Yeni bir yılı karşılarken...
Zaman akıp gidiyor ve bizler zamanın bıraktığı izlerle baş başa kalıyoruz... Zamanı durduramamanın çaresizliği ve elemi içinde hem de... Şu dünya da kaç kişi vardır acaba, bu tükeniş karşısında duygulanmayan, yüreğinde hüzün rüzgârları esmeyen ve arada bir de olsa “Yıllar ne de çabuk geçti, her şey daha dün gibi...” demeyen... Bunu söylerken, belki etrafında boy boy çocukları vardır, belki torun sahibidir ve belki de, orta yaşı çoktan geçmiş, yıllar belini bükmüş, saçlarını ağartmıştır. Heyecanları azalmış, coşkularına kar yağmıştır. Artık gündüzden çok, geceye yaklaşmıştır. Uykuları delik deşiktir ve bugünden çok hatıralarda yaşamaktadır. Zaman düşlerini de elinden almış ve hayat onun için gittikçe uzaklaşan bir manzaradır. Henüz yollarının ayrılmadığı ve ara sıra bir mekânda buluşup muhabbet ettiği üç beş dostu da olmasa, yaşadığına bile inanamayacaktır. Konuşulanların çoğu ise; başka bir diyarın sakini olmuş eski dostlar ve geçmişe dair olaylardır.
Oldukça uzun yaşamış ve başından değişik olaylar geçmiş birine sorsanız bu yaşa nasıl geldiğini, onun da kolay kolay bu soruya cevap vereceğini sanmıyoruz. Bu soruyu dönüp kendinize sorarsanız, niye böyle düşündüğümüzü herhalde daha iyi anlarsınız. Zira öyle anlarımız oluyor ki, bir zamanlar yaşadığımız çocukluğumuz, uzak çok uzak bir hayal gibi geliyor bize... Bu da ömrün ne derece hızlı geçtiğinin delili...
“Yazar Kazancakis, bir gün dalgın dalgın nehre bakan bir ihtiyara merak edip yaklaşır ve sorar:
- Nereye bakıyorsunuz? İhtiyar büyük bir elem içerisinde cevap verir:
-Hayatıma oğul, akıp giden hayatıma...”
İşte hayat; bazen akıp giden bir nehir, bazen hızla yanımızdan geçip giden ve uzaklarda kaybolan bir buluttur. Onlar nasıl yol alıp giderlerse bir yerlere doğru, ömrümüz de onlarla beraber yılları devredip durur habire... Bir bakarız ki; saçımıza, sakalımıza aklar düşmüş, yüzümüzde, gözümüzde kırışıklıklar belirmiş. Ömür kervanı yürüyüp gitmiştir de, haberimiz bile olmamıştır sanki... Şairin söylediği gibi, aynaya baktığımızda kendimizi zor tanırız... “Bu ben miyim?” diye sormaktan kendimizi alamayız.
Ne var ki, bizim nasıl geçtiğini bilemediğimiz ve çabuk geçtiğinden sözettiğimiz zamanlara, bazıları nice nice güzellikleri sığdırmışlar, insanlığa yararlı nice eserler bırakmışlar arkalarında. Böylece; geleceğe ışık tutmuşlar, kendilerinden yıllarca sonra dünyaya ayak basacak olanlara bile kılavuzluk etmişlerdir.
Oysa ömrün ne kadar çabuk geçtiğinden şikâyetçi olan bizler, hiç olmazsa arada bir, hayatımızın neye yaradığının, bizden geriye nelerin kalacağının hesabını yapmalıyız. Bu hesap sonucunda ortaya çıkan sonuç çok acı veriyorsa, işte o zaman daha çok yanmalıyız ömrümüzün çoğunun boşa geçtiğini düşünerek...
Ancak, bu andan sonra neye yarar ağlamak, sızlamak, gidenin ardından haykırmak, gözyaşı dökmek, üzülmek... Ne fayda eder bütün bunlar... Bütün bu sızlanmalar... Bütün bu içlenmeler... Ah çekişler... inleyişler... Sızım sızım sızlayışlar... Giden gitmiştir, geçen geçmiştir... Bir ya da bir çok yalana fedâ edilmiştir ömür gibi bir gerçek... Bir yalan ya da nice yalanlar uğruna feda edilmiş, harcanmıştır böylece... Ama yine de; “Zararın neresinden dönülürse kardır.” diye düşünmek ve ona göre davranmak, belki bir teselli olabilir bu konuda...
Onun için de; eldeki uçup gittikten, ömür; ardından bakınca huzur duyacağımız işler uğrunda değil de, acı duyacağımız işler için fedâ edildikten sonra edinilen bu anlayış hiçbir işe yaramaz. Üzülmek yerine, bu durumdan ders alarak, yaşadığımız anı gerektiği gibi değerlendirmeye bakmak, yeni zamanlara, yeni hedefler, yeni projelerle girmek herhalde en doğrusu olsa gerek.
O zaman ki; “....bir çark-ı felektir, ikballeri idbare, idbarları ikbale çevirir. Bir ağlatır, bir güldürür. Ona çok sıkı yapışırsan dişlilerinin arasına alır, bu hâle getirir. Gıdası, yıkılmış hayaller, boş yere çekilmiş kahırlardır. Gelimli gidimli güzellikler ardından akıtılan gözyaşı nehirleriyle dönen bir çarktır bu. Kendini anlamamakta ısrar edenlerden, kurtuluş akçesi gibi sarılanlardan öyle bir intikam alır ki. Onları öyle bir savurur ki...(...) Zaman bir aksakallı ihtiyar. Zaman kendi de bilmiyor, hangi zamandan beri yaşıyor?. Görüyor. Gösteriyor. Yorumluyor. Zaman bir kum saatinin incecik belinde akıyor, akıyor hep durmadan. Dünyaları, nesilleri, milletleri öğütüyor. Yurtları değiştiriyor. Şâhitlik ediyor. Zalimin zulmünü görüyor. Zalimin zulmünün yanına kalmadığını görüyor. Zalimin bir başka zalimden mazlumun ahını alışını, sonra kendinin de baş aşağı gidişini görüyor.
(...) Bazen de toplanıp bir yumağa dönüyor. Bir yumak gibi dürülüp dürülüp bir noktaya dönüyor. Ölçüler bazen anlamını yitiriyor. Bazen, genişleyip bazen daralan bir yol oluyor; bazen de, bu kimine genişleyip kimine daralan yolda akan bir yolcu oluyor.” (Hüdayi Can)
İşte birimiz... hepimiz... O... bu... ben... biz... hepimiz... Ömrümüzü başka başka yalanlar, başka başka hiçlikler sebebine tüketip, geçmişe yolculuyoruz ama, çoğumuz küçük bir iz bile bırakamıyoruz mâzinin yüzünde... Ne geçtiğimiz belli oradan, ne geçmediğimiz... Kendimizi çağrıştıracak bir hatırayı bile içinde barındırmayan, işe yaramayan nice nice işler sebebine harcayıp gidiyoruz zamanı... Orda burda keyfimizce tüketerek... Giderek azaldığını, eridiğini, tükendiğini fark bile edemeden... "Yaşamak farkında olmaktır." ayrıntısı üzerinde bir kez bile düşünmeden hem de...
Hatta çoğumuz; onun geçişi için üzülemedik, yürekten "ahh" bile edemedik, "keşke" bile diyemedik. "Onu varlık bütünü içinde kavrama cehdini..." göstermek yolunda hiç bir gayretimiz, çabamız, çalışmamız olmadı. Çünkü bunu düşünmek ve bu uğurda çaba sarf etmek, bir anlayışa, bir kavrayışa bağlıdır.
Bazen de umutsuz bir sevda, ulaşılması mümkün olmayan bir sevgi ya da sevgili uğrunda bitirdik yıllarımızı... Umut yerine hep umutsuzluğa, sevgi ya da sevgili yerine hep başka duygulara, başkalarına sarıldığımızı, ancak zaman geçip gün tükendiğinde, çerağ sönüp, ışıktan mahrum kaldığımızda anladık.
Zamansız gelen aşklardır belki bunlar... Ya erken geldiği için kıymetini bilemediğimiz, ya geç geldiği için karşılık veremediğimiz... Ruhumuz kavuşmanın hasretiyle yanar, aklımız bunun olamayacağını telkin eder bize... Bir çelişkiler yumağı gibidir ki; gün gün büyür ve kendini ele vermemek için hep zihnin kuytularında gezinir. Bazen ya bir şiirin arasına gizlenir, ya bir yazının içinden ses verir. Tanınmamak, ele güne rüsvây olmamak ve dostlarca kınanmamak için, direndikçe direnir. Ve derdine çare olmayı yine zamandan bekler, ve becerebilirse, “su diye içer zamanı”, “binip bir huzmeye” geçer zamanı...
(ERZURUM GAZETESİ/ 31.12.2007)