Menu
bir şiir: özleminle düşülen kayıt; bir deneme: anamın hiç gençlik...
Şiir • bir şiir: özleminle düşülen kayıt; bir deneme: anamın hiç gençlik...

bir şiir: özleminle düşülen kayıt; bir deneme: anamın hiç gençlik...


ÖZLEMİNLE DÜŞÜLEN KAYIT

Sana bakınca yani resmine

Bir gece sevdalısı gibi doluyor gözlerim

Uzak hatıralarım

Ve gerçekleşmeyen hayallerim geliyor aniden aklıma

Yüreğime bir kor düşüyor kanıma ateş

Birden çekip gideyim buralardan diyorum

Ellerin

Bir nar çiçeği inceliğinde

Ve bakışların

Yosun tutmuş bir denizi simgeliyor bende

Hikâyenin devamında bir nice ah var ama

Dayanamazsın diye söyleyemiyorum

Ve bazen

Bir kuş gibi kanatlanıp

Sonsuzluğa uçmayı düşlüyorum

Bir bakışın bende kalıyor bir bakışın gökyüzünde

Seni öylesine ama öylesine

Özlüyor özlüyorum

ANAMIN HİÇ GENÇLİK FOTOĞRAFI YOKTU Kİ YA DA ANAMLA HASBİHAL

Anne… Sen hayatta iken, bu günün önemine inanmazdım. Çünkü, ömrümün iki yılı hariç, diğer zamanlarım, bu şehirde geçti ve kısa bir mesafede, birkaç dakikada ulaşılacak bir yerde yaşıyordunuz babamla… Ama kaybettikten sonra; sadece hatıralarla avunmak ve bu günler geldiğinde içimde taşıdığım, o gün daha da artan hüzünle baş başa kalmayı, sokaklara, caddelere çıkmamayı tercih ediyorum. Bir yandan, her tarafı kaplamış “Anneler Günü” ilanlarını görmek istemiyor, diğer yandan da, sanki işin ticari yönü daha fazla ön plana çıkarılıyormuş hissiyle, annelere haksızlık yapıldığı kanaatine kapılıyorum. Ancak yine de bu yapılanın, hatırlamaya yönelik değil de-unutulanlar hatırlanır zira-, belki anne gibi yüce bir varlık hakkında daha bilinçle, idrakle düşünmek sonucunu doğuracağını umut ediyorum.

Anne… Bu yıl ki “Anneler Günü”nde senin yıllardır hep cüzdanımda gezdirdiğim fotoğrafını, masamın üzerine koydum ve yüzüne, yüzündeki çizgilere, bakışlarındaki şefkate, çile çekmişlere has duruşa baktım. Hatırlamak için değil, biliyorsun; hiç ama hiç unutmadım ki… Gerçi, insanlar çekip gidince ya da dönülmez yolculuklara çıkınca, hafızadan ilk önce silinen yüz hatlarıymış. Belki de bunun için, senin ve babamın fotoğrafını ara sıra cüzdanımdan çıkarıp bakarım. Böyle bir şeyin olabileceği korkusu ürkütür ve adeta ihanet etmişim gibi gelir. Nasıl olur da insan, kendisini doğup büyüten, ninni söyleyip dizinde yatıran ve bin bir itinayla, fedakârlıkla bu yaşlara getiren annesinin yüzünü unutur? Fakat, buna inanmak istemese de kişi, başkalarında ya da başkalarına ait yüzlerde, bu durumun tecelli ettiğini görüyor bazen… Ancak onların hangisi annenin yerini tutabilir ki? Onun içinde bu söylenenin gerçekleşmesi mümkün değil.

İnanması zor belki ama, fotoğrafına bakarken, bu ayrıntılar, yüzünün her bir çizgisinde saklı olan bu anlatımlar, “yaşarken niçin bu kadar dikkat etmedim” sorusuyla yüz yüze getirdi beni… Elem çiçekleri açtı yüreğimde birden… Yılları birbirine bu kadar yakın olarak tüketip, ancak dönüşsüz bir yolculuğa uğurladıktan sonra bu ayrıntıların farkına varmanın ruhuma verdiği üzüntü, yaş olup aktı gözlerimden…

Anne… İster özlediğimden, ister seninle olan hatıralarımı, mazinin örttüğü yerden çekip çıkararak yeniden yaşamak istememden, ara sıra o iki fotoğrafını yan yana koyar ve bakarım. Hatta ara sıra bunu, yanımda birileri olduğunda bile yapar ve derin bir melal içinde sana ve babama dair anılardan sözederim. Sevdiklerini yaşatmanın bir yolu da bu… Anne-babaları hayatta olanların bunu gerektiği gibi anlayamayacaklarını bilsem de, bu konuda daha derin ve daha ince düşünmelerine katkı sağlayabilme amacıyla bunu yaparım. Gerçi hiçbir şey, kaybedilmeden önce tam manasıyla anlaşılamaz ve kıymeti bilinemez. Ne kadar anlatılsa da…

Anne… O iki fotoğrafını dedim ya… Hem zaten hayatından geriye, seni hatırlatacak o kadar çok fotoğrafın da yok. Bilmem hatırlar mısın? Vesikalık olarak çekilmiş bu iki fotoğrafı da, bir mecburiyet sebebiyle çektirmiştik ve yanında yine ben vardım. Yoksa seni, böyle bir mecburiyet olmasa, fotoğrafçıya götürüp, fotoğrafını çektirmem hiç mümkün müydü? Hicabına ve anlayışına bunu kabul ettirmek o kadar zordu ki!

Ne var ki, iyi ki böyle bir hâl ortaya çıkmış da, on beş yirmi sene arayla bu iki fotoğrafı çektirmişiz. İlkinde; yaşlılığın emarelerinin yavaş yavaş başladığını, ikincisindeyse; ihtiyarlığın çöktüğünü gördüğüm bu fotoğrafların bir teselli sağladığını söylesem de inanma… Sadece, hayatın geçişi sırasında başa gelen çilelerin, acıların ve hüznün işareti olan yüzündeki çizgilere bakıp, böyle bir günde seninle ilgili düşüncelere dalmak için bunu yapıyorum…

Anne… Gençliğine dair hiç fotoğrafının olmadığını, bu yazıyı yazarken, acıyla bir kere daha hatırladım. “Anneler Günü”nde yeniden farkında oluyorum ki, senin gençliğine dair fotoğrafın yok ve senin gençken nasıl göründüğünü hiç bilmiyorum. Duruşun, bakışların; o zaman nasıldı, doğrusu merak ediyorum. Zira, dünyaya gelmelerine sebep olduklarından hayatta kalanların sonuncusuyum ve ben doğduğumda kırklı yaşlarını süren sen, yüzünü hatırladığım zamanlarda artık çoktan orta yaşa adım atmıştın. Oradan oraya savuran hayat ve çevren, senin bir gençlik fotoğrafının olmasını mümkün kılmamışlardı. Aslında buna bir yandan çok üzülürken, bir yandan da senin yaşında ve senin gibi yaşayanların çoğunun gençliğine dair fotoğraflarının olmadığını hatırlayıp, teselli buluyor, rahatlıyorum. Hatta bazıları, arkalarında kendilerini hatırlatacak hiçbir iz, hiçbir belirti bırakmadan göçüp gidiyorlar bu dünyadan…

Anne… Çocuklar büyüdüğünde… Evlenip çoluk çocuğa karıştıklarında… Anneler, artık yavrularının kendilerine olan sevgilerinin azaldığını düşünürler mi? İnsan, eli ayağı tutmaya başladığında, muhtaçlığı kalmadığında, kendisini “gül gibi ve gül titreyişleriyle” büyüten annesini artık eskisi kadar sevmez mi? Annenin ne olduğunu idrakle ve Yaradan’ın verdiği değerle bilenler için bunun böyle olması mümkün değil… Ya da; olayların ve durumların etkisiyle, bu yazdığımızın uzağında büyüyenler için böyle bir durum söz konusu olabilir. Ancak gerçek anne sevgisini tatmış olanlar için böyle olamaz… Olmamalı… Ama şurası bir gerçek ki; yıllar geçtikçe, başka sevgilerle oyalanırız ve ona olan sevgimizi her zaman gösteremeyiz. Çoluk çocuğa, işe güce karıştığımızdan, ona ayıracağımız zamandan sürekli tasarruf ederiz. Bu doğru olmasa da, anne olması sebebiyle, onun bizi affedeceği umudunu içimizde hep saklı tutarız. Ama tasarrufun da bir sonu, bir sınırı vardır. Sonradan pişman olmamak için, bu sınırı iyi çizmemiz gerektiğini unutmayalım.

Ya eşlerimiz… Onlar da annedirler ve çocuklarının yanında onlara kötü davranınca, annelerinin düştüğü durumu gören çocuklarının ne kadar üzüldüklerinin bilmem farkında mıyız?

Annesizliğin acısıyla yüreği yaralanan ya da çocuklarının birden uçup gitmesiyle kederlere gark olanlara sabır dilerken; birer şefkat ve merhamet yumağı annelerin, evlatlarının hayırlı olmasını diliyor ve Orhan Seyfi Orhon’un “Annemle Hasbihâl” adlı şiirinden birkaç mısra ile yazımı bitirmek istiyorum:

“Anne, zannetme ki günler geçti de / Değişti evvelki hissim gitgide! / Bir hırçın çocuğum, değişmez huyum;/ Seneler geçse de ben yine buyum! / Senden umuyorum teselli yine! / Bugün şefkatine, muhabbetine / Zanneder misin ki yok ihtiyacım? / Belki eskisinden daha muhtacım!”