‘Ağlara takılan sineklere sevinmeli miyim; örümcekler rızkını buldu diye. Bir gün; aynı ağlara takılmaktan korkmadan’ diye düşünürken:bir yandan da örümceklerin boşluktan istifade ağlar ördüğü odayı temizliyordu. Neden buradaydı? Kaç gün kalacaktı ki bu kadar temizliğe katlanıyordu? Soruları boşlukta, ağlara takılan sineklere de kızarak; “dikkatsizler” deyip: bir yandan acıyarak devam etti köşe bucak temizliğe.
Batı penceresinden akşam kızıllığı odaya dolarken, o hâlâ bitirememişti işlerini. Dünyanın bütün ağlarını ve örümceklerini düşündü, kafası allak bullak; bir tek ağa takılan onlarca sineği. Bütün bunları düşünürken hava iyice kararmıştı. El yordamı ile yaktı lambayı. Kısık yanan ampule kızdı bu sefer de. ‘Buraya gelmeyeli ne kadar oldu?’ dedi kendisine; bilemedi…
Arkasında bıraktığı şehir geldi aklına. Yüzü ekşidi birden. Kendinden kaçıp, düşüncelerinden kaçamadığı; günlük gazetelerin, haftalık dergilerin, televizyon haberlerinin kendi yok, hayalleri vardı karşısında, aklında. Kendini yoklama gereği hissetti. Burada mıyım? diye sordu kendine. Akışkan sıvıların donmuş hali gibi kalakaldığını sandı; ‘ne yapmalıyım?’ dedi; bilemedi…
Düşüncelerden sıyrılmaya çalışırken, ilk geldiğinde, örümcek ağlarını temizlemek için aldığı uzun saplı fırça hâlâ elindeydi. Haykırmak geldi içinden, ‘ey şehir ve içindekiler; ben artık yokum’ diye, pencereyi açıp, bütün gücüyle, sesi kısılana kadar bağırmak geçti içinden. Yapmalı mıydı bunu? Bilemedi.
‘Bilemediklerimden değil mi bütün bu başıma gelenler?’ diye bir soru cümlesi dolandı diline. Aklında, arkasında bıraktığını sandığı ama hemen dibinde olan koca şehir. Birden ensesinde nefes alıp veren varmış gibi irkildi. Ani bir hareketle döndü geriye. Fırçayı sapından öyle kavradı; varsa biri gardını almış olarak dönüverdi arkasına. Kimse yoktu. Hızlı adımlarla kolaçan etti. Gözlerini gezdirdi odanın bütün kenar köşelerine. Gözleri neden bu kadar yorgundu? Bilemedi…
Bıraktı fırçayı bir kenara; “örümcekler” dedi. Onlar yüzünden geldiğinden beri oturmadığını hatırladı. Hava serindi ama soba yakmamaya karar verdi. ‘Şimdi şehirdekiler yakmıştır kaloriferlerini, sıcak yuvalarında, eşyaları, ellerinde televizyon kumandaları, kapılarında amade arabaları; mutludurlar’ dedi kendi kendine. Odanın sönük yanan ampulüne kızdı tekrar. ‘Dünyayı bilmem kaç milyon yıldır aydınlatıyor şu cânım güneş, bir gün kısık değildi ışığı; ne eksik, ne fazla. Merkez de insan varsa, nerde o insanlar?’ diye düşündü. İçi kabardı birden. Yüzü bulutlandı, kalbinden kabaran ve gözlerine doğru hücum eden hüzne engel olamadı: ağladı. Neden ağlıyorum? diye durdu, düşündü az sonra; bilemedi…
Hayalleri gerçeklerle karıştırdı sandı. Bir sis içinden çıkıverecek, bir muştu bekler gibi bekledi. En daraldığı anlarda çocuk olmak isterdi hep. Ama O’nu en çok ağlayan çocuklar hüzünlendirirdi. Sonra bir fotoğraf belirdi aklında; Guantonamo muydu? Yoksa Ebu Greyb mi? bilemediği: etrafı dikenli tellerle çevrili, çöl kumlarının ortasında, başında siyah bir çuval olan bir adamı hatırladı. ‘Kömür torbalarını andıran, siyah bir çuval geçirilmişti başına. Elleri serbestti ama çıkarmıyordu/çıkaramıyordu çuvalı. Kucağında babasına yaslanmış bir çocuk vardı’ hatırladı.
‘Elbisesi yeşil olan, çöl güneşinden bayılmış, ağlamaktan yorgun düşmüş gibi duran bir çocuk’. En daraldığı anlarda çocuk olmak isterdi hep. Ama O’nu en çok ağlayan çocuklar hüzünlendirirdi. ‘Ayakkabıları çıkmış ayağından, hemen az ötede; demek ki çok oldu buraya geleli/getirileli. Ne zaman, nereye gidecekler belli değil. Çevrelerinde örümcek ağları gibi dikenli teller. Narin bir ceylan gibi sokulduğu babasından medet bekleyen, başına siyah çuval geçirilmiş olan adamın çocuğu’. Adamın yerinde olsa ne yapardı; bilemedi…
Çevresinde dikenli teller var sandı. Ellerini dizlerine götürüp, göğsüne doğru çekip büzülüverdi. ‘Adam yalnız olsa ölümü göze alırdı belki’ diye düşündü. ‘Ama ya çocuk. Annesi nerede? Annesiz çocuk olur mu?’ dedi. Annesini düşündü! Müşfik bir ılıklık hissetti kalbinde. Örümcek ağına takılmış bir sinek sandı kendini. Çaresiz. Çırpınan. Kıpırdadıkça kurtulmak için, daha fazla yapışan, örümceğe ziyafet olacak küçük bir sinekçik sandı kendini. Nasıl kurtulabilirdi; bilemedi…
Örülmüş ve örülecek bütün ağları düşündü. İradeyi hatırladı. ‘O ağlara kendimde dolanmadan, içinden çıkılmaz bir sarmala düşmeden: bende ki irade; bana bu acıları hissetme, onları anlama ve zalim olanların, yanlışların karşısında durma cesareti vermeli’ dedi kendi kendine. Oturduğu yerden baktı, şehrin uzaktan görünen ışıklarına pencereden. Kendisine acı veren O çocuğu düşündü. O’nun yerinde olsa ne yapardı; bilemedi…
‘Bütün her şeyi silivermek için gelmemiş miydim buraya’ dedi. Silinen kendisi sandı. ‘Boşlukta, savrulmuş, kendini unutmuş bir şizofren miyim?’ diye sordu kendine. O’na acı veren şeyleri düşündü. Aralık kalan pencereden esen rüzgârdan hemen yanında ki perde kıpırdadı. Kendisi de hareketlenmek için rüzgârlar bekliyordu. Boş yelkenlerini doldurmak için. Açık denizde köhne bir sandalcık gibi hissetti kendisini. Her taraf aynı suyla dolu, yönü belirsiz bir gidiş gibi geldi yaptıkları. ‘Elimde kırık bir kürek var, nereye doğru hareketlenmeliyim’ diye düşündü; bilemedi…
***
Tam karşısında ki büyük pencereden günün ilk ışıkları vuruyordu; örümcek ağlarını yeni temizlediği odaya, uyandı. ‘Kalıp gibi kalakalmışım koltukta’ dedi. Kalıplarını kırdığını sanıyordu yıllar önce. Farkına vardım sanıyordu bütün olup bitenin. ‘Oysa ben uyurken kim bilir hangi örümcekler, nerelere, nasıl ağlar ördüler acaba’ dedi. Aklında ki silik resim tekrar canlandı gözünde. ‘Gözümü kapatmaya gelmemiş miydim buraya’ dedi. Kapatmalı mıydı? Bilemedi...
Başında siyah bir çuval var sandı. Ürperdi. Üşüdü sabahın ayazında. Bilmeyi bilemedi bir türlü. Oynadığı sözcüklere imgeler yükledi. Bulutlar çöktükçe çöktü sandı gönlüne. Hüzne aşina sanırdı kendini. ‘Ne çok yanılmışım’ dedi. Yanılgıları büyüdükçe büyüdü sandı, sonra çığ olup yıkılıverdi gibi geldi üzerine. Kabukları kalınlaştıkça kalınlaştı. ‘Kırabilir miyim?’ diye düşündü; bilemedi.
Güneş bir olup perdelerle, türlü ışıklarla, gölge oyunları yapıyordu oda da. Yüzüne çarpacak, bulutlarını dağıtıp kendisini selamete çıkaracak bir ziya bekler gibi bekledi. Oysa kalkıp az öteye gitse, cömert güneşte aydınlanıverecekti. ‘Öyleyse neden kaçtım şehirden’ dedi. ‘Uykularım delik deşik, gecelerim bölük pörçük. Bebeğini kundaklamış şefkatli bir anne gibi, özenle büyütüyorum dertlerimi. Sanki her geçen gün ızdırabımla olgunlaşıyorum, güzelleşiyorum’ cümlesi düştü aklına.
Kalktı yerinden, daha dolaba yerleştirmek için açmadığı; elbiselerinin olduğu çantayı aldı ve çıktı evden. Dün akşamüstü kaçar gibi geldiği şehre doğru, yetişmek istediği bir yer var gibi hızla gitmeye başladı. Bütün geceyi bilememenin ağırlığı altında ezilerek geçirmişti. Bilmek canını acıttı; ama bilemeyince de öleyazdı. ‘Bilmek güzel’ diye düşündü.
Hata yapmaktan korkmuyordu artık. ‘Bir iş yapan hata yapar’ dedi kendi kendine. ‘İçinde kendimin de dâhil olmadığım, müdahale etmediğim bir sondan şikâyet edemem’ diye teselli aradı. Bütün bilemediklerini bir kenara, çıktığı eve bırakmış, bildiklerini uygulamaya; dün akşamüstü kaçar gibi geldiği şehre doğru, yetişmek istediği bir yer var gibi hızla gitmeye başladı.
Guantonamo muydu? Ebu Greyb miydi? O fotoğrafta, babasının kucağındaki o masum çocukta, hiç mi payı yoktu?
(Aralık 2008)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)