İŞTAHSIZ OĞLAN
En sevdiği arkadaşıydı Gülseli. Bir ona gösterebilirdi resimlerini, bir o dudaklarını eğip bükmez, bir o alay etmezdi çizdikleriyle. İyice görebilmek için başını eğer, saçları kâğıda sürtünür, parmaklarını önce denizine, sonra güneşine, sonra ağaçlarına dokundurur, bunların ne güzel şeyler olduğunu fısıldardı. Gülseli onun görüntüsüyle ilgilenmezdi. Damaklarının çıkık olması, dişlerinin üst üste binmesi onu ürkütmez, renklerinin neden böyle pis bir yeşile döndüğünü sorup durmazdı. Ama Gülseli kaçardı ondan. Sevmezdi onu, yanına oturmazdı pis kokar diye.
Annesi de sevmezdi ya. Çelimsiz, iştahsızdı diye. Hep başkalarının obur çocuklarına imrenirdi. Sokağın çocuklarını eve çağırır, onlara, ‘hadi masaya dizilin bakayım,’ der, önlerine genişçe tabakta şekerli makarna sürer, oğlunu da, belki kıskanır da iştahı açılır diye, bir sandalyeye oturtur, bu aç çocukların tabaklarını nasıl silip süpürdüğünü seyretmeye zorlardı. Ama oğlanın iştahı açılacağı yerde üç gün ağzına lokma koymaz, göreni mide bulantısından öleceğine inandırırdı.
Doktorların verdikleri kâr etmedi. Akrabalardan biri, ‘hocaya gösterelim en iyisi,’ dedi. Üç gün tütsü yaktılar. Çocuğu temiz bir örtünün altına sokup dumanı iyice burnuna çekmesini öğütlediler. Kırk gün boyunca bekleyeceklerdi. Çocuk on günden sonra bir dilim domates ve ince bir halka salatalık yedi. Bütün akraba, tanıdık, eş dost, konu komşuya haber salındı. Mutluluk paylaşılmalıydı ki artsın. Dayılar, halalar meyvelerle, yemişlerle akın ettiler. Herkesi bir heyecandır aldı. Kapıcı, çocuğundan saklamayı başardığı bir paket cipsiyi getirip yatağının başucuna koydu. Mahallenin bakkalı ufak bir poşet içinde şekerlemeler gönderdi. Önce çocuğun odası rengârenk yiyecek paketleriyle doldu sonra mutfak dolapları. Misafir odasının vitrinleri bile sırf gelen erzakı yerleştirmek için boşaltıldı. Evde bir curcunadır kopmuştu. İştahsız oğlan, on dördüncü gün paketleri açtı, yemişleri elleriyle ufaladı, oraya buraya serpiştirdi, gören güvercinlere yem atıyor sanırdı. Örtüler, nevresimler, halılar, tüller leke içinde kaldı. Cipsileri ayaklarıyla eziyor, çıkan sesin hoşluğuyla kendinden geçiyor, odanın içinde kahkahalar atarak dans ediyordu. On beşinci gün çikolataları elleriyle mıncıkladı, aynanın önüne geçip bir tek yer beyaz kalmayıncaya dek kendini boyadı. Zencilere özeniyordu. Pencereden sokağın obur çocuklarına el salladı. Çocuklar korkup annelerine koştular. Kadınlar camlarda velvele kopardı. Oradan, zencinin biri onlara el sallıyor, çarpık dişleriyle gülücükler dağıtıyordu.
Otuzuncu gün gelene dek annesi her yaptığını bir şekilde mazur gördü, sesini çıkarmadı. Ne kadar hoşnutsuz olsa da, yarım kâse çorba içmesi onu memnun ediyordu. Düşlerinde oğlunun iki tabak şekerli makarna yediğini görüyor, yanakları dolgun, gürbüz bir çocuk olduğuna seviniyor, arkadaşlarına oğlunun sağlığıyla övünüyordu. Sokaktan kan ter içinde gelmesi, mutfağa dalması ve ‘ne yemek var’ diye sorması ona anneliğini hissettiriyordu.
Ama otuzuncu günden sonra olmamasını istedikleri şey oluverdi. Kırk gün geçmesini beklemekten başka çareleri olmadığından, gözyaşları içinde oğlanın açlığını seyredeceklerdi. Evden cenaze çıkmıştı sanki. Kimse ağzını açıp bir şey demedi. Kırk gün dolduğunda tekrar hocaya götürdüler. Bu sefer muska yazıp verdi. Temiz bir beyaz beze sarıp boynuna astılar. Geceleri ara sıra annesi oğlunu yokladığında onun muskayı kemirdiğini görürdü.
Ah, neler düşünmedi kadıncağız. Ne çareler. Ama oğlan ne Nuh dedi ne de peygamber. Ona, sırf iştahı açılsın diye Allah biliyor, kaplumbağa aldı. Bu obur hayvan belki onun yıllardır başaramadığını başaracaktı. Oğlu severdi kaplumbağaları. Ama onu da iki günde kendine benzetmesin mi. Ya bu velette bir terslik var, ya da hayvan hastalıklı çıktı. Götürüp sahibine geri verdim, onun yerine iki güzel balık aldım. Adam o kadar tembihledi beni, ben de oğlanı tembihledim, sakın iki taneden fazla yem atma diye. Ama kendi yemediğini onlara yedirmiş. Hayvanlar hazımsızlıktan öldüler. Anlayamadık, anlasaydık kustururduk hayvancıkları. Elden bir şey gelmez artık. O günden sonra sinirleri daha da bozuldu, hiçbir şey yemiyor. Ağzını konuşmak için bile açmıyor. Ne yapsam da onu bu illetten kurtarsam! Ah elim kolum nasıl da bağlı. Komşu kadınlar önümüzdeki Cuma Eyüp Sultan’a gidecekler. Ben de mi onlara katılsam. Yandaki Fadime’yi de alırım, o da gelsin, aklıma geldiği iyi oldu, onun da kızı sorunlu, onunki de obez: çok yiyor. Bu çocuk milletinin ortası yok. Nedir anaların bunlardan çektiği? Babalar çekip gidiyor tabii. Babalar rahat. Babaların umurunda mı?
Evet, babasının da umurunda olmadı hiç. O da sevmedi onu. Aslında babasının sevip sevmediğini pek anlayamıyor. Sünnet olduğu gün adamcağızın iki ayağı bir pabuca girdi. Bir telaş pür telaş, alnının nemlendiğini gördü. Eğer telaş etmek sevgidense, gerçekten seviyor babam beni, dedi. Tam bir yıl didikledi durdu. Binlerce yere telefon etti. Her akşam eve bir tomar broşür ve kartvizitle döndü. Çok yoruldu çok.
Yo, dediğine göre öyle fukara çocukları gibi belediyede olmazdı bu iş. Kalabalık, pislik. Özel olacaktı. Paraya kıyacaktı, yeter ki acımasındı oğlunun pipiciği. Sonunda güveneceği birini buldu. Güvenebilirdi nihayetinde, adamı bir ay boyunca eve akşam yemeğine getirdi. Birlikte balık tutmaya gittiler, bir kahvede oturup geçmişlerini anlattılar, birbirlerinin arkadaşlarıyla tanıştılar, iyice güvendiler birbirlerine. İyice mutmain oldular. Oğlunu kimin eline teslim edeceğini bilmesi hakkıydı, karısı ne diye kızıp duruyor. Öyle kolay mı, bilmeyen ne anlar. Zavallı oğulcuğu, nasıl da canı yanacak haberi yok. Onunkini dün gibi hatırlıyor. Kendi babasının beti benzi nasıl atmıştı biliyor. Her gece gelip yoklamasını, durumu vahim gözlerle kontrol etmesini unutamıyor. Babası çok severdi onu. Ama oğulcuğununki şişmeyecek, şişip kızarmayacak, çişini yan yapıyor diye babacığı kıyametleri koparmayacak, damarının kesildiğini düşünüp korkular demlemeyecek, sabah ilk iş yakasına yapışmayacak doktorun, eczane eczane gezmeyecekler. Sonuçta onu özele götürecek. Öyle gariban çocuklarla bir tutamaz oğlunu. Oğlu sümüklü değil. İki yüz verip en acısızından olmasını sağlayacak.
İşte babasını bir burada anımsıyor. Bundan sonraki evrelerde görüntü tamamen silikleşiyor. Bir sonrakinde kara gözlüklü bir adam beliriyor: kel. Ona öğretmenim diyecek. O da onu sevmeyecek. Hep hastalıklı çocuklar, sıska köpekler, kuru ağaçlar, eğik çatılı evler çizdiğinden sevmeyecek. Ama ne yapsın, gördüğünü çiziyor diye hakir görülmeyi anlayamıyor. O kimseye çatmayan, sessiz, uslu bir öğrenci olmak istiyor. Öğretmenini dinlemek istiyor.
Her ne kadar beni zorla kabul etmiş olsa da, annemin akrabası olduğu için göz yumduğunu söylese de, tembihlerine uymak istiyorum; istediği gibi bir öğrenci olmak için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. Burada, sorularına cevap veren, ödevlerini aksatmayan öğrenciler arasında, üzüm üzüme baka baka kararır, diyerek aklımın başıma geleceğini, sorduğu suallere eksiksiz yanıt vereceğimi, ev ödevi diye bir tomar kâğıda çiziktirdiğim budalaca şeylerle onunla adeta alay etmeyeceğimi, beslenme saatinde burnumu tıkayıp oturmayacağımı, her sabah yumurtamı yiyip, her akşam yatmadan ballı sütümü içeceğimi; o da annem gibi umut ediyor, bekliyor. Başka ne yapabilirler ki. Sevmeyi akıllarına bile getirmiyorlar. Oysa sevseler. Herkes sevse beni, arkadaşlarım olurdu o zaman, onlarla top oynardım, yakalamaca oynardım. Beni ebe yapsınlar. Söz veriyorum hiçbirini bulmam, sobelenir yine yumarım. Elliye kadar, hatta yetmezse yüze kadar sayabilirim. Yeter ki oynayabileyim onlarla. Yeter ki aralarına alsınlar beni. Hem o zaman yorulurum, yorulunca da iştahım açılır, oturup hep beraber şekerli makarna yeriz. Ama onlar, sen koşamazsın, diyorlar, sen hastasın. Ölüp düşeceğimden korkuyorlar. Düşmekten neden korkuyorlar?
Düşüşlerin, büyükleri de pek korkuttuğunu büyüyünce gördü. Örnek, patronu. En büyük korkusunu bildiği gibi biliyor onun da sevmediğini. Bir patronun ne istediğini bulamıyor bir türlü. Dakikası dakikasına, hem de İstanbul trafiğinde bu mucizeyi gerçekleştirmesi, mesai arkadaşlarıyla iyi geçinmesi, sessiz sedasız her istenileni yerine getirmesi, işini sevmesi, hiçbir şeyi umurunda olmuyor. Hep şikâyet etmek, hep uyarmak, hep korkutmak için bir neden buluyor. Bir gün kravatına attığı düğümü müessesesine yakışır bulmadığını söylüyor. Başka bir gün, gömleğinin renginde bir sorun mu var, diyor. Daha ertesi gün, çok zayıf olduğundan ve bu görüntünün bir işveren olarak kendini rahatsız ettiğinden dem vuruyor. Hastalıklı olabileceğinden endişeleniyormuş. Birkaç gün sonraysa derisinin ölü gibi sapsarı kesildiğini, son günlerde halsizliğinin gözünden kaçmadığını, isterse istifasını anlayışla kabul edebileceğini söylüyor. Onu istifaya zorlamasının sebebini bütün gece düşündüğü halde çıkaramıyor. Birinden şikâyet mi almış? Araştırıyor. Arkadaşlarıyla iyi geçinen biri olduğundan bu sebepte tutunamıyor, başka sebebe bakınıyor ama ne olduğunu bulamıyor.
Acaba iştahsız birini çalıştırmak yasaklandı mı diye düşünüyor. Yoksa biri patrona şekerli makarnadan nefret ettiğimi mi söyledi.
Açıkçası korkuyordu işsizlikten. Karısı da işsiz kalacağını söylüyordu. Bırakıp gidecekti işten atılırsa. O da sevmezdi onu. Konuşmaz, hal hatır sormaz, iki poşet taşımakla yorulur, çocuğunu parka götürmez diye kızardı ona. Sen ne biçim adamsın, derdi. Televizyon bile seyretmezsin, maç izlemezsin. Ne gelene bi hoş geldin dersin, ne gidene Allaha ısmarladık. On iki yıldır hep aynı şey, eve bile bunca yıl dakikasını şaşmadan geldin, ara sıra geç gel be mübarek, insana kavga zevki tattır, karıcığını endişelendir, ilişkimizde renk olsun biraz. Bir yerlere takıl demiyorum, hiç değilse kapının önünde iki dakika eğleş. İnsan bu kadar mı sıkıcı olur. Varsa yoksa elinde o buruşmuş gazete parçası. Okuya okuya hatmettin, biraz da oğlunla ilgilen, karınla ilgilen. El âlemin hayatını okumanın sana faydası olmaz diyorum. Kımılda biraz, gerçek hayata dön. Hayallerin hepimizi öldürecek, anlamıyor musun?
Ne demek istediğini anlamazdı. Oğlun oğlun deyip durması ise tam bir fiyasko. Oğlu ondan nefret ederdi bir kere. Elini vermez, kucağına gelmez, dediğini yapmazdı. Daha bir bucuk yaşında var yoktu, pis baba, dedi. Bunu duyduğunda dünyası başına yıkılmış, hayallerini bir dozer ezip geçmişti. Üç ay kendine gelemedi, ne bir lokma yedi ne de bir yudum içti. Hep bu pis baba kulaklarını aşındırdı durdu. Biricik oğlunun günahsız ağzından dökülen pis baba olmak istemiyordu. Oysa bir o anlayacaktı, bir o hak verecekti iştahsızlığına. Onun sayesinde hayatla bağını kuvvetlendirecek, sık dallı ve bol yapraklı ağaçlar çizecekler, birlikte gürbüz, neşeli çocukların oyunlarına katılacaklar hatta belki karşılıklı oturup şekerli makarna yiyeceklerdi. Şimdi nasıl, mümkün değil birleşmeleri. Bir baba oğul ilişkisi kurulamaz aralarında. Onun yarası var. Yarası bir türlü iyileşmiyor. Yarayı kim iyileştirecek? Yara derinde. Gel yarayı bul oğlum. Yaşamaya olan, dünyaya olan, kendime olan iştahımı kaybettim. Gel onu aç oğlum.
SANA KAL DEMEK İÇİN
Sen geçersiz yeminlerin nağmeleriyle defnedildin
Acziyet sertçe esiyordu sırrına
Ve şüphenin damarlarında bir zincirdin
Perdeler sürmeleniyordu hafızana
Barınaklarda katran
Maskotunsa bu meyus gölge
Yaşlanır renkler fersizdir hançer
Her hazza geçirilmiş daim esrime
Sayfalara doluşmuş sıtmalı harfler
Tırnaklarında helecan
Sana kal demek içindi bunca çabam
Bunca hercai tatla tanışmam sana
Saf allıklar alık nazarlar
Saçlarına doluşurdu içli ayrılık
Ve şu zoraki drama
Akıbet alkışlar kadar çehresiz
Kırık bahar çağıltıları kadar fersizdir
Ve ipek kaygılar içinde
Her şeyde bir çiçeksizlik
Üstümüzde öfkeli kızgın güneş
Habire boy vermektedir