Saate baktığında gecenin üçüydü. Masa lambasının sarı, ölgün ışığında okuduğu kitabın arasına ayraç koyarak kapattı. Geriye doğru yaslanarak belini düzeltti. Kanepede de okuyabilirdi ama rehavet çökünce okuduklarını anlamakta zorlanıyordu. Saçlarını elleri ile tarakladı. Git gide kısalan uykularını düşündü; uykusuzluk çeken gözlerini elleri ile ovuşturdu.
Okuduklarından, yazamadıklarına cedit kelimeler aradığı kitaplardan uçuşan umutlar; masa lambasının zayıf ışığının ulaşamadığı odanın karanlık köşelerine sinmişti… İmdada çağırdığı cümleler gri gölgelerde hapsolmuştu sanki… Genel kabul gören ne varsa, şüphe duyduklarını, canını acıtanları haykırmak istiyordu; ama nasıl?
Muhayyilesi allak bullak, sehpanın üzerine bırakılmış kitap yığınına baktı. Okudukça hafiflemesini umduğu sızılar, acılar; okudukça daha da ağırlaşıyormuş gibi hissetti. Önünde, bazı kelimelerinin, cümlelerinin altı çizili; yer yer yeni notlar alınmış kâğıda gözü takıldı. Eline aldı. Tekrar, yeni baştan inceledi. Gün geçtikçe, ışıltısının arttığını hissediyordu. Umut… Aydınlık… Sabır… Ardından parlaklığı eksilmeyen masmavi bir gökyüzü bekliyordu…
Zamanın boşluğuna bıraktığı ince, alabildiğine silik yazıları kim hatırlayacaktı? Yoksa bir hayal miydi? Her şey! Alabildiğine bir yanılma, yanılsama… Uğraşılar… Çabalar…
Gözlerini kapadı.
Uğuldayan rüzgârın sesinin duydu. Mevsim sonbahar mıydı? Sonbahar mı? Ardından kış, bahara çıkar mıydı? Ya, yaz! “Ah” edişine sadece kendisi şahit oldu.
Kendisine acıyıp ellerinden tutuvereni, selamete çıkaranı hatırladı. Sıcaklığı hala avuçlarında… Bahardan bir muştu gibi; sıcacık, samimi, sevecen… Kadim bir yaradan sızmaya devam edip duran kanamalara, bandaj gibi: müşfik… Huzurlu bir liman, güvenli bir sığınak, sözlerden bir kule gibi; devasa; konuştukça büyüyen; büyüdükçe saran, sarmalayan; aydınlatan, yol gösteren; deniz feneri…
Umutlarını içine sessizce akıtıverdiği gözyaşları ile suladığını düşündü.
Sessizlik; içine doğru bir helezon halinde büyüyen… Aynı dilden konuşmadıklarıyla daha da ağırlaşan; diğer taşıdıklarının üzerine biniveren bir yüktü. Talip olduğu yalnızlığına yoldaş gibi sessizlik…
Saate baktığında gecenin üçüydü. Masa lambasının sarı, ölgün ışığında okuduğu kitabın arasına ayraç koyarak kapattı. Düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Aklında dönüp duran cümlelere takıldı kaldı. Kurtulmak istedi. Başka şeyler düşünmeye uğraştı. Ama kaçmaya çalıştıkça inadına her yol hep aynı yere çıktı.
Kirli elbiselerini telaşla çıkarmaya çalışıyormuş ama bir türlü çamurlardan arınamıyormuş gibi kalakaldığını sandı. Ellerine, yüzüne yapışan; yapışkan kirler: rehavetle, vurdumduymazlıkla, bana necilikle, bakarkörlükle beslenen, büyüyen, gelişen, serpilen; ahtapotun kolları gibi her yanı saran…
Baba yadigârı tespihin taneleri, zamana doğru akıyordu. Zaman, geriye doğru işleyen dipsiz bir kuyu gibiydi. Gölgelerin aydınlıktan başlayıp siyaha uzanan griliğine baktı; koyu karanlıklardan ışığa doğru bir yolcu gibi hissetti kendisini, durmadan ilerleyen ama yolun sonunu bir türlü kestiremeyen… Yoksa! Yoksa sır… Bulunca uçuşuverecek miydi? Bulmayı umduklarındaki sırrı! Elinde bir gerçekle; kuru bir gerçekle kalıvereceğinden korkuyordu. Aramanın; arayıp bulmaya çalışmanın karşı konulmaz çağrısı mıydı? Hayatla arasındaki kopmaz bağ; avuçlarına alınca parça parça olmasından korktuğu…
Muhayyilesinde dönüp duran cümlelere takıldı kaldı.
Tekrar okumaya dönmek istedi, vazgeçti.
Acelesi olan rüzgâr, fazla eğleşmeden, uğultusunu miras bırakıp gidiyordu.
Masanın üzerinde küçük not kâğıtları vardı. Acele yazıldığından, kötü el yazısını kendisinden başkasının okuyamayacağı; bazısında bir tek cümle… Dönüp dönüp okuduğu, muhayyilesini meşgul eden cümle, cümleler…
Acının, görmenin bedeli… Korkunun, yaşamak demek olduğu… Büyümenin zorluğundan… Zevklerin yükseldikçe, mutluluğun azaldığından bahseden cümleleri tekrar okudu.
Kalemin içinde kurumayan mürekkebin, kâğıda değer değmez kurumasını düşündü. Yollarda bıraktığı izleri hatırladı. Başkalarında kınadıklarının kendi üzerinde ne kadar da kendisine aitmiş gibi durduğuna hayret etti.
Yıllardır içinde biriktirdikleri yıkılıyor muydu? Neydi ki bu gümbürtü? Ürperdi! Korktu! Dağılıp gidenlerin yerini neler alacaktı?
Siyah bir duman kapladı etrafını…
Saate baktığında gecenin üçüydü. Masa lambasının sarı, ölgün ışığında okuduğu kitabın arasına ayraç koyarak kapattı. Küçük kağıtlara bir iki cümlelik notlar yazdı. Diğerlerinin yanına bıraktı.
Okuduklarını düşünüyordu. Yaralarına ilaç olması için okuduğu halde, sızısının artmasına engel olamıyordu.
Kıymık git gide daha derine gidiyor, gözden kayboluyordu. Yol yakınken dönmeli miydi? Bir süre sonra geri gelmek imkânsız olur muydu? Yabancısı olduğu bu yollardan ilk defa geçiyordu. Yalnızdı…
İlk darbeyi alalı çok olmuştu. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı, olamadı…
Kendisinden öncekiler; selef, sakalı ipil ipil dolunay ışığı, cemalinin parlaklığında ilerliyordu. Ya sonrakiler… Elini uzatmaya cesareti olur muydu? Tutan bulunur muydu? Sarp yolların kenarlarına işaretler bırakmayı düşündü. Böylesi çetin bir yola girmek, ilerlemek, mücadele etmek isteyenler çıkar mıydı? Sorularını cevapları ile birlikte Halep işi ipek seccadeye sardı. Odanın karanlık köşelerine gizlenmiş umutlar, revan olduğu yolu aydınlatan bir meşale gibi siyahı yutuyordu.
Birkaç dost sesi bozuverseydi gecenin sessizliğini, dinseydi şu rüzgârın uğultusu…
Derin solumaları olmasa yaşam belirtisi yoktu. Yapıp ettikleri hayatının soluğu muydu?
Kalktı, odada hızlı adımlarla gezindi. Durdu. Sehpadaki kitaplara baktı. Birisini eline aldı. Sayfalarını karıştırdı. Gelişi güzel yerlerden bir iki cümle okudu. Hatırlattıkları; köpürtülmüş değerler, erdemsiz sözler, garabet mimari… ve, diğerleri…
Delice koşan alaca bir at vardı sanki içinde, toynakları gümüş… Kaçmak istediği zamandan, özlediği mekânlara doğru nefes nefese koşan… Yolu bozkırdan geçen, alaca bir at, toynakları yaralarını dağlayıp geçen, bir at… alaca… nefes nefese… binicisi yaralı… bozkırda bir akşam üstü, mevsim bahar, kır çiçeklerini ezmeden uçar gibi giden, aydınlık yaz günlerine, parlak güneşli günlere koşan; alaca bir at, toynakları yaralarını dağlayıp geçen…
Saate baktığında gecenin üçüydü. Masa lambasının sarı, ölgün ışığında okuduğu kitabın arasına ayraç koyarak kapattı. İmar etmeye çalıştığı tarumar bir gelecek vardı önünde, umutları; baştan ayağa çiçek açmış bir erik ağacı gibiydi. Umutları; alaca atalar gibi dörtnala yol alan… Düşüncelere daldı… Yapamadıklarına ağlamayı bırakıp, yapabileceklerini tasarlamalıydı. Geçmişin acıları ile barışıp, yaralarını tımar edip; dağlayıp, geleceğe dair planlar yapmalıydı.
Fırtınalı günlerden sonra yüzünü gösteriveren güneşin ışıkları ile gözleri kamaşıyordu. Kaybolduğu, hapsolduğu vadilerden kurtulmak için bir yol, darda olsa bir patika buluvermiş gibi; geleceğin parıldayan zamanlarını hayal ediyor, heyecanlanıyordu…
Gözleri parladı, içinde bir coşku; yüksek sele bir şiir okumaya başladı: mezarlardan bile yükselen baharlardan söz eden, yanmış küllerden yapılan bir hisarı, yenilgi yenilgi büyüyen zaferlerle müjdeleyen…
Saate baktığında gecenin üçüydü. Masa lambasının sarı, ölgün ışığında okuduğu kitabın arasına ayraç koyarak kapattı. Ellerinde sadece, yitirmekten korktuğu bir andaç gibi sımsıkı kavradığı kelimeler, cümleler vardı. Yaralarına sürdüğü bir tiryak gibi… Kelimeler, cümleler; yaralarını dağlamak için, yaralarına basıverdiği tuz gibi… Kelimelerden, cümlelerden bir avuç tuz…
Saate baktığında gecenin üçüydü. Masa lambasının sarı, ölgün ışığı yüzünü ikiye bölüyordu. Bir yanı karanlık; dün… Diğer yanı, aydınlık yarınları…
(Şubat 2009)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)