseli, dağınık saçlı ve kelleşmiş yanaklı çocuklarını. Çadırların aralarında sabahlayan sığır sürülerini. Taze bir tezeğe basma tehlikesiyle karanlığın içinde, yıldızların aydınlığında yürümelerini.
Ve az sonra güneşin ilk ışıklarıyla yaşayacak olduklarını. Şehri bir daha görecek. Onun yapmacık, mukavvadan insanlarını. Berrak olmayan tavırları. Kasabasını ve kalabalıkların insanlarını kıyaslayacak.
Elleri ürperiyor. Sabahın ona sunacağı her yaşantı, realite onu korkutuyor.
Pansiyonda akşam oluyor. Sabah oluyor. Orada mı geçirecek ömrünü?
Bütün yaşayamadıkları ama yazdıkları dağlar gibi kabarıyor. Kimselerle onları paylaşamıyor. Kaldırımlarda kimseye çarpmadan, mağrur ama mağlup yürüyor.
Ona bir ömür biçilmişti. Bir kasabanın akşamından, devasa metropollerin soğuk sokaklarında geçirilecek bir ömür. Korkularla örülecek bir gençlik. Bir şehre ulaştığında ellerini tutacağı sağlam yerler bulamayacak. Ve bir şehre vasıl olmuştu. Tutunacak hiçbir yer bulamıyordu.
Yoksa ona biçilen ömür bu muydu?
Yalnız, leş kokulu pansiyon odasında, dev bir şehrin küçücük insanı yaşıyordu.
Gece aydınlığa, aydınlık geceye giriyor…
02.01.2006
[email protected]