Bir çığlık böldü hülyalarımı, yaralı bir martı çığlığı… O günden sonra; o günün öncesinin peşinde, durgun birserüven…
Bu yorgun bakan, akları kızarmış gözler benim mi? Bu alnımda ki çizgiler hangi bozgunun izleri? Ben bu mekânlara neden yabancıyım?
Bütün sessizliğin içinde nefesimden başka bir şey duymadan gökyüzünü seyrediyorum. Ellerim başımın altında, uzanmışım. Çocukluğumun en büyük eğlencesi, yaz aylarında bir ağaç gölgesine uzanıp, bulutlara; büyük beyaz bulutların şekillerine isim vermekti. Bazen file benzetirdim, bazen bir kediye, bazen bir ata… Ne çok eğlenirdim.
Şimdi aynı lezzetlerin peşinde koşmam beyhude galiba. Çünkü ne ben o çocuğum, ne bulutlar aynı bulut, ne dünya aynı dünya… Şu çocuklar yaralı martıyı bağırış çağırış yakalamaya çalışmasalardı, o da kırık kanadını sürüyerek kaçmaya, kurtulmaya çabalarken, böyle çığlık atmasaydı.. sanki, az buçuk bir şeyler gelmişti damağıma; emin miyim? Hayır değilim!
İçimde renkleri solmuş bir gökkuşağı taşıyorum ben. Bütün o renklerden bir tek ben kaldım geriye. Bütün dünya bir tek renge boyandığında nasıl çirkin olursa… Yoksa o köşeye sıkışan yaralı martı ben miydim? O acıklı ses benden mi çıktı? Ve hesabı sorulamayan bütün hüzünleri bir çıkın yapıp denize atan ben miyim? Bu ellerimdeki yosun kokusu; sevgilimin siyah saçlarını sever gibi okşadığım ağlardan ellerime sinen bu yosun kokusu, uzak zamanlardan bir hatıra taşır bana. Ve ben denize düşen bulutları kurtarmaktan sorumlu cankurtaranım. Denizi sevmek suç mu? Bulutlara isim takmak, bir şeylere benzetmek yasak mı?
Ömrüm vefa ederse, bir gün öğreneceğim konuşmasını. Ve o gün, kaçmayacak insanlar benden, ben de onlardan. Belki o zaman yaşamanın ne demek olduğunu da anlayabilirim. Biraz huzur verselerdi şu çocuklar, yaralı martı… Dalıp gitseydim saatlerce hülyalara. Hem bu kuşa ne demeli? Ne diye çığırıyorsun ki kulağımın dibinde, hâlâ vınlıyor, iyi duyamıyorum.
Kurumuş bir ağacın çatırdayarak kırılan gevrek dalları zihnime batıyor. Ben bu dalgakıranda sabahlamalıyım, gecelemeliyim… İflah olmaz bir âşık zahmetine girmeliyim. Lekeleri temizlemeye çalışırken daha fazla kirlettiğimi fark etmeli ve artık vazgeçmeliyim inatla iyi yapmaya çalıştığım ne varsa… Biraz savrukluk, biraz kül, biraz hatıra…
Bir karınca azmiyle ilerlemeye çalıştığım yollara dikenli teller çeken hasımlarım, size söylüyorum; size de hakkımı helâl ediyorum. Güneşimi engelleyen şu ağaca da kızmıyorum artık. Kimseye söyleyecek sözüm kalmadı. Yürüyüp durduğum bu sahilin kumları, denizin molekülleri, istiridyelerin minicik kalpleri şahit olsun, bir buluta binip gidivereceğim bir gün… Kimse ile hesabım olmadan, kendimle bile barışıp gideceğim. Önce saçlarımı tek tek koparıp, birbirine ekleyip uzun bir ip yapacağım. Büyük balıkları avlamak için kullandığım kancalardan birini ucuna bağlayacağım. Sonra geçip giden bulutlardan birini yakalayacağım. Ya aşağıya inip beni de alacak, ya da asılı, bağlı kalacak havada… Bu gidişle bulutları da kendime düşman edeceğim.
Saçlarım ne kadar kısa. Bir türlü bir birine ekleyemiyorum. Sonra bu kanca o kadar da uzağa gitmiyor. Ve içimde bir şeyler daha doğmadan ölüyor. Durduğum yere bakıyorum; ne kadar eğreti olduğuma hayret ediyorum.
Kartallar rehberlerinin karga olduğunu bu kadar geç anlamamalıydı. Onları leşin başına götürene kadar beklememeliydiler. Birbirlerine bıraktıkları şeylerin aslında kimseye kalmadığını hemen anlamalıydılar. Bir düş.. gök ekin kimin işine yaradı ki... Çiğ hamuru kim ne yapsın?
Bir bulut belirdi ufuktan, büyük bir bulut, rüzgârlara kapılmış, geliyor. ‘Neye benziyor acaba?’ diye düşünüyorum. Yaklaştıkça merakım artıyor. Öylece bakıyorum. Hizama gelene kadar hiçbir şeye benzetemiyorum. Eciş bücüş bir şey. Tam önüme geldiğinde…
Nerden bilebilirdim ki.. mizah dergisi olarak kullandığım gökyüzünün, karikatür niyetiyle baktığım bulutların benden böyle bir intikam alacaklarını. İntikam mı? Belki de lütuf. Aklım öyle karıştı ki, donup kaldım. Sanki… Sanki dil çıkarıyordu gökyüzü. O bulut hariç, diğerleri gülüyor gibi geldi bana. Ama ona bakmaktan diğerlerine göremedim.
Gökten yağmur yerine mızrak mı yağıyor ne? Bu denizden gelen serinlik, fırtınaya mı dönüyor? Neden üşüyorum? Oysa saran, sarmalayan, güven veren, şefkat dolu elleri, baktıkça bakılası bir yüzü vardı. Yo, yo… Yanılıyorum! Her şey aynı. Öyleyse değişen ben miyim? Ya da özlem, hasret…
İri taneli iki damla gözyaşı, yanaklarımdan süzülüp çenemden koynuma damlıyor. Sonra arkası geliyor. Ağlıyorum.
Ve o anda, geçip giden ömrümün hülasasını düşünüyorum: Derin uçurumlar, doldurulamaz boşluklar, kırılmalar, savrulmalar, manâsızlık, hayâl kırıklığı… Haykırmak istiyorum, sesim kısılıyor. Rüzgâra yalvarmak geçiyor içimden; bozmasın diye bulutun şeklini. Ama kozmos görevini yapıyor. Öylece kalakalıyorum. Bulutlar çekip gidiyor. Gökyüzü tekrar berraklaşıyor. Güneş guruba hazırlanıyor. Ben dalgakıranlara arkadaş olarak kalakalıyorum sahilde. Dalgalar büyümeye başlıyor. Az sonra canavarlaşıp saldıracaklar bana. Güvenli bir yer bulmalıyım. Müşfik bir kucağa başımı yaslamalıyım. Sonra derin bir uykuya dalmalıyım.
Bulutlardan özür dilesem beni affederler mi? Sizi bir daha olmadık şeylere benzetmeye çalışmayacağım desem, sözümü de tutsam, tekrar çizerler mi babamın yüzünü? Ve bulut; bir çocuğun babasını özlemesi… Ağlamaktan bakamayacak olsam da; bir an bütün bedenim titrese, adımı unutacak kadar heyecanlansam, şefkatli gözlerine dalıp gitsem.. özlemle, hasretle…
Biliyorum; bu bir daha olmayacak. Ben siyah beyaz resimlerden hasret gidermeye devam edeceğim. Bulutlar beni affedecek belki… Ama ben bunu hiç bilmeyeceğim. Bulutlar da, babamın yüzünü çizdiklerini bilmediklerinden benim neden ağladığımı anlayamayacak zaten. Her şey bir düş mü? Senaryo! Kurgu! Bütün yalanların içinde en çıplak gerçek sivriliyor bir anda: ölüm!
Bu kızıl ufuk, bu uzun gölgeler, bu alacakaranlık ve bir yaz akşamının ağır hüznü.. yalnızlığımı mütemadiyen öğüttüm bir değirmene, korkularımı, ümitsizliğimi taşır. Tek kişilik odamın, tek kişilik balkonu bu akşam ne kadar kalabalık. Bir ben varım, birde hatırlar… Bulutlara bakakaldığım anı tekrar hatırlarım. Dilime bir şiir dolanır: Bir karikatürdür bulutlar / Mizah dergisi gökyüzü / Gülerken ağladığım bir bölüm / Bulutların çizdiği babamın yüzü…
Ve kanadı kırık martıyı ertesi sabah sahilde ölü buluyorum. Göğsünden bir bulut uçuyor. Açıktan geçen yelkenlinin direğinden başka bir martı havalanıyor. Bulutla buluşuyorlar…
Martılar da ağlar mı baba?
***
Martılarında ağlayabileceğini düşünüyorum nedense. İçimde önemli bir şeyi yapmayı unutmuşum gibi bir boşluk hissediyorum. Dalgalar sahili dövmekten yorgun düştüler. Artık sesleri çıkmaz oldu. Kavga eden birkaç esnafın bağrışmalarını saymazsak oryalık sakin bile sayılır. Berberin önünden geçerken çama düşen aksimi görüyorum. Ne garip. Az kalsın bu kim deyiverecek gibi oluyorum. Ne çok dağıtmışım kendimi. Bir tıraş olsam mı? Giriyorum içeriye. “Bir saç sakal alıver” diyorum. Berber çekingen, “buyur” ediyor. Sahiden bu ben miyim? Bakıyorum. Yakışıklı bile sayılırım.
Yolda karşılaştığım birisi “günaydın beyefendi” diyor. Şaşırıyorum. Sadece bir tıraş oldum. Önünden geçerken, bu küçük sahil kasabasının, tek hazır giyim dükkânının, adi vitrinine teşhir için asılmış pantolonlara gözüm takılıyor. Kendime bir gömlek, birde pantolon beğeniyorum. Artık ayakkabı da almak lazım. Alıyorum.
Buraya geldiğimden beri bana bir tuhaf bakan insanlar selam vermeye başlıyorlar. Oysa ben aynı benim. Ne değişti? Çullar mı? Gülüyorum.
Motelin yaşlı sahibesi beni odama bırakmak istemiyor. Başkası sandı. “Siz söyleyin ben haber veririm” diye ısrar ediyor. Zar zor ikna ediyorum iki aydır burada kaldığıma.
İçimden telefon etmek geçiyor. Ama şimdi ne derim ki diye düşünüyorum. Nasıl açıklarım? Kimseye haber vermeden kaçmamı nasıl izah ederim? Kimi ararım sonra. En makulü annem. Ne çok merak etmiştir. Ama alışmalı artık. Bazen oluyorum böyle. Kendisini unutmuş bir şizofreni gibi çekip gidiveriyorum. En çokta küçük, sessiz sahil kasabalarına. Bu seferki biraz uzun sürse de, aslında ben memnunum hayatımdan. Sadece merak edenlerim alışamadı buna. Yakında onlar da pes ederler diye düşünüyorum. Geriye sadece annem kalır. Sadece o gözler yolumu. “Nerde kaldı bu deli çocuk?” diye söylene söylene gezinir evin içinde, sıkıntı yapar kendi kendine.
Tıraş olup, çullarımı da değiştirince kasaba ahalisinin tutumu değişiverdi hemen. Selam veren verene. Ama ben kimse ile konuşmuyorum. Derdimi sadece denize anlatıyorum. Birde gelip geçen bulutlara. Dilim dilim olmuş göğsümü rüzgârlara açıp, sadece onlarla paylaşıyorum yorgun kederlerimi. Dilimde pesek olmuş bir şiir… Ve bu dalgaların bana ettikleri…
Alo
Fazıl nasılsın?
İyiyim de, sen nerelerdesin?
Her zaman ki gibi…
Gelecek misin?
Bilmem! Belki sonra…
Annen seni çok merak ediyor.
İyi olduğumu söyleyiver. O’nu arayamam şimdi. Hem ne diyeceğim ki…
Bir isteğin var mı?
Yok. Sadece sesini duymak istedim. O kadar düşündüm, arayıp telefonda ağlayabileceğim bir tek sen geldin aklıma! Her şey sahte, yapmacık geliyor bana…
Açıktan bir bulut geçiyor. Yok, hayır bu bir martı. Martı mı? Bulut mu? Bana bulutlardan el sallayan babam mı? Yoksa yalansız, saf çocukluğum mu? Düşünüyorum…
Temmuz 2009
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)