"Aslı"ya yeniden tel duvak,
"Kerem"e bir tutam yağmur bulutu.
Çobanlara biraz yıldız, biraz ateş,
İsterseniz bir de söğüt yaprağı bıçak
Ve dağ başlarına halka halka duman
Alalım, çarşılar kapanmadan.
Mustafa Necati Karaer
Sabrın ilmik ilmik dokunduğu... Kanaatin ve tevekkülün kanatlarıyla uçulduğu... Alış verişin telaşlı ve gürültülü ortamında bile... Sükûtun ince ince kurulduğu... Girenin çıkanın... kılın kırka yarıldığı bu mekânlarda, dinginliğin ve helal kazancın havasını soluduğu... Kapı önlerine atılan iskemlelerde oturan, işini gönül rahatlığı içerisinde evlatlarına devretmiş esnaf mâkûlesince muhabbet sofrasının kurulduğu... çarşılar vardı… çarşılar…
Onlar ki; kendi zamanlarını da beğenmezler ve geçmişin yüreklerde bıraktığı tadı, şimdiyle mukayese ederek, zamanenin ne kadar değiştiğinden, artık ne o eski esnafların ve ne de o sözüne itimat edilir, borcunu zamanında ödeyen sâdık müşterilerin kalmadığından dem vururlardı. Gönüller paslanmış, yürekler kararmış, diller yalanla hemhâl olmuştur. Bir “ahh!” ünleyişiyle sohbet sürer giderdi saatlerce... Ta ki; ruhları uyanmaya çağıran bir ezan sesiyle irkilinceye kadar...
Ve yine o zamanlarda ki… Kimsenin kazancında kimsenin gözü yoktu. Kanaat, tevekkül ve itaat üçlüsü el ele vererek kazanılanı bereketli kılıyor ve insanlar; varlıklarında olduğu gibi yokluklarında da yanlarında birilerini bulacaklarının, kendilerine uzanmış dost ellerinin yardımıyla tekrar doğrulacaklarının güveni içindeydiler. Bir sebep ya da bir hata sonucu elimdekini avucumdakini kaybedersem, yarınımda yokluğa mahkum olurum ve bir kenara atılırım endişesini yüreklerinde taşımazlardı sürekli... Dostluğun ve komşuluğun uzunluğu, dünya ve ahret arası idi. “Düşenin dostu olmaz.” sözü henüz bu kadar revaç bulmamıştı ve yaşamak bu kadar mihnetli, böylesine anlaşılmaz değildi. Aşkın tadı tuzu vardı ve âşıkların selamı sabahı önemsenir, sözleri gönüllerde iz bırakırdı. Daha bir mutluydular insanlar o günlerde her şeye rağmen… Sözü daha fazla dağıtmadan yine çarşılara gelirsek…
Çarşılar ve pazarlar, şehre asıl hüviyetini kazandıran yerlerdi. Alıcıyla satıcının sürekli karşılaştığı, selâmlaştığı, merhabalaştığı, dostluk oluşturduğu, ama dostluğunu alış verişine katmadığı önemli uzuvlarındandı şehrin...
Çarşının berberi olur; çayhanesi, aşhanesi olur. Ve tabii camii... Çarşı camileri genelde küçük, çoğunlukla çarşı esnafına hitap eden, ayrıca gelenin geçenin ve çarşıdan alışveriş edenin ibadet ettiği, sadeliğinde büyük bir huşu gizli olan, şirin yapılardır. Vakti, saati geldiğinde, huzur-u Hak için davet edildiğinde, dükkân sahipleri, kilit vurmayı bile düşünmeden, sadece kapıyı çekerek ibadete koşarlardı. Tevekkül ehli, helalin haramın ne olduğunu bilen ve ona göre davranan, komşusunu da en az kendisi kadar düşünen, kendisi kazanıyorsa bile, komşusunun da kazanmasını yürekten dileyen ve bunları kendinden sonra tezgâhı devralacak gençlere öğreten, sadece paranın değil, aynı zamanda insanlığında dilinden anlayan hâl ehli, gönül ehli kişilerdi onlar... Şimdilerde bu değerleri bilen ve ona göre davranan esnaf sayısının iyice azaldığını söylersek mübalağa etmemiş oluruz herhalde.
Geçenlerde, şöyle bir bakayım kenarda köşede ne kalmış, yine neresi yıkılmış diyerek, ara sıra yaptığım gibi, bir Erzurum turu attım. Gâh fotoğraf çekerek, gâh sağa sola bakarak yürürken, önce Kale’nin yakınındaki her geçen gün biraz daha viraneye dönen “Eski Erzurum Evleri”ni şöyle bir yokladım. Birkaç çocuğun oynadığı ve at arabasına yüklediği sebzeleri satmaya çalışan satıcının bağırışlarının yankılandığı sokakta, kendi kendime her zaman sorduğum, ama tatmin edici cevabı bir türlü bulamadığım şu soruyu bir kere daha sormadan edemedim: “Niçin bu tarihi dokuya sahip çıkılmaz ve geçmişimiz, tarihimiz olan bu evler böylesine yıkılışa terk edilir?” Belki teselli olabilir mi bilmiyorum ama, o arada gözüme, bu evlerin hemen yanındaki, kısa bir zaman önce tamir edilen, mezbelelik diye tabir edebileceğimiz kötü görüntüsünden kurtarılan, bin yedi yüzlü yıllarda Erzurumlu şeyhülislam Feyzullah Efendi tarafından yaptırılan, zaman içerisinde bir çok âlimin yetişmesine vesile olan Kurşunlu Camii ve medresesi ilişti. Bir vakitler talebelerin ilim okuduğu, irfan gördüğü o medreseler, şimdilerde eski usulde döşenmiş bir halde, ziyarete gelenlerin oturmasına tahsis edilmiş durumdadır.
Buradan çıkınca, ayaklarım beni, müşteri yerine şimdilerde daha çok hüznün dolaştığı çarşılara götürdü. Çarşı dediysem; şimdiye kadar her nasılsa ayakta kalmayı başarabilmiş çarşılardan sözediyorum. Acı olan şu ki; artık ne bakırcıların, ne kavafların ve ne de Hacılar Hanı olarak ünlenen çarşıların o eski saltanatlı günlerinden, neşelerinden eser yok. Satıcılar kapı önüne oturmuş, ara sıra gelip geçenleri seyretmekle meşguller. Yüzlerindeki ifade yürek yaralayıcı… Ne konuştuklarını bilmesem de, çoğunlukla, geleceği görememelerini, teknolojiye ve zamana mağlup oluşlarını konu edindiklerini düşünüyorum. Hele de; bundan sonra gelecek günlerde, nerdeyse her şeyin satıldığı, bir girildiğinde bütün ihtiyaçların karşılanarak çıkıldığı büyük büyük süpermarketlerin elinden ekmek parası kapma meselesi, çözülemez güç bir iş olarak orada öylece durmaktadır.
Yan yana sıralı, tek katlı bu dükkânlarda, genelde birbirinin aynı ve belli mevsimlerde satışının fazla olduğu birkaç değişik mal üretilmekte ve kapı önlerine sıralanarak, müşterinin beğenisine sunulmaktadır. Ancak bunların da, o eski kalitesinden uzak olduğunu, bunlardan az çok anlayan ve alıcı gözle bakan kişi hemen bilir. Yani onlar da artık el emeğini, göz nurunu kıt kanaat kullanarak, çokça makine yardımıyla yaptıkları bu işlerin, meraklılarınca uzun yıllar saklanmak üzere değil de, belli bir süre kullanılıp atılmak amacıyla satın alındığının farkındalar. Haklılar; zira geçimini zor sağlayan kişiden, madeni ince ince işleyerek sanata dönüştürmesini beklemek herhalde bencillik ve hayalcilik olur.
Bu çarşıların kimi de artık asıl amacına uygun olarak değil de; para kazanmak için harcıâlem malların satıldığı mekânlara dönüştürülmüştür. Hatta tarihi hüviyeti olan bazı çarşıları bu halde görmek, insanın üzüntüsünü bir kat daha artırıyor. Hele de buraları işletenlerde görülmeye başlayan bazı davranışların, geçmişin huzurlu, kanaatkâr, hoş ve dürüst yüzünün gizli olduğu bu dükkânlara hiç yakışmadığını söylemeden geçmeyelim ve bununla ilgili olarak yaşadığımız bir olayı aktarmaya çalışalım.
Hâlâ yaşamakta olduğum ve Tanpınar’ın büyük bir kadirşinâslık göstererek ve daha çok insanından etkilenerek yazdığı “Beş Şehir”den biri olan ve beldeye anlam kazandıranlar sebebine, “Şehr-i Mübarek” diye anılan Erzurum’da, Kavaflardaki (ayakkabı satanların bir arada olduğu çarşı) bir dükkândan bir şeyler alıyorum. İstediklerimden biri, alış veriş ettiğim yerde yoktu. Delikanlılığın henüz eşiğindeki çocuk, “Bir koşu yandaki bir dükkândan alır gelirim.” dedi ve çıktı gitti. Eşiğe çıkıp arkasından baktığımda gördüm ki, yandakinden değil de, daha uzaktaki bir dükkândan alıp geldi. Bunun sebebini sorduğumda verdiği cevap, çarşılardaki komşuluk ilişkilerinin de ne kadar bozulduğunu göstermesi bakımından ibret vericiydi: “-Ağabey, ondan alsaydım, pahalıya verirdi.!” Halbuki çarşılarda iş yapanlara meslekleri, geleneksel bir süreçten geçerek intikal etmişti. Onun için de, yaptıkları işin künhüne vakıf, iş disiplini olan bu eski ustalar, mesleklerinin itibarını zedeleyici davranışlardan şiddetle kaçınırlardı. Ya şimdi?
İnsanın çalıştığı, oturduğu mekânın, onun kişiliği üzerinde önemli etkiler bıraktığı bir gerçektir. Bu gerçek bilindiği için olsa gerek; eskinin tevazu sahibi ve kanaatkâr ustalarının ve esnafının oturduğu çarşılar; kibri, gururu ve gözüdoymazlığı çağrıştıran lenduha yapılardan müteşekkil değildi. İşin gereğini yerine getirebilecek büyüklükte yerlerdi. En kabadayısı iki kattan fazla yükselmeyen dükkânlar; ahşabın, kirecin, taşın, bazen kiremidin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş basit ve sade mekânlardı. Ve buralarda; hezarfen (maharetli, bilgili, işinin ehli) ustalar çalışırdı. Çarşıların yerini, koca koca işhanlar, pasajlar; ürettiği eşyalara alın terinin kokusunu eken ustaların yerini ise; ruhsuz, cansız makineler ve değerlerini maddiyatla değişen insanlar (Sadece yaptığının karşılığını alan ustalar demeye dilim varmıyor.) aldı çoğunlukla… Belki bu böyle olacaktı. Çağın hissettirdiği ihtiyaç oranında olmalıydı da. Ama, bu kadar mı ve böyle mi sorusu da sorulmamalı mı?
Şehir üzerine düşünen ve onu meydana getiren parçaların geçmişi, bugünü ve geleceğiyle ilgili olarak anlattıklarıyla, yaşanacak mekânların nasıl olması ve bunlardan geleceğe bırakılacak olan şekil hakkında fikir sahibi olmamıza önemli katkılar sağlayan Ahmet Turan Alkan, çarşı deyince akla gelmesi gerekenler konusunda da çok şey söylüyor yazdıklarında. Bunlardan birinden birkaç cümleyi buraya alalım:
“Eski zaman çarşıları, artık nasıl bir şey olduğunu bile hatırlamakta güçlük çektiğimiz “beşerî boyut”un sırrına ve künhüne ermiş bir ilişkiler yumağı, mahalleden tamamen ayrı olmasına rağmen doku itibarıyla onunla bütünleşen ilginç mekânlardı. Bir eski zaman çarşısını yeniden tasavvur etmemizi çıkmaza sokan noksanı aslında, sebatla hırs, kanaatla tamah, zerâfetle vahşet arasındaki uçurumda aranmalıdır. Bu alanda herkes birbirini tanır, sayar ve bilir, eski geleneklerini yaşatırdı.” (Ahmet Turan Alkan, Üç Noktanın Söylediği, İstanbul 1995, İnsan Yayınları, s. 269-274)
Yazarın son cümlesine atıfta bulunarak diyebiliriz ki; onun için bir mal alıp satma sırasında, esnaf parası eksik geldiğinde, hiç çekinmeden dükkân komşusundan alır gelir, ihtiyacını görür ve istemeden iade ederdi. Şimdi bu güvenin, bu nizamın intizamın acaba kaçta kaçı devam ediyor çarşılarımızda?
Eskinin çarşılarının yalnızca bir kısmını isim olarak saymaya gelince… Debbağlar (Bunların şeyhi, bütün esnafların genel reisi olarak geçmektedir.), terziler, çizmeciler, boyacılar, yemeniciler, nalbantlar, kasaplar, saraçlar, bakkallar, keçeciler, bakırcılar, hallaçlar, kuyumcular, kürkçüler, kahveciler, gazazlar (iplikçiler), çadırcılar, hasırcılar, şerbetçiler, mücellitler, marancılar ve daha niceleri… Marancı dedim de…
Yetmişli yıllarda oturduğumuz Mahallebaşı semtindeki Balyoz sokağın çıkışında bir maran ustası vardı ve biz; mahallenin çocukları olarak ara sıra yanına gider, çalışırken onu seyrederdik. Herhangi bir tepkisi olmazdı. Yardımcısıyla birlikte, kağnı tekerleğinin etrafına geçirilecek demiri ateşte kızdırışları, onu her iki yandan sıkı sıkı tuttukları kıskaçlarla getirip tekerleğe geçirişleri, sonra tekerleğe su döküşleri ve tekerlekten çıkan “cız“ sesi… Ağzımız açık, yapılan işin hiçbir sahnesini kaçırmamak için büyük bir dikkatle seyrederdik. Yıllar sonra, artık yaşlanmış halinde bu maran ustasıyla bir yerde karşılaştık. O beni tanımasa da, ben onu tanıdım ve ayaküstü, geçmişin tatlı yüzünden sözettik. Yıllar sonra da olsa, bugün artık kaybolmaya yüz tutmuş mesleğini yaptığı zamanlarda onu seyreden ve tanıyan biriyle karşılaşmak çok hoşuna gitmişti.
Hani bir de, her şehrin ilk izlerini taşıyan eski çarşıları vardır ya; bir türlü vazgeçemediğimiz, her yüzyılda karşılaştığı hoyrat ellere meydan okuyan, başlarından geçen onca felakete rağmen inatla direnen, koca bir geçmişin ve bir o kadar da hatıranın yüküyle yorgun çarşılar… Her şeyin eskitilmiş kokusuna, sattıklarının kokusu karışır bu çarşılarda... Ve tabii; arayan ve dilinden anlayanlar için, rahatlatan ve huzur veren bir atmosferi de, hâlâ taşımaya çalışmaktadır beraberinde… Ve bu çarşılarda, yeni eşyalar bile eski izler taşır; bilmem kaçıncı hayatlarında, hayatın ve zamanın neresinde duracaklarının meraklı yüzleriyle bakarlar insana...
Canınız karabiber çektiğinde dövülmemişinin orada mutlaka olduğunu bilir de arada bir uğrarsınız. Ya da; özlediğiniz geçmişinizden bir naftalindir ve bazen saatlerce çıkmazsınız buralardan. Aynı aralardan defalarca gelir geçer, fakat sonunda aradığınızı mutlaka bulursunuz. Bu çarşılarda; rezeneden banyo kesesine, gelin tellerinden ıhlamur kokulu misklere; kirmandan makreme boncuklarına, cezeryeden civanperçemine kadar her şeyi ama her şeyi bulursunuz ya… Ancak o insanları, o sesleri ve o hissedişleri bulamazsınız. Yüreğinizde bir eksiklik, bir eziklik hissederek çıkarsınız çarşının kapısından ve bazı şeyleri unutmak için bir an önce kalabalığa karışmaya çalışırsınız.
Esnaf teşekkülleri; yetişme tarzları, toplumdaki yerleri bakımından da, Osmanlı sosyal yaşantısı içerisinde dikkatle incelenmesi gereken bir konudur. Şu kadarını söyleyelim ki; her önüne gelen iş yeri açamazdı ve her esnaf isteğine göre zam yapamazdı. Her şey kendi içlerinde bir nizama bağlanmıştı. Ahi teşkilatlarında, diğer esnaf kuruluşlarında her şey mükemmeldi. Her işkolunun kendi mesleklerini icra edecekleri çarşıları vardı ve sabah namazından sonra açılırdı. Esnaf çarşının kapısı önünde toplanır, dua edilir daha sonra nasip beklenirdi. Yaptırılan ya da alınan şey, öyle üç günde bozulmazdı. Ürettiklerinin ve tamir ettiklerinin sahibiydiler ve sorumluluğundan, vebâlinden korkarlardı. Çıraklık, kalfalık ve ustalık eğitiminden geçmeyenler, bir meslek kolunda faaliyet gösteremezler ve onunla ilgili teşkilâta alınmazlardı. Gençler bire-bir usta-çırak münasebeti içinde şekillenen bir ticarî eğitimin yanı sıra; iyi komşu, iyi insan olmak için de ciddi bir ahlâkî eğitim alarak yetiştirilirlerdi. Meslekî eğitimde çırak, kalfa ve ustaların terfileri törenlerle olurdu. Yani her işin bir yolu yordamı vardı ve kimsenin gücü bunu bozmaya, aşındırmaya yetmezdi.
Çünkü bu yetişmenin ve bu uğraşının kendince bir manevi yönü vardı ve Ümmi Sinan’ın mısralarıyla; bu açılışın sırrıyla âlem gül gibi kokmakta, cihan gülün rengine boyanmaktaydı adeta:
“Seyrimde bir şehre vardım / Gördüm sarayı güldür gül
Sultanının tacı tahtı / Bağı duvarı güldür gül
Gül alırlar gül satarlar / Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar / Çarşı pazarı güldür gül”
NOT: Bu yazı, Sivas’ta çıkan “Hayat Ağacı” adlı derginin 11.sayısında yayımlanmıştır.