Menu
BİR SANDIK DOLUSU KİTAP
Öykü • BİR SANDIK DOLUSU KİTAP

BİR SANDIK DOLUSU KİTAP

"Bir özleyiş ve bir korkudan sonra bayrağın kıymetini ne kadar daha başka, ne kadar daha yakından duyuyordum." Ruşen Eşref Ünaydın.

Kişi, belli bir yaşa gelinceye kadar elindekinin kıymetini gerçek manada bilemiyor. Bu, en başta insan, daha sonra, mal, mülk, ya da dededen, babadan kalma bir sandık dolusu kitap da olabilir.

Hele de toplumun bazı kesimleri; yani buna dair bir idrak kazandırılmamış ya da edinememiş olanlar için elindekinin kıymetini anlama yaşı belki daha da geç gelebilir. Ne var ki o gün geldiğinde acaba ne kalmıştır elinde...

İnsanlar geçip gitmiş, mal mülk, halk tabiriyle ”har vurup harman savrularak” elden çıkmış ve kitaplar; o zamanın şartlarında pek işe yaramadıkları için, ya bir köşede çürüyüp kalmış veya haraç mezat bir sahafa satılmıştır. Böylece; o kitaplarla birlikte, onları toplamak için yıllarını veren şahsın da hatıraları, kitap sayfaları arasına gizlenmiş yazıları, altını çizerek okuduğu satırlarda gizli düşünceleri, kısacası; ara sıra bakılmak zahmetine katlanıldığında, onu hatırlatacak birçok şey ortadan kalkmış ve belki o şahıs böylelikle bir kere daha ölmüştür. Gerçi bizim toplumumuzda bunun yapılması için kişinin terk-i hayat etmesine de gerek yoktur. Zira çoğunlukla kitaplar, sahibinin sağlığında bile, ortalığı işgal eden pozisyonunda görülmüş ve bir an önce ortadan kaldırılıp, bir köşeye atılmaya çalışılmıştır.

Oysa yeri geldiğinde, kitapla ilgili bir çuval laf etmesini bilmekte; kitabın öneminden ve kitaba gereken değeri vermeyen toplumların kalkınamayacağından bahis açmakta üstümüze yoktur. Ancak böyle konuşmamız; yer, zaman ve durum gereğidir. Bu söylediklerimiz, pratikte kendimize bir şey ifade etmez. Hatta öyleleri vardır ki çevremizde; okuduğu son kitabın yılı, en son mezun olduğu okula denk gelmektedir. Bırakın kitapları; dergilerin, gazetelerin hayatımızın ne kadar içinde olduğunu, tiraj raporlarına bakarak kolayca anlayabiliriz.

Bunları niçin yazıyorum? Sebebi kitaplara dayanan bir üzüntüyü hafifletmek, en azından biraz olsun rahatlamak için. Gerçi bu anlatacaklarım, çokları için en küçük bir üzüntü sebebi olmaya bile lâyık değildir.
Anlatacaklarım hususunda ta çocukluğuma kadar gitmem gerek... İlkokul yıllarıma ve belki de daha öncesine... Evlerimizin küçük, yüreklerimizin büyük, gelenimizin, gidenimizin çok, mahalle yaşantısının sıkı sıkıya olmasa bile, henüz daha muhafaza edildiği, “kırılan yüreklere dağıttığımız gülüşlerimizin olduğu” zamanlara kadar... “Yılların çiğneyip geçtiği ve geriye ancak yaşama telaşının” kaldığı günler gelmeden önceydi bütün bunlar... Kim ne derse desin; anlatmaya çalıştığımız kesinlikle bir geçmişe özlem değil, bugünle mukayese ettiğimizde yerinde bulamadıklarımız ve yerine ise, hiç bir şey koyamadıklarımızdan yana hissettiklerimizdir. Kimi bu duygularını, üç dört kişi bir araya geldiklerinde konuşarak tatmin eder; kimi de bizim gibi yazarak işte böyle... Söz fazla dağılmadan, hemen toparlayalım ve sadede gelelim:

Yazının başlığındaki “Bir Sandık Dolusu Kitap”, ailenin büyüklerine (Dedeme, babama ve büyük ağabeyime) aittir ve yukarıda da yazmaya çalıştığım gibi, onlarla tanışmam ilkokula bile gitmediğim yıllara dayanır. Tahtadan yapılma basit bir sandığın içindeki bu kara ciltli, boy boy kitaplara her baktığımda, içimde esrarengiz duygular uyanırdı. ilkokula başlayıp okumayı öğrendiğimde de ara sıra üzerindeki örtüyü kaldırıp onlara bakınca, içimi kaplayan bu duygu azalacağına daha da çoğaldı. Okumayı öğrenmiştim ama bu kitapları yine okuyamıyordum. Çünkü onlar Osmanlıca yazılmıştı ve benim okumama imkân yoktu. Sebebini henüz kavrayamadığım bu durum, tıpkı bugün olduğu gibi, o gün de beni rahatsız ediyordu. Sonra büyüklerimden öğrenmiştim ki; bunun için de ayrı bir çaba gerekti ve ne yazık ki ben-ve benim gibi olan başkaları da-araya değişik meşgalelerin ( ya da adına ne derseniz deyin), girmesiyle bu çabayı gösteremedim. Şöyle de söylenebilir; onları niçin okumam gerektiği hakkında söylenenler belki de tam tesirli olmamıştı ve başka bir kulvarda yaptığımız koşu da buna engel olmuştu. Şimdiler de, biraz geç olduğu zannı galip gelse de, yine de bu gayreti göstermeye başladığımı da ekleyeyim bu arada... “Zararın neresinden dönülürse kârdır” misali...

Benim, bu bir sandık dolusu (Bu kadar kitapta nedir ki deyip geçmeyin; Türkiye’nin, bundan yetmiş, seksen yıl öncesinin şartlarını göz önüne getirirseniz, ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlarsınız.) Osmanlıca kitaba dair ancak hatıralarım oldu. Çocukluğumuzda ve ilk gençlik yıllarımızda, büyüklerimizin, sözünü ettiğim kitaplardan okudukları ve bizim de uzun kış gecelerinde onlardan dinlediğimiz epeyce malumatımız oldu. Babam, önceden okuduklarını yeri geldikçe bizlere nakletmeyle iktifa(yetinme) ederdi; ama dedem, çoğunlukla kitaptan okurdu. Özellik dedemin bu davranışı, belki bu okuma seanslarının en anlatılmaya değer olanıdır.

Rahmetli, ölünceye kadar okumadan uzak durmadı. Ancak, insanımızın çoğunda olan bir eksiklik onda da vardı; yazma alışkanlığının olmaması... Hele günümüz için, geçmişte yazılmış eserlerin, hatıratların, seyahatnamelerin ne kadar önem arzettiğini gördükten sonra, onun yazma alışkanlığı edinememiş olmasının acısı zihnimde daha da büyüyor. Dolayısıyla, yaşadıklarını ve gördüklerini yazabilme konusunda belli bilgi ve birikime sahip olupta yazmayan kişiler için olduğu gibi, onun da yaşadıklarını yazmaması karşısında “keşke” dememek ve eleme kapılmamak mümkün değil. Fakat, en azından okuma konusunda seksenine merdiven dayadığı son zamanlarında bile ısrarlı olması da, yabana atılır bir özellik değildi. Bu gün ondan kalan bir sandık dolusu bu Osmanlıca kitap, bizlerden gereken ilgiyi görmese de, yine de bunun, kişisel tarihimiz açısından sevinilecek bir durum olduğunu düşünüyorum.

Akşam olunca, yatsı namazını eda etmesinin ardından seslenirdi: ”Oğul, hele benim okuduğum o kahverengi kitabı getir.” Aşağıdaki sofayı üstteki küçük odaya bağlayan beş on basamaklı ağaçtan mamul merdiveni bir koşu çıkar ve kitapla geri dönerdim. Dedem gözlüklerini takarak ayağa kalkar ve tavandan sarkan lambanın ışığında yüksek sesle okumaya başlardı. Ara sıra odada kim olduğuna bakar ve parçanın içinde geçen bazı yabancı kelimeleri ve ne anlatılmak istendiğini açıklardı. Delail-i Şerif, Siyeri Nebi, Hayat’üs Sahabe, Ahmediye, Muhammediye, ilmihal ve diğer bazı kitapları okur ve anlatırdı. Arada bir sıkılıpta, dinleme ciddiyetini kaybettiğimizde, tatlı bir eda ile azarlar, ardından sözlerine son verirdi. ( Yazının bu bölümü, “Dedem Hacı Sabit Ya Da Nam-ı Diğer Fındık Hoca” adıyla, Hüseyin Kaya’nın büyük fedakârlıklarla Sivas’ta yayımladığı Sühan dergisi’nin “Dede” özel sayısındaki yazımdan alınmıştır. Sayı: 17, ağustos eylül ekim 2007)

Bu kitaplarla ilgili en son anlatacaklarım daha hazin ögeler içeriyor. Dedemden sonra hayat kavgasıyla uğraştığımız yıllarda, adeta unuttuk o kitapları... Mahzun ve boynu bükük, öylece bir köşede kaldılar epeyce... Bu arada eski evden; herkes evlenip, yeni evlere taşındığından, bazı hikâyelerde geçtiği üzere, çatı katında terkedilen eşyalar gibi, onlar da bir müddet kendi hallerinde oralarda beklediler. Ta ki geçtiğimiz günlere kadar...

Epeydir aklımda olan yaptım ve bir süre önce büyük ağabeyimin evine yerleşen, dedeme, babama, evin büyüklerine ve benim küçük dünyama ait izler taşıyan kitapları ziyaret ettim. Ancak onları tahminimden daha kötü buldum. Adeta vefasızlığımıza dayanamamış, yılların ve ilgisizliğin etkisiyle bazıları darmadağın olmuştu. İçimi saran melâl eşliğinde, ağabeyimin okuyarak yaptığı katkının yardımıyla, birlikte tek tek elden geçirdik ve onları, mutlu olmasalar bile şimdilik rahat edecekleri bir yere yerleştirdik. Tabii geçici bir süre için inşallah... Çünkü ilk fırsatta, onları ciltleyecek ve kendine getirecek, beni de “keşke” duygusunun ağırlığından kurtaracak birini bulduğumda, onun mahir ellerine teslim edeceğim. Bunun da o kadar kolay olmadığını tahmin edersiniz; zira onların dilinden anlayacak mücellit kaldımı ki memlekette? Bilen varsa lütfen söylesin.
İşte böyle... Siz siz olun benim durumuma düşmeyin. Elinizdekinin kıymetini zamanında bilin. Eskilerin deyimiyle; Basra harap olduktan (“bade harabül Basra”) sonra değil...