Menu
AYRI DÜNYALAR
Öykü • AYRI DÜNYALAR

AYRI DÜNYALAR

“Birlikte aldığımız kitaplara göz atma fırsatın oldu mu? Ben hepsini tek tek inceledim ama henüz okumaya geçemedim. Çünkü şu anda elimde Virginia Woolf’un güncesi var. Çok etkilendim ben de günlük yazmaya başladım.”

O sırada kahvaltı masasındaydık. Sıcacık, ıspanaklı börekle olan iletişimime, konuşmaya başlamasıyla ara vermek zorunda kaldım. Günlük mü demişti? Aklıma gelen günlük sıfatlı şeylerin söyledikleriyle alakası yoktu: Günlük ekmek, günlük süt, günlük yumurta…

“O kadar güzel yazılmış ki bitecek diye okumaya kıyamıyorum. Bitirince sen de okumalısın, inan çok seveceksin!”

Ağzımdaki böreği bitecek diye yutmaya kıyamıyorum. Ne kadar lezzetli olmuş! Tarifini mutlaka ondan istemeliyim. Börek diliminden ikinci bir ısırık aldım. Söylediklerine karşılık vermediğimi görünce garip bir sessizliğe büründü yoksa böreği beğenmediğimi mi düşündü? Sırf bütün şüpheleri ortadan kaldırmak için böreğin geriye kalan parçasını ağzıma attım, büyük bir zevkle yemeye başladım. Hala bana bakıyordu, konuşma sırası bendeydi ama ağzım doluydu. Başımla onu dinlediğimin işaretini yaptım. Çaresiz, kafasını önüne eğdi; sıcak pideden küçük, küçücük bir ısırık aldı. Ben de karanfil kokulu çayımdan iki üç yudum aldım. Kapağında Woolf’un resmi olan, şık defterini göstererek:

“Her gün okumalıyız ve yazmalıyız. Bu, bizim hayatımızın bir parçası olmalı. Mesela ben, okurken aklıma gelen şeyleri ya da hoşuma giden ifadeleri hemen yazıyorum. Sen de bir defter ayarlamalısın ve okurken yazmalısın yoksa okuman amacına ulaşmamış olur.”

Defter hala elindeydi, kapaktaki profil resim bizi dinler gibiydi. Ne ruhsuz ve soğuk bir poz, pirinç lapası gibi! Woolf nereliydi birden hatırlayamadım, İngiliz mi? Bu yabancılarda yemek kültürü hiç yok, kahvaltı ise tamamen geçiştirmeliklerden oluşuyor, ekmeğin tadını bile bilmiyorlar! Boşuna yaşıyorlar, ne acı bir tablo cereal manzaralı kahvaltılıklar! Amerika’da kaldığım zaman yiyecek bir şey bulamadığımdan on günde dört kilo verdiğimi hatırladım.

“Woolf’un pek dostu yokmuş biliyor musun? Ya da yalnızlıkla dostmuş diyebiliriz. Hayatını yazıya adamış bir şahsiyet. Eserlerinde onun kişiliği hakkında ipuçları bulabilirsin. Mesela çağdaşı Katherine Mansfield’i kıskandığını itiraf ediyor satır aralarında. Ne ilginç değil mi edebiyat adına bir kıskançlık yaşıyor?”

Önümdeki tırnak pide dostluğu hatırlatıyordu bana; beyaz peynir ile dostluğunu… Beyaz peynir uzakta, masanın öbür ucundaydı ve onun tadını merak ediyordum. Eteğimi düzeltiyormuş gibi doğruldum, peynirden büyük bir dilimi tabağıma transfer ettim. Ev sahibi hiçbir şeyin farkında değildi, hala ağzındaki pideyle mücadele ediyordu, üstelik bir tane bile zeytin yememişti! Elimdeki peçetenin tabağımdaki on bir zeytin çekirdeğinin üstüne düşme isteğine karşı koymadım.

Çoktan soğumuş çayından küçük bir yudum aldı, tekrar söze başladı:

“Biliyor musun ben eskiden yazıdan çok şiire bağlıydım? Şiir benim her şeyimdi.”

Kalktı, hemen yanındaki dolaptan laciverti solmuş bir ajanda çıkardı.

“Bak, burada lisedeyken yazdığım şiirler var. İstersen okuyabilirsin.”

Ajandasını bana o kadar ihtimamla uzattı ki, onu incitmekten korkarak elinden aldım, sayfalarını özenle çevirip okumaya başladım. Solmuş lacivert rengin közlenmiş kırmızıbiber rengine yakıştığını işte tam o an keşfettim. Sayfaların üstünden masanın ortasındaki közlenmiş biberler gözüküyordu ve ben henüz onların tadına bakmamıştım. Yine de biberlerin dikkatimi dağıtmasını engellemek için ajandayı yükselttim, okumaya başladım. Ona doğru bakmıyordum ama gözleri bende odaklanmış halde, tepkimi ölçmeye çalıştığını bal gibi biliyordum. Bal dedim de; çiçek balını her zaman çam balına tercih etmelisiniz, aroması ve tadı çok farklı, şifasını anlatmama gerek yok zaten.

Şiirler güzeldi, lisede yazılmış ve on beş yaşına göre çok ileri şiirler… “Şiir yazmalısın.” dedim, “Şiir yazmayı sakın bırakma!” Dizelerdeki derin ifadeler ve duygular biraz korkutmuştu beni. Ona baktım; sanki bu dünyalı değil gibiydi, üstelik doğru dürüst bir şey yemiyordu.

“Öykü yazmak benim için ekmek-su gibi artık! Yazmadan yapamıyorum. İnsanlarla beraberken aklımda hep o var. Hele de yeni bir öyküye başladıysam, gittiğim her yere onu da beraberimde götürüyorum, kafamda gezdiriyorum.”

Salatanın üzerine gezdirilmiş zeytinyağı ve nar ekşisi muhteşem bir ikilidir. Ege’de nar ekşisini pek bilmiyorlar. Geçen sene görümceme ziyarete gittiğimde nar ekşisi de götürdüm. Tadına doyamadılar. “Men lem yezuk, bilmez yazık!” Bu cümle de nereden geldi aklıma, şimdi hatırlayamadım? Yeni bir lezzet tarifi öğrendiğimde ben de onu kafamda gezdiririm. Doğrusu bu etkin bir yöntem, tarif kafama oturana kadar da bundan vazgeçmem.

Kahvaltı masası hüzünlü bir sessizliğe bürünmüştü; şantisi erimiş yaş pasta gibi… Havayı dağıtmak için boşalan çay bardağımı doldurmaya başladım. Ev sahibi mahzun görünüyordu. Sıcacık çayımdan bir iki yudum aldım. Karanfil çaya çok yakışıyor doğrusu. Onun bardağına baktım, henüz seviyesinde bir eksilme yoktu. Aslında hiç başlamadığı yemeğini çoktan bitirmişti, benim bitirmemi bekliyordu. Oturuşunu biraz daha dikleştirerek:

“Daha önceden yazdığım öyküme yeni bir son ekledim. O kadar değişik oldu ki, inanamazsın. Bu da “Yüzyıllık Yalnızlık’ı” okurken aklıma geldi. İşte okumak böyle bir şey… Büyülü bir gücü var. Eklediğim kısmı okumak ister misin?”

Kahvaltıdan sonra kahve ikramı olacak mı acaba? Kolombialıların “Kahveyi gece kadar siyah, cehennem kadar sıcak içeceksin.” dediklerini duymuştum. Marquez kahvesini nasıl içerdi bilmiyorum ama ben bol şekerli ve köpüklüsünü severim. Şeker atmayacaksam, yanında tatlı bir şeyler olsun isterim. Tam o sırada, masanın sağındaki berrak ve büyülü pembe renge sahip çilek reçeline gözüm ilişti. “Çilek reçelini annen mi yaptı?” cümlesiyle girizgâh yaparak reçel tabağını elime aldım. Gözüme kestirdiğim en büyük çilek ağzımdaydı artık. İnanılmaz güzel bir tadı vardı.

“Ben yaptım.” dedi kısık sesle. Başını önüne eğdi. Benimle ve reçelle ilgilenmiyor gibiydi, sesinde bir kırgınlık vardı sanki. Bu kadar güzel reçel yapıyordu ve yemiyordu. Bunu anlayamıyordum. Reçelden bir kaşık daha alarak önceki lokmayı yalnız bırakmak istemedim. (Double affect).

Daha önceden okuduğum öyküsünü getirdi, tekrar okudum, sonu çok güzel ve masalsıydı. Değişik lezzette bir öyküye dönüşmüştü bu gülümseten sonla; muz ağacının gölgesinde yetişmiş kahve gibi. Supremo! Tüm mutlu ve tatlı sonları severim ve kahvaltıyı mutlaka tatlıyla bitiririm, böylece ağzımda hoş bir lezzet kalır öğlene dek. Gözüm reçelin yanındaki tahin helvasına ilişti. Helvaya olan ilgimi fark edince daha da mahzunlaştı.

“Helva çok taze, almaz mısın?” diyerek tabağı bana uzattı. Kakaosu içinde yol yol desen oluşturmuş, taze susam kokulu bir helvaydı bu. Ağzıma aldığım büyük lokma hemen dağılıvermişti. Ben helvayla iletişime devam ederken o tekrar konuşmaya başladı:

“Geçenlerde yeni bir kitaba daha başladım. Zweig’in ‘Hayatın Mucizeleri’ adlı kitabı. Aslında okuduğum bir kitap vardı ama aynı anda iki kitabı birden okumak hoşuma gidiyor. Çok etkileyici bir anlatımı var.”

Bakışlarım onun üzerindeydi ama aklım ağzımdaki mucizede, tadı eşsizdi. “Aynı anda iki kitabı okumak” nasıl bir şeydi, aynı anda iki tatlıyı yemek gibi mi? Çilek reçeliyle tahin helvası…

Kısa bir sessizlikten sonra ekledi:

“Daha önce Zweig okudun mu? Mutlaka okumalısın, çok temiz yazıyor.”

Helvadan bir lokma daha aldım. Ne demişti, temiz yazmak mı? Etrafa kaçamak bakışlar gönderdim, ev çok temizdi ve güzel kokuyordu. Belli aralıklarla çalışan otomatik parfüm düzeneği devredeydi, her şey dört dörtlük görünüyordu.

Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi kahvaltı da sona erdi. Ev sahibi beni bilgisayarının başına davet etti, öykü ve şiir dosyalarını açtı. Son dönemde yazdıklarını benimle paylaşmak istiyordu. Onları tekrar tekrar okurken gözleri o kadar parlıyordu ki bir an orada sadece yemek masasına ait olduğumu düşündüm. Farklı dünyaların insanlarıydık ve eve dönüp akşam yemeği yapmam gerekiyordu. Vedalaştık.

Güzel bir davet olmuştu fakat arkamda mahzun bir ev sahibi bırakmıştım sanki. Eve dönüş yolunda, anlattıklarını düşündüm hep. Okuma ve yazma aşkı bir insanı ancak bu kadar mutlu ve bir o kadar da hüzünlü yapabilirdi. Hüznün yüzüne çok yakıştığı zarif insan! Bu yolda yürüyen diğerleri gibi o da her şeyi dorukta yaşıyordu. Haklılık payı var, ben de çok okumalı ve yazmalıyım. Söylediği gibi bir ajanda ayarlasam iyi olacak. Bundan sonra kitaplar ve yazı hayatımda ilk sırayı alacak. Eve gider gitmez birlikte aldığımız kitapları incelemeliyim, hiç vakit kaybetmemem lazım. Onunla tekrar sohbet etmek istiyorum. Onunla konuşmak hayatın tatlı anlarından biri benim için. Hayatın tatlı anlarını kaçırmamak lazım. Tatlı dedim de akşama Höşmerim mi yapsam acaba?

(Hece Öykü)

SELMA

Tokat, Zile’de doğdu. Birinci lisans eğitimini Selçuk Üniversitesi İ.İ.B.F Kamu Yönetimi Bölümü’nde tamamladı. Tunus Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Kamu Yönetimi alanında master yaptı. Daha sonra, bir yıl süreyle bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde dil eğitimi aldı. İkinci lisans eğitimini İnönü Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bitirdi. Üçüncü lisans eğitimini yine İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı.Öyküleri ve çevirileri Post Öykü, Hece, Heceöykü, Muhayyel, İtibar, Muhit, Dergâh, Temmuz, Tahrir ve Karabatak dergilerinde yayımlandı.
 Ölmek İçin İyi Bir Gün Değil adlı ilk öykü kitabı 2018 yılında İz Yayıncılık’tan çıkmıştır. 2021 yılında Muhit Kitap’tan çıkan ikinci öykü kitabı Aynı Yağmur, Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) Hikâye ödülüne layık görülmüştür. Edgar Allan Poe’dan çevirisini yaptığı Kuyu ve Sarkaç, Şehrazat’ın Bin İkinci Gece Masalı ve Çalınan Mektup adlı üç kitaplık çeviri serisiyle James Joyce’dan çevirisini yaptığı Dublinliler ve Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi Ketebe Yayınevi’nden; Henry David Thoreau’dan çevirdiği Yürümek adlı kitap Kapı Yayınları’ndan çıkmıştır.
Hâlen İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arap Dili ve Belâgati Bölümü’nde doktora eğitimine devam etmektedir. 

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları