MENEKŞE BAHÇELERİ
Dayın da az çalışmadı inşaatlarda. Biz ele güne muhtaç olmayalım diye az kan ter içinde kalmadı. Başına da gelmedik bela, aksilik, dert, hırlı gürlü. Yine de pes edip el çekmedi rızkından. Seni de severdi kızı gibi. Hiç ayrı tutmadık çocuklarımızdan. Kendi kanımız canımız olanlar ‘hayat’ diye atıldılar yaban ellere. Biri aldı başını gitti, oğlandır, bakar başının çaresine, dedik, sustuk. İçimize gömdük gurbeti. Kolay mı, ana baba ol da dayan. Ama seni kendi çocuğumuz bildik. Kız da erkenden ele karışınca, hepten sen oldun umudumuz, dayın da severdi seni bilirsin. Kanımız canımız bir saydık, istikbal gördük, umut bağladık.
‘Dayın da çok çalıştı inşaatlarda’ dedi ya yengesi, bilirdi o günleri. Kerestelerin kokusunu şimdi bile unutamaz. Demirlerin paslı ciyaklamalarını, keserin, çekicin kaba kuvvet haykırışlarını; çivinin, tornavidanın, pensenin, matkabın, testerenin, küreğin, malanın adlarını öğrenmekteki zorlanışını. Tinerin boyaya karıştırılışını seyretmeyi severdi en çok, harcın sabırla yoğruluşunu. Tahta kutuda çivi tutardı dayısına. İşe yaradığını bilmek güzel duyururdu kendini. Dayısı onu her günün aynı saatinde merdivenlerin tozuna bulanmış görünce anlardı gelişinin nedenini: elinde üçlü sefertası. Dayısı güçlensin, daha çabuk bitirsin işini diye, kemik suyuyla yapılmış yemekler getirir, şuraya bırakırdı; dayısının en temiz dediği yere. Tozlansın istemezdi. Ne kadar dikkat etse de orasına burasına sıçrardı boyalar. Yengesi telle ciflerdi boya lekelerini. Ertesi güne pırıl pırıl parlardı kap, yeni alınmış gibi taşımakla gönenirdi insan. Işıl ışıl dolardı sevinçle. Düşünüyor da şimdi o günleri, yengesi haklıydı, dayısı az çalışmamıştı inşaatlarda, tahta, boya, çivi, keser, tuğla arasında. Tozlu bir yaşamdı onunki.
“Dayım neden çok çalıştı, yenge.”
“Biz ele güne muhtaç olmayalım, el açmayalım diye.”
“Ele güne ne demek yenge.”
“Şu, bu, o, kızım. Bizim dışımızdakiler.”
“Annem de mi?”
Annemin o beyaz taşta adı yazmasaydı, belki ele güne de muhtaç olur, yakaları bir araya getiremezdik. Ama yengem diyor ki, adının taşa yazılması gerekiyormuş, nedenini söylemiyor. Ben de, benim deftere yazalım adını, dayımın Almanya’dan getirdiği defter var ya, diyorum, hani kırmızı kaplı, üzerinde kelebek resmi var, kirpikleri şöyle kıvrık, insan yüzü gibi yüzü var, hani bir keresinde, köprünün üstünde, beyaz kelebeklerin dönüşünü seyretmeye gitmiştik, sonra bir bir düşüp ölmüşlerdi, bembeyaz bir örtü gibi serilmişlerdi yere, gidip yakından bakmak istemiştim de izin vermemiştin hani, kirpiklerine bakacaktım, sen ‘kelebeklerin kirpikleri olmaz’ demiştin, defter kapağındakinin sadece bir resim olduğunu söylemiştin, hatırladın değil mi o defteri, ona yazalım işte. Daha hiçbir sayfasını kirletmedim, kopartmadım da tek bir yaprağını. Ona yazarsak taştan sileriz adını dimi, burada çok soğuk duruyor, yenge. Korkuyor gibiyim. Silip defterime yazalım. Yazmasını bilmem ben, ama sen öğretirsin, sonbaharda okula gideceğim ya, iyisi mi öğrenene kadar sen yaz. Kaç sayfa yazsak silinir dersin, çok yazmayız değil mi, sen yorulursun belki. Ellerin de ayakların gibi ağrıyor mu, yenge?
Dayın Almanya’ya gitmeden evvel bana bazı şeyler söylediydi. Hani çatıdan düştüğünü haber almıştık da apar topar hastaneye gitmiştik. Hatırlıyorsun o zamanı değil mi? Küçüktün ama sen. Yine de hatırlarsın. Zekisin. Dayın da öyle söyledi. Dedi ki: “Hatun, ben fazla yaşamam, bu yavrucak sana emanet. Bak kimi kimsesi yok. Ele güne muhtaç etme onu. Malımız mülkümüz var, esirgeme. Kendi çocuklarımız hayırsız çıktı, okumadılar istediğimiz gibi, bari o okusun. Bana bir şey olur da ölür kalırsam, sen sakın onu, okut.”
“Sus, tosunum,” dedim, “sus nasıl söz o. Sana bir şey olursa biz iki garip başımıza ne eyleriz bu koca dünyada. Yutar bizi bu kahpe, büyüktür hem korkutur. Sus. Ağzından yel alsın.”
Yengem dayımın ağzını boşuna tarif ediyor. Ben hatırlayamayınca da başlıyor gözlerini tarife, gözlerinin anlamını, burnunun kavsini, çenesinin duruluğunu, yanaklarının diriliğini. Oysa bunlardan çok çatıdan düştüğü günü hatırlıyorum ben, çünkü yengem o zaman çok ağlamıştı. ‘Sen ta altıncı kattan betona çakıl, dediydim bırak şu inşaatları.’ Hastaneye gidene kadar da hiç susmadı. Mucize sözünü ilk o gün duymuştum.
“Mucize ne demek, yenge?”
“Dayının yaşıyor olması, kızım.”
Ama şimdi mucize yok. Sözlüğümden kovdum onu. Yengem diyor ki, ‘dayının da adını beyaz taşa kazıdılar.’ Madem öyle yaptılar ben de kovdum mucizeyi.
‘Sen hoşlanmayacaksın ama mecbur kazıdılar işte. Artık ele güne muhtaç olmasak.’
Yok, olmayız. Dayımın iki apartmanı var. Bize bıraktı onları. Biz ele güne muhtaç olmayalım diye bıraktı. Biri İznik’te, biri de burada. Bu evi yaparken biz de yardım ettik ona, ben parlak sefertasında yemek taşıdım, güçlü olsun, evimizi hemencek yapıversin diye. En kuvvetli yemekleri yaptı yengem, bazen boya da yaptı. Bu duvarları yengem beyaza boyadı böyle. Artık bu rengi hiç sevmiyorum. Dayımın adını da beyaza yazmışlar, yengem diyor. Bu evi yaparken biz de yardım ettik beyaza, dayıma. Ben tahta kutuda çivi tuttum. Yengem de en kuvvetli yemekler…
Bu apartmanı bıraktı bize. Didindi durdu el açmayalım diye. Erkenden öleceğini bilirmiş gibi hızlı çalıştı, çok çalıştı tosunum, kan ter içinde kalırdı inşaatlarda. Hep biz el açmayalım diye. İznik’teki birkaç kattan kira alıyoruz. Kimseye el açacak değiliz. Yoksullara da veririz kalanını. Sonra ölülerimiz var. Onlara da bakarız, çiçekler dikeriz, mermerlerini yenileriz. Öyle her sene yenileyelim, pırıl pırıl olsun evcikleri, desinler sahipli bu mezarlar, namerde muhtaç değil arkada bıraktıkları, kollayalım, gözetelim ki hayrımız biline. Çerçeve gibi bir şey mi yapsak, Çingeneler koparmasınlar çiçekleri, yazık olmasın, hapishaneye benziyor diye pek istemiyorum ya, Allah biliyor, ama başka çare mi var. Sen ne dersin? Anneni özledin mi? Ben dayını özledim. Çok severdi beni, daha el kadar bir şeydim koynuna girdiğimde. Hemi babam, hemi kocamdı. Her bir şeyi ondan öğrendim, saçlarımı tarardı, yemek yapmayı bilmezdim, okuyup yazmayı, giyinip yakıştırmayı, misafir karşılamayı. Türkçem yoktu doğru dürüst. Çok severdim onu, o da beni severdi. Seni de severdi kızı gibi. Severdi ya. Vasiyet etti bana, cebir okusun, dedi. Her bir şeyi dök emrine, okusun, zekidir, hesabı kuvvetli olsun. Malımız mülkümüz var, ele güne muhtaç olmazsınız.
Dayımın vasiyetinin ağrımayan iki ayağı olsa da beni okula götürse keşke. Yengemin romatizması var, o götüremez. Sonbahar demek çok sonda mı demek acaba? Bir an evvel gelse de hesap öğrensem, ele güne muhtaç olmasak.
Olmazsa satarız dairelerden birini, seni Avrupa’ya göndeririz. Ben de iyileşirim bakarsın, kaplıcalara gidersem bir şeyciğim kalmazmış. Dayının vasiyeti var, oğlumuz iş tutacağım, dedi, ama hayırsız çıktı, okumadı cebir, ama sen okursun, akıllısın, dayın da öyle derdi, severdi seni nasıl. Olmadı birlikte gideriz Avrupa’ya. Seni en büyük üniversiteye yazdırırız, sen korkak bir çocuk olmadın hiç. Okulunun büyük olmasından korkmazsın, istersin büyük olsun, değil mi? İstersin ya. Önce dayına gideriz. Açarız ona kararımızı. Annen de bilsin. O da sevinir ama belli etmez. Sevinir ya. Niye sevinmesin. Kızı büyük okullara gidecek, sevinmez mi? Tohum da alırız Eminönü’nden. Dikeriz şebboyları, menekşeleri, ortancaları. Sevindiririz onları. Sonra güller alırız: Japon gülleri. Rengârenk olur evleri, şenlenir, gülüşlenir. Dayın menekşeleri sever, seni de sever bilirsin, hemi bir menekşe gibi.
Annen için hangi çiçekten alsak dersin?
Dayımın evi burası değil artık. Dayım inşaatlarda çalıştı hep. İki apartmanı var büyük büyük. Bu evi de o yaptı, bize bıraktı giderken, biz ele güne muhtaç olmayalım diye. Hep cebir okuyayım, hesap tutayım istedi. Yengem ‘olmadı dairelerden satarız, Avrupa’ya gideriz,’ diyor. Ama annemle dayıma uzak olur orası. Avrupa çok uzakmış buraya. Orada başka çocukların korkacağı büyük okullar varmış, ama ben korkmam. Dayım da öyle dermiş. ‘Akıllıdır o korkmaz’ dermiş. Yine de yengeme diyeceğim, annemin adını taştan silmeden gitmeyelim.
“Yenge, Avrupa uzak dimi?”
“Uzak ya.”
“Ne kadar uzak?”
“Epey uzak, gökler aşmalı insan.”
“Dayımla annemin gelemeyeceği kadar mı?”
“Sen hele bir oku, onlar da gelir, gelirler ya.”
Yengem, dayın ister gelmeyi, diyor. Annem de istermiş, ama belli etmezmiş, ben ölülerin dilinden anlamıyorum, ama dayımın beni sevdiğini, nasıl da hem, biliyorum. İnşaatlardan kan ter içinde geldiğinde içine çektiğini, kokladığını. Tıpkı bir menekşeyi koklar gibi, der yengem.
Eminönü’nde çiçek satıcılarının bağrışlarını duydular ilkin…yalnız bu çiçeklerin kokusu yok…toprağa girince artık, diyor yengesi, bir de suyu gördüler mi. Hortumdan boşanır gibi akmak istiyor menekşe bahçelerine…katıştırmak rengini rengiyle… birden öyle istiyor …salıvermek istiyor kendini…ama bir şey…başıboşluktaki ele güne muhtaçlık duygusu belki…içini sıkıştırıyor…sonra bahçelerin büyüklüğü.
BİR BİLSE
Bir yol vursa ummana
Bir yokuş çıksa
Bir selam verse dağa
Bir şarkı alsa kuştan
Bir tebessüm dudağı
Rahatlasa
Bir kendi tek kendi
Issız insansız sanki çölde
Bir canlı bulsa dertli
Bir çare olsa derde
Bir yardım saadeti
Dolsa iliklerine
Hafiflese
Canın İniltisi:
Bir sabah
Aydınlık günlere çıktığında
Beni de tak omzuna
Beni de bulut
Bir beyazlık senin için çoğaldığında
Beni de al içine
Beni de ey ruh
Düşelim çiçeklerden bir talihin ortasına
Elimizde yıldız buketlerinden demetler
Kalakalalım sarınıp eteğine mavinin
Isınır gökkuşağına dayadığım ellerim.
Bir düş kursa uzun
Bir arzu büyütse
Bir adım atsa gidecek
Bir özüne dönüp
Bir bilse
Düşmese bir yıl daha
Bir yaprak daha takvimden
Bir damla daha gözlerden
Gözlerimizden