KANEPE
Babam kireç fabrikasında çalışırdı, diyorum soranlara. Bu olay olana kadar da orada çalıştı hep. Başka iş tutmadı. Sonra açıklıyorum: Bir sonbahar ikindisiydi. Annemin çamaşır yıkama günüydü. Böyle günler çok sinirli olur annem, bizi odamızdan çıkarmaz. Biz de, azar işitmemek için, gözüne görünmemeye, ayakaltında dolanmamaya çalışırız. Öyle derdi annem: ‘ayağımın altında dolaşmayın, gözüm sizi görmesin.’
İşte böyle bir iş günü, annem yine eteğini göğsüne çekmiş, başında ince tülbent, yüzü kırmızının farklı tonlarıyla dalgalanırken avlunun demir kapısı gıcırdadı. Biz işittik. Genelde evde kim varsa işitir bu sesi, annem de işitti tabii. Biz nasıl kendi dalaşımızın, bağrışımızın arasında işittiysek, annem de kazanları indirip kaldırırken, güğümü boşaltırken, hatta makinenin motoru çalışırken işitti.
Sonraları bu anı belki bin kez düşünmüşümdür. Her düşündüğümde de, acaba, demişimdir kendi kendime, avlu kapısının açıldığını işitmeseydik, o gıcırtı işitilmeseydi, annem çamaşırlarımızı söylene söylene yıkamaya devam etseydi, kazanları kaldırıp indirseydi, kendi sesinden başka ses duymasaydı, biz oyuna dalsaydık, bağrışlarımız her türlü sesi bastırsaydı, birden camlara doluşmasaydık, annem üstünden başından sular damlayarak kapıya koşmasaydı, ya da bu sese ayarlı olmasaydık, gelenler bizi evde bulamasaydı, orada değil de misafirlikte olsaydık mesela, ya da adres yanlış olsaydı, başka bir şey olsaydı yani, acaba ne olurdu?
Ama işte kapı açılmıştı. Gıcırdamıştı da her zamanki gibi. Biz de her zamanki gibi, dün yaptığımız gibi, yarın yapacağımız gibi, kimin geldiğine bakmak için, camlara doluştuk. Ve gördük ki bir takım sert adamlar paldır küldür içeriye giriyor. Omuzlarında taşıdıkları her neyse bizim eve ait. Anneme baktılar. İzin alır gibi değil, ‘bu sizin mi’ sorar gibi değil, eminler buraya ait olduğundan ve getirip, kireç torbalarını her gün nasıl bırakıyorlarsa, öyle el alışkanlığıyla, geceleri benim yattığım kanepenin üzerine bıraktılar. Bırakılan babamdı. Anneme baktım. Odanın kapısında dikiliyordu. Bir heykel gibi. Nasıl da heykele benziyordu. Bütün heykeller gibi beyaz ve kıpırtısız. Hep sorarlar bana, ‘zavallı annen, ne hale gelmiştir kocasını öyle görünce, değil mi?’ Bilmiyorum. Annemin hangi hale geldiği pek öyle açık seçik değildi. Dediğim gibi, kıpırdamadı, ağlamadı, feryat koparmadı, öylece durdu. Bir heykelin duruşu gibi durdu öyle. Ertesi gün biz okuldan döndüğümüzde de yine böyle duruyordu. Yüzü bembeyazdı. Ona baktığımda gözlerinin yerde olduğunu gördüm. İşçilerin çamurlu ayak izlerini sayıyordu. Ayakkabılarını çıkarmadan girmişlerdi içeri. Annem çok kızardı buna. Bu onu çıldırtabilirdi. Biz sokaktan kirli ayaklarımızla geliriz, kazara üstüne basarız diye halıların üstünü örterdi.
Ve gecikerek de olsa annemin beklenen çığlığı duyuldu.
“Pis, görgüsüz herifler. Dağdan inmişler ne olacak. Evin yüzünü boka buladılar. Gel de temizle işin yoksa.”
Banyodan kovayla su getirdi. Yerleri tahta fırçasıyla ovdu. Sonra yarım kalan işlerine döndü; çamaşırları astı, yemekleri ısıttı, sofrayı her zamanki vaktinde kurdu. Yemekleri sessizce yedik. Kardeşlerim arada dönüp kanepenin üstünde yatana bakıyorlar, kaşıklarını ağızlarının önünde bir süre tutuyorlardı. Hepimiz yutkunmakta zorlanıyorduk. Bense işaret ediyordum, yemeklerini yesinlerdi, sağa sola, hele kanepenin oraya bakmasınlardı. Bakarlarsa annem felaketin farkına varır, üzülür, ağlar, saçını yolar, üstünü başını yırtardı. Ama hiçbir şey olmadı. Annem sofrayı topladı. Çok yorulduğunu söyleyerek biraz uzandı. Yarınki beslenmelerimizi sordu. Gidip beslenme çantalarımızı hazırladı. Yataklarımızı serdi. Pijamalarımızı çıkardı. O gece benim neden kendi yatağımda değil de kardeşimle yattığımı sormadı.
Işıklar kapandığında karaltının orada olduğu biliyordum. O karaltı ki birinin gelip onu uçuracağını, beyaz bir kuş olup uçacağını, ya da şimdi gitsem, dürtüklesem, uyanıp yüzüme bakacağını, karnının çok acıkmış olduğunu söyleyeceğini, anneme ‘neden beni yatağa götürmedin, hanım’ diye sitem edeceğini düşünüyor, sonra dedikleri gibi, acaba hiç olmayacak mı diye geçiriyordum aklımdan.
Hiç olmamak nasıl bir şeydi? Evden sabahları birlikte çıkamamak nasıl bir şey?
Bir daha birinin yüzüne bakarak, bir adamın, eve akşamları gelen, çikolata getiren, yoğurt getiren, kireç fabrikasında çalışan bir adamın yüzüne bakarak ‘baba’ diyememenin nasıl bir şey olduğunu kurdum. Kötü bir şeymiş gibi geldi bana. İlk kez isteyerek, kimsenin sebep olmadığı bir ağlama hevesine kapıldım. Fakat burada ağlayamazdım, kendi yatağımda olsam belki. Burada ağlarsam kardeşim korkar, o daha çok küçük, gerçi bir buçuk yaş küçük benden, ama olsun, hem annem de üzülür. Annem bu felaketi bilmemeli. Bilirse saçını başını yolar, çok ağlar, kıyametler kopar sonra. Kendimi sıkmalıyım. Sıkabildiğim kadar sıkmalıyım kendimi. Tutmalıyım hıçkırıklarımı, tutmalıyım boğulsunlar içimde.
Yorganı var gücümle dişlerimin arasına bastırdım
O gecenin sabahını da sorarlar bana. Hiç, derim hep. Dünkünden farklı değil. Okula gitmek için her zamanki saatte kalktığımızda yine kanepenin üzerindeydi. Geceki karaltı gibi değil ama. Sanki orada uyuya kalmış bir canlı gibi. Dünkü pespaye bırakılmışlıkla öylece yatıyordu. Biraz kızgın gibiydi. Biraz öfkeli olmak hakkıydı da.
Annem daha uyanmamıştı. Çamaşır yıkadığı günler geç kalkardı hep. Zaten biz babamla giderdik okula. Birlikte kahvaltı yapar, birlikte çıkardık evden. O sefertasını, biz beslenme çantalarımızı alır, yolumuza koyulurduk. Annem akşamdan hazır ederdi azıklarımızı. O sabah da farklı olmadı, sadece babam yoktu, biraz daha uyumak isteyenler gibi kanepeye uzanmıştı. İşin aslı, bizimle gelmeyecekti. Çantalarımızı alıp çıktık. Azıcık cesaretim olsaydı, gider yüzüne bakardım, çünkü bunun onu son görüşüm olacağını bilirdim. Okuldan döndüğümde orada olmayacağını bilirdim. Her çocuk bilir. Ama işte gidemedim. Gitseydim, orada, doktorların anneme dedikleri gibi, ciğerleri toz bağlamış, içi dışı kireç dolmuş bir adamla karşılaşacaktım. Babamdı bu adam. Kireç fabrikasında çalışırdı. Düne kadar da orada çalıştı. Başka iş tutmadı. Eve akşamları gelir, gelirken bize çikolata, anneme yoğurt getirirdi. Ve bir kez de benim yattığım, bundan sonra da hep yatacağım kanepede yattı. Onu oraya bir kireç torbasını bırakır gibi bırakmışlardı.
MARGARİN ÇAĞIM
şimdi hangi su içimdeki çirkefi /
hangi sabunla ruhumdakini
Anılar arşivimi kemiriyor anne
Bir kış şafağında titriyor masalların
Uçurduğum kumruların sislere yolculuğu
Ve hiçliğe kırdığım yumurtaların
İzler savuruyor belleğimi ilden ile
Tutup yerleşiyorum eski evime
Doktor dosyalarında adım anne
Adım şifa arıyor omuz başları tutuk
Derimde pas elbisemde leke
Adım yazılı her zerreciğiyle
Bu tek oyuncağım girebilir şekilden şekle
Derdi ki kefenin olacağım ilerde
Şimdi her akşam ruhu toz kalbi kirli
Gelip kıvrılsam da nemli tenine
Çelik mavisi gözlerinde bir azar
Bir ihtar arasam da aymaz halinde
Nafile sükûtu giydirmişsin diline
Gözbebeklerimde çamurlar anne
Sözlerimde en bulaşıcı mikroplar
İnatçı lekelerime bir çare
Ruhumu ov anne beynimi çitile
Şimdi sen kızmamayı, ben kirimi saklamayı
öğrendik anne