Kaleyle arasında ancak bir at arabası geçecek kadar aralık olan bu ev; zamana, yıkımlara, yangınlara, köhnemişliğe, bırakıp gidenlere karşı inatla değil; sabırla, vefayla ayaktaydı. Kiremidinden temeline dek, tepeden tırnağa, yorgun, halsizdi. Ama onun bir yerlerde sakladığı ümidi hep vardı. Zaman zaman bu ümitvarlığı evde yaşayanlara da bulaştırmadan edemezdi.
Esen hafif bir rüzgârda her bir çatması, penceresi inim inim inler, çoğu zaman inlemelerine babaannemle dedem ağrılarıyla eşlik ederdi.
Uğultulu geceler, ürpermeme sebep olurken önüne geçemediğim meraklarımı kurcalardı. Bulduğu her aralıktan, çatlaktan bazen zorla, bazen de rahatça giren rüzgar, evin içinde bildiği gibi cirit atardı. Düzenli ulumalar, haykırışlar ve çığlıklara dönüşen her sese çocuk zihnimde bir suret giydirir, onları birbiriyle didiştirerek uykuya dalar; bu didişmeye rüyalarda devam ederdim.
Bazı geceler evlerden birinin çatısına -adının “Puhu” olduğunu sonradan öğrendiğim -“Hu” kuşu konardı. Çatıya Hu Kuşu konması; o evden birinin öleceğine işaretti. Kuşun sesini duyduğunda babaannem dudakları kıpır kıpır, pencereye koşar, ötelere üflerdi.
Dedem gür ve dağınık kaşlarının altında saklanmış ufak ela gözlerini kısar; -nasıl gördüğünü hep merak ettiğim -iyice küçülen gözleriyle ufku tarar;”Yağacak.”derdi. Babaannem hemen bakraç, leğen ne varsa getirir yağmurun damlayacağı yerlere itinayla yerleştirir ben de bir köşeye çekilir leğenlerde biriken sularda yüzdürmek üzere kağıttan kayıklarımı hazırlamaya koyulurdum.
Yağmurlar, çapkın kedilerin çatıda birbirlerini kovalarken yerlerinden oynattıkları kiremitlerin arasından gözyaşı gibi sızardı evin bağrına. Denizin kabardığı, kabından taşmaya çalıştığı gecelerde çakan şimşekler eve sıkıca yaslanmış kara incirin yaprakları arasından sıyrılır büyük odanın duvarına şavkırdı. Bu renkler ve ses, gecenin içinde beni öylesine cezbederdi ki şimşekler ve babaannnemin salavatları hiç susmasın isterdim. Böyle zamanlarda evin bizi korumak için sarıp sarmaladığını hissederdik.
Kale, ona nerdeyse sırtını yaslamış ahşap ev, diğer ahşap evler, yolun karşısında, Selami Dede türbesi, sokağın başındaki Saray Çeşmesi ve babaannem; rüyalarımın kendilerini seyrettirmekten vazgeçmeyen inatçı kareleri. Kareleri ki ömrümün farklı dilimlerinde öne çıkmak için birbirleriyle itişip kakışan, yer değiştiren, birbirinde eriyen sonra da hepsi çocukluğum olan.
Burası benim hem yaşadığım hem de yaşamadığım evimdi. Bu evin torunuydum. Burada birinci mevkideydim çünkü ayrıcalıklıydım.
Annem ve kardeşlerimle şehrin yeni imar edilmiş kısmında, oraya göre sıradan, buraya göre lüks bir evde oturuyorduk. Lükstü çünkü babaannemin deyişiyle alentirikliydi.(elektrikliydi) Bu iki evin farklı havası beni hiç rahatsız etmez değişikliklere meyilli karakterimin hoşuna giderdi.
Her akşam ayrı gezme listemiz vardı. Bu gezmelerin, benim gelişim sebebiyle yapıldığını hissederdim. Gideceğimiz komşular ya karşı evde ya sokağın başındaki Ermeni Tamara Teyze veya birkaç ev ötede Hacı Teyzeler olurdu. Böyle gecelerde bulaşıklar daha bir çabuk yıkanır. Kalan yemekler, kapaklı bakır kaplara yerleştirilir, mutfağın duvarına sıkıca çakılmış tel dolaba koyulurdu. Vakit yazsa yoğurt, süt, kavrulmuş kıyma muhakkak kuyuya salınırdı.
Bu işler bittikten sonra babaannem sık dişli tarağını, bakır tasta suyu yanına alır beni dizlerinin önüne oturturdu. Sabahtan beri bahçede ağaç tepelerine tırmanmaktan kale oyuklarında koşturmaktan keçelenmiş saçlarımı açmaya çalışırdı. O daha örgülerimi çözmeye başlarken, hemen atılır;” Bak acıtırsan taratmam!”diye şımarırdım.
Dedemle babaannem nadir olarak akşam yemeğine bize gelirdi. Yemekten sonra babaannem ne yapar eder beni bir köşede yakalar; gece kendisiyle gitmem için benden söz alırdı. Gündüz gözüyle ayrılmak istemediğim ahşap evi geceleri haz etmezdim. Gaz lambasının aydınlığında her şey olduğundan daha karanlık, ürkütücü görünürdü. Bu yüzden geceleri oraya gitmek istemez ama babaannemi de kıramazdım.
Babaannem geceleyin şehrin caddelerini tercih etmediğinden hep ara sokaklardan giderdik. Bunun sebebini sorduğumda;” Gelirken de bu sokaktan geldiğini eğer başka sokaktan giderse; yollarının bağlanacağını ertesi gün bütün işlerinin ters gideceğini…” söylerdi.
Bahçe duvarının oyuğundan çıkardığı anahtarla açılan çift kanatlı kapı gelişimizle gıcırdayarak mahzunluğundan sıyrılırdı. İki basamağı dikkatlice iner, bahçeyi geçerdik. Babaannem koynundan çıkardığı anahtar ve ay ışığının yardımıyla evin kapısın açarken uykudan ve korkudan babaannemim eteğine sıkıca yapışırdım. Ağızlığındaki sigara kalıntılarını ve bir iki öksürükle gırtlağını temizledikten sonra dedem de eve girerdi.
Büyük odada yatardık. Sabahın ilk ışıkları gözlerime vurduğunda sıçrar, kalkardım. Odanın duvarı boyunca uzayan, yerden yarım metre yükseklikte, etekleri ve sert saman yastıklarının üzeri; boydan boya kanaviçe ve dantel işli örtüler serili “terhiz”de, camın önünde dedem yerini çoktan almış olurdu. Ocaklıkta harıldayarak yanan gazocağında kaynayan taze ıhlamurun kokusu önce büyük odayı, evi sarar; camlara kadar yaslanmış incir, hurma ve dut ağaçlarının arasından yol bularak mahalleye yayılırdı.
Babaannemi sabahları, evin kaleye bakan tarafında tavukların pines merdivenine tırmanmış bulurdum. Yumurtlamak için çıkmış tavukları kış kışlar biraz önce yumurtladıkları yumurtaları vermemekte inat edenleri tuttuğu gibi pinesten aşağı fırlatırdı. Ellerindeki ikişer, üçer yumurtayı getirir yerlere kadar uzun, çiçekli geceliğimin torba gibi tuttuğum eteğine bırakır ve tembihini yapardı:”Kırmadan götür emi!”
Kahvaltı sonrası yapılacak ilk iş; lamba camının temizlenmesiydi. Babaannem, gece bizi aydınlatmaktan islere bulanmış lambayı duvardaki küçük oval raftan alır almaz ben de lamba sopasını ve bezini getirirdim. Ama ellerim islenir diye lambaya el sürdürmemesine de içerlemeden edemezdim. Önce gazete kağıdını elinde kırıştırarak lamba camının içine sokuşturur isin kabasını alırdı. Sonra lamba camının alt ucunu avucuna dayar üstten yanaklarını şişire şişire hohlarken ben de aynı anda elimde tuttuğum hayali lamba şişesini hohlamaya başlardım. Bu şekilde nefesimiz kesilene kadar devam ederdik.
Oturduğu terhisten dışarıyı seyreden dedem; başını bize çevirirdi. Dedemin yukarı kıvrık, sivri bıyıklarının biraz daha kıvrılmasından tebessüm ettiğini anlar ama hohlamamı kesmeden sadece gözlerimle ona karşılık verirdim.
Hohlama faslından sonra büyükçe bir bez kıvrıla kıvrıla lamba şişesinin içine sokulur, peşinden sopayla, şişenin içi gıcır gıcır silinir ve lamba akşama yakılmak üzere duvardaki yerine asılırdı. Yaptığımız bu temizliğin, kirlerden arındırmanın insanı ne kadar ferahlattığına bizzat şahittim. Sanki lamba şişesindeki kirlerle birlikte can sıkıntımız, karamsarlığımız, bıkkınlığımız dağılıverir hayat daha da yaşanası hale gelirdi. Hala her temizliğin nihayetinde, kendimi parlattığım lambayı yerine asmış hissederim.
Babaannem ev işlerine daldığında dedemin evden çıktığını bahçe kapısının ”çıt” etmesinden anlardım. Hemen bahçeye iner, sırasıyla incir ve dut ağaçlarına tırmanır, ağacın tepesinde siner babaanneme seslenirdim. O hemen işini bırakır, bahçeye bakan pencereyi yukarı doğru sürer, bahçede beni arar, bulamayınca telaşla seslenirdi. Ağacın tepesinde gizlenmenin her şeyi oradan seyretmenin tadına doyamazdım.
Bahçede kan ter içinde kalarak yakaladığım tavukların teleklerinden birkaçını kopartıp saçıma takmak, bahçe duvarının üzerine çıkıp gelen geçene minik taşlar atıp saklanmak, sadece bana ait minyatür bahçemin çitlerini tazelemek, onu sulamak, yanına yaklaşmayacağıma bin bir yemin ettiğim su kuyusunun kapağını aralayıp kuyudaki su cinini kızdırmak sevdiğim oyunlardandı. Halbuki babaannem etrafımızdaki görünmeyen misafirleri incitmemek kızdırmamak için geceleri bahçeye kaynar su dökmez, yemekten sonra sofra bezini silkelettirmez “Neme lazım! Gündüz gözüyle...”derdi.
Fakat kale’min yeri bir başkaydı. Bütün oyunları oynarken sonunda kaleye çıkacağım fikri, zihnimin köşesinde usluca beklerdi.
Kalenin geçmişi hakkında büyüyünce öğrendiklerim ona olan yakınlığımı asla zedelemedi. Dedemin bilmem kaçıncı dedesinin sandığım kale meğerse bırakın dedelerime; Selçuklu’ya bile değil; ta Cenevizli’lere aitmiş. Cenevizli’ler zamanında şehir, bahçemizden geçen kaleyle çevriliymiş. Bahçeden geçen kalenin uzantısı yer yer yıkıntılarla sahil boyunca devam ederdi. Kalenin bahçemizden geçen kısmında burçlara tırmanmak için kale taşından merdivenler vardı. Gözde oyun mekânlarım işte bu merdivenlerdi. Kalenin tepesinden şehrin ve benim resmimi çeken turistlere; ya avazım çıktığı kadar bağırır ya da dilimi çıkarır; onlarla kalem’i paylaşmak istemezdim. O, benim için en yüksek, en yıkılmaz, en eski ve en çok koruyandı. Yaşımın hayalleri hep kaleyle şekilleniyordu. Oyunlarımda “Onun babası kale kadar kuvvetli, kale kadar uzun boyluymuş, annesi kale gibi kucaklamış…”der. Arkadaşlarımın anlamayan bakışlarına aldırış etmez, bütün anlatımlarıma kıyısından köşesinden kaleyi muhakkak sokar; böyle yapmazsam anlatacaklarımın eksik kalacağını sanırdım.
Bahçede incirin en iri dallarından yaptığım çantayı, papatyalardan ördüğüm tacı, uzun zinciri, dolaplarıma(kalenin kovuklarına) ihtimamla yerleştirirdim. Topraktan ekmekler ve çörekler yapar kalenin oyuklarındaki hayali mutfağımda pişirirdim. Bazen yorgunluktan bitap düşer kalenin geniş merdivenlerine sızar kalırdım. Eğer beni gelip alan olmasa ömrümü bu kale ve bahçede geçirebilirdim.
En sevdiğim işlerden biri de babaannemle kuyuya yemek salmak veya kuyudan yemek çıkarmaktı. Sadece yazları kullandığımız kuyuya bakraca doldurduğuz meyveleri, şişelerle suyu, daha sonra yiyeceğimiz yemekleri salardık.
Akşam yemeği hazırlanırken dedemin bir göz etmesiyle, sandalyeye çıkar, lambayı olanca dikkatimle indirir camın önünde oturan dedemin yanına götürürdüm. Dedem yeleğinin saat cebinden çıkardığı köstekli Serkisof marka saatini ay ışığına doğru tutar;“Vakittir, yakalım” derdi. Kendinden önce kokusu gelen benzinli çakmakla- taşı bitmemişse- bir iki parmak sürtmesinden sonra lambanın fitilini tutuştururdu. Çakmağın benzin kokusu, lambadan gelen gaz yağı kokusuna karıştığında odanın içi ışımaya başlardı. Sonraki yıllarda bu iki koku bende hep aydınlık intibalar uyandırmıştı.
Hiç bitmeyecek sandığım masal bir gün kesiliverdi. Babaannemin köyde olduğu bir gün; dedem kahvede düşer, fenalaşır. Arkadaşları koşup babama haber verir. Zaten uzun zamandır bize taşınmaları söz konusuydu. Dedemin rahatsızlığı da buna eklenince babam, babaannemin yokluğunu da fırsat bilip at arabacı Kel Mevlüt’e haber verir. Abim babam ve arabacı nerdeyse bir saatte evdeki eşyaları arabaya yükler.
Babamların evinin balkonundan at arabasına gelişi güzel yüklenmiş; yatak yorganlar, bakır kazanlar, çiçekli saman yastıklar, birkaç bohçadan oluşan giysileriyle dedemlerin evi bir at arabasına tıkıştırılmıştı. Elli yıllık evleri ağaçtan düşmüş bir serçe yuvası gibi titreye sarsıla geliyordu.
Dedemle babaannemin artık bizimle kalacaklarına sevineyim mi, evimizin haraç mezat bir at arabasına sığdırılmasına üzüleyim mi? O vakit hissettiğim en kuvvetli duygu; kopmak, bitmek olmuştu. Demek ki hiç bitmeyecek sandıklarımız bir gün bitebilirmiş.
Babaannem ve dedem benim odama yerleştirildi. Topuz başlıklı döküm karyola yatağımın karşısına kuruldu. Böylece ömürlerinin son nefeslerini verecekleri mekana yerleşmiş oldular.
Bahçelerinden, tavuklarından, komşularından, türbelerinden, gaz lambalı, ahşap evlerinden kopartılıp elektrikli beton bir evin odasına sığdırılmışlardı.
Dedem bir daha toparlanamadı. Hastalığından önceki sert, suskun hali gitti; onun yerine afacan bir çocuk geldi. Dünyadan göçene kadar kendini askeri hastanede sandığından anneme hep “Hemşire hanım!“diye seslendi. Kendisini ziyarete gelenlere pijamaları için mahcupluğunu dile getirdi. Hemşireden üniformasını giydirmesini ısrarla istedi. Sağlıklı zamanlarını hatırladıkça, başını camdan dışarı çevirir:
“Hey gidi Mehmet reis hey! Nerde kaldı takalarda reislik etmelerin. Geceden çıkardık denize. Takaların başında ben olmazsam yola çıkmazlardı. Tayfalara bir göz ettim mi sarılırlardı küreklere. Ne motoru! Buradan Sivastopol’a gittik yelken, kürekle. Ruslara tuz götürür; karşılığında şeker alırdık. Yokluk zamanı…Çarık bulsak iskarpin giymiş gibi olurduk.”
Bunları anlatırken anlaşılmaz bir havaya bürünür, ses tonu gittiği yıllara göre şekillenirdi. Kâh bıçkın denizci reisine kâh askerin başındaki Memet Onbaşıya dönüşürdü.
İp bir kere daha koptu.
Bir zamanlar benim de içinde uyandığım topuzlu, pirinç karyolada dedem üç gün kendini bilmeden yattı. Kaşlarının arasında zaten kaybolmuş gözlerini açar, sarı mı yeşil mi anlayamadığım gözlerini bir kerecik görürüm diye zemzemle hep ben ıslattım dudaklarını. Göğsündeki elim indi kalktı üç gün boyunca. Babannem karyolanın dibindeydi kıpır kıpır dudaklarıyla…
Dedemden sonra babannem de huy değiştirdi. O ağırbaşlı kadın gitti, yerine; yerinde oturamayan hayatından sürekli şikayet eden biri geldi. Namazlarının dışında tek yaptığı aniden fırlayıp mantosunu giyip başörtüsünü takarak evine gitmekti. Artık kullanılmayan ev birkaç ay içinde gerçek yaşını göstermeye başladı. O güzelim bahçe, sokak köpeklerinin mekanı oldu. Her gelişimizde bizi zevkle karşılayan çift kanatlı kapının kanatları birer birer yere indi. Anahtara hacet kalmadı. Kanatlardan biri bir yana diğeri öteki yana yığıldı kaldı. Dağılan evle birlikte babannemin de zihni dağıldı gitti.
O sözcüğü telaffuz etmeyi hiç beceremedi. İstilhak dedi, istihlak dedi. Belki de zihni bu sözü kabullenmediğinden söyleyemedi. Yoksa zeki kadındı. Beş dakika içinde şu kadar dönüm tarladan kaç batman mısır çıkar, mısırlar ne kadar eder zihinden hesaplayıverirdi. Ah bir de okuma yazma bilseydi…
İstimlaka uğrayan evin yeri, kerpetenle sökülerek çıkarılmış bir azı dişinin kökünün açtığı yara kadar insanın içini sızlatıyordu. En çok da sökülmüş, yere serilmiş incir ağacının hala bir ümit, toprağa sarılan kökleri ve ağzına kadar taş doldurulan kuyu babaannemi şaşırtmıştı. Gördükleri karşısında sadece “Allah Allah ne olmuş buraya? Gece camdan kaynar su dökmeyin diye o kadar da tembih etmiştim!”dedi
Sonraki günlerde defalarca evine gitti, geldi. Bir türlü evini bulamadı. Komşularına sordu, onlar da “Gel bir bardak çay içelim hem de eskileri konuşuruz.” diye lafı geçiştirdi.
Kaplumbağanın kabuğuna çekilmesi gibi babaannem de kabuğuna çekildi. “Ah oğul insan kendi evinin yerini unutur mu? Bulamıyorum işte!” diye kendine sitem etti.
Bu dünyadan ayrılana kadar evinin yıkıldığını hiç dile getirmedi. İçimde kocaman kapkara bir merak kabarıp durur “Acaba evinin yıkıldığını gerçekten bilmiyor muydu? Yoksa…”