Menu
Abdurrahman Münîf - AÇIK KAPI
Öykü • Abdurrahman Münîf - AÇIK KAPI

Abdurrahman Münîf - AÇIK KAPI



Yola çıkmadan önce, nineme veda etmeden son bir şey yapmaya karar verdim.

 Öğle vakti Ğasrin’i seyrediyordum, vadinin tam ortasında küçük bir belde.  Merkezdeki sık ve eski evler ya da beldeyi çepeçevre saran tepelerin eteğindeki uzak evler, uzun, itici çıplak ağaçlar tuhaflık hissi veriyor bana. Rüzgâr, sert bir şekilde caddeleri geçiyor, soğuk ve korku salarak şiddetle esiyor. Köprüyü geçerken küçük dere bile eskiden olduğundan farklı görünüyor. 

 İnsanların yüzüne bakmayı çok istemiyordum. Koltuğumun altında son bir hatıra olarak nineme vermek istediğim küçük bir hediye taşıyordum. İçimde onu bir daha göremeyeceğime dair kuvvetli bir his vardı. O çılgın yolculuğumdan döndüğümde bu dünyadan çoktan göçmüş olacaktı. Ömrünün son demlerinde çok yaşlıydı ve her geçen gün daha da yaşlanıyordu, adımları ağır ve yorgundu. Yüzündeki kırışıklıklar kuru, sürülü topraktaki izler gibiydi. Hatta eskiden öylesine kullandığı baston, şimdi üçüncü bir ayak gibi ayrılmaz bir parçası olmuştu.

Sonunda dedemin evinin uzandığı sokaktan geçerken kendi kendime dedim ki: “Bu gece hatıralardan bahsetmesine müsaade etmeyeceğim. Ağaçlar, hayvanlar ve yağmurlar hakkında lafa boğacağım onu. Erkenden uykum gelmiş gibi yapacağım ki sabah olduğunda tüm hazin kelimeleri yüklenerek çabucak kaçabileyim.”

Sokaktaki çocuklar toprakla oynuyor, köpekleri ve kedileri kovalıyorlar. Kadınlar da her zaman olduğu gibi kapılarının önünde öylece duruyorlar. Kimse beni hatırlayıp tanımasın ve durdurmasın diye bakışlarımı hızla kaçırıyorum onlardan. Kadınlar hüzünlü şeyleri hatırlamaktan hoşlanırlar. Yine o ağaçların anlamsız, birinin kendine yaktığı ağıta benzeyen hikâyesini hatırlayarak kendi kendime “artık daha fazla hüzün istemiyorum” diyorum. Bu kelimeler içime işleyerek inada benzer bir gerginlik yaratıyor ruhumun derinliklerinde. Yine hüzünlü düşünceleri kovarak diyorum ki: “Herkes ölecek, ninem de ölecek, tıpkı dedem gibi, tıpkı dayım gibi…  Ve hüzün genellikle bir şekilde ölümü hatırlatır. Ne hüzün istiyorum ne de ninemin şimdi ölmesini.” 

Annemin arkadaşı iki kadına benimle konuşmalarına fırsat vermeden çabucak selam verdim ve yürümeye devam ettim. Biliyordum ki bakışları beni takip ediyordu. Kararlı ve sık adımlarla hakkımda ne dediklerine aldırmadan yürüdüm. Kibirli değilim, kendini beğenmiş insanlardan da hoşlanmıyorum ama onlar için diyecek bir şeyim de yok. Bugünlerde insanlar karamsar düşüncelerle meşguller, en azından yiyecek arayışıyla ki ben de zaten o amaçla ayrılıyorum buradan. Gerçekten şans benden yanaydı. Evrakları kontrol ettiler, benimle bir görüşme yaptılar, kaba saba mantıksız sorular sordular ve görüşme bittikten sonra “Yolculuk çarşamba günü.” dediler. 

Kasaba, uzun zaman önce o harika yazları yaşadığım yer değil artık. Oraların içten içe çok değiştiğini hissediyorum. Aşinası olduğum bu yerlerin on sene önce bıraktığım gibi olduğu doğru ama artık yaşlandı, ölüm ve rüzgârla pörsüdü, duydukları ve gördükleri yüzünden gözü karararak başı döndü adeta. Ama hâlâ ayakta durmaya devam ediyor kibirli bir aptallıkla yeni felaketleri bekleyerek.

Üzüntüyle “Mekânlar da insanlar gibi değişiyor” diye mırıldandım.  “Değişen insanlardır, mekânlar ise ancak sessiz sedasız değişiyor, yalnızlaşıyor, içi boşalıyor, tıpkı kof bir kamış gibi… Sonra aniden bir çöküş yaşıyor, oysa insan böyle yapmıyor; o, adı hüzün olan bir kurtçuk tarafından kemiriliyor. Bu, siyah bir kurtçuk ve gözle görülemeyen göğüsleri var. Geceleri gittikçe büyüyor yüzükoyun yatan gri bir balina gibi” diye düşündüm. Önümdeki küçük bir taşı tekmelerken kendi kendime “Eğer ninemi ve hatıraları terk edersem başkalarını öldüren bu kurtçuk beni de öldürecek. Bu nedenle bu gerçekleşmeden önce bu lanet olası kurtçuk masalını unutmalıyım” dedim.

Sokağın sonundaki ninemin evi o kadar çok değişmiş ki tanımıyormuşum gibi geldi bana. Aceleyle “değişse de değişmese de fark etmez asıl değişen benim.” dedim kendi kendime. Daha dikkatli baktığımda aynı yükseklikte duruyormuş gibi geldi bana. Bahçeyi çepeçevre saran duvarın taşları ise kuzey tarafından yıkılarak dökülmüş. Kirli ayaklarıyla tavukların bahçenin iç tarafında ve duvara yakın bir yerde didiklendiğini görüyorum. Kapının yanındaki ceviz ağacı sanki mevsim sert bir kışmış gibi tamamen çıplak. 

Hatırlayarak kendi kendime konuşuyorum: “Bu, o yaz serçelere salıncak ve yuva olan ağacın bizzat kendisi mi?” Yaklaşarak düşünüyorum “Bir evde daima evin dış duvarlarını kuvvetlendirmek ve çatıyı tamir etmek için mutlaka bir erkek olmalı. Kadın, ninem dahi olsa, her şeyi yapamaz.”

Kapı sallanıyor. Rüzgâr hafifçe esiyor, yorulmadan itiyor onu. Binlerce kez girdiğim aynı kapı… Kapılar hareket etmekten veya aynı yerde sabit kalmaktan yorulur mu? “Ninemi içerdeymiş gibi hayal ediyorum, öyle olmasa niçin kapıyı açık bıraksın ki?” Her haliyle aklıma geldi, kısalığı, cılızlığı, kafasını meşgul eden düşünceler yüzünden hareket ettirmeye vakti kalmamışçasına iri gözlerini yavaşça kırpıştırması, yalnız haşin bir umutsuzluk hâlindeki insanların sahip olduğu gergince sımsıkı kapatılmış dudaklar… Görenlerin alt üst olmuş sandığı kupkuru cılız elleri… Morarmış, şiş damarları, adeta incecik, kırılgan bir elekle kaplı belirgin kemikleri… Açık kapı gibi gayri ihtiyari hareket eden küçük, sivri burnu…

Ninem beni gördüğünde sükûnetle bakardı bana. Asla diğer kadınlar gibi yapmayacaktı. Benim kim olduğumdan emin olduğunda bastonunu yere vurarak üzerinden hatıraları ve düşünceleri silkeleyen bir kedi gibi doğrulur, hatıralarından ona acı veren bir düşünceyi zihninden geçirirdi. 

Ninemden aynı kelimeleri duymaya devam ettim. Şu anda bile hatırladıkça içimde hoşlanmadığım düşünceleri harekete geçiren kelimeler ki şöyle diyordu ninem: 

“Çabucak büyümemelisin, hızlı büyüyenler erken gidenlerdir”, ve sonrasında gergin bir şekilde beni sarışı…

Giysileri ve nefesinde geçmişten bir koku alıyorum. Rüyaların kokusu mu yoksa hüzün için gizli bir dileğin mi? Gerçekten bilmiyorum. Beni uzunca bir süre sıkıca tutardı ve ne zaman kurtulmaya çalışsam, tıpkı toprağa saplanmış bir pulluk gibi ellerini sırtımda hissederdim. Karşı koymaz ve şunları düşünürken çoğu kez teslim olurdum: “Herkes gittikten sonra bu yaşlı kadının tutunacağı bir şeyler olmalı.” Yavaşça sonlanan bu sarılma sona erince yüzüne bakar bakmaz orada nasıl gizleyeceğini ya da sileceğini çok iyi bildiği küçük gözyaşı damlacığının izlerini bulurdum.

Ninemin üzüntüsünü gidermek için görkemli kelimeler kullanırdım. Ona bir keresinde şunu söylediğimi hatırlıyorum:  

-Sevgime ulaşmak için hüzünden başka bir köprü bilmiyor musun?

Dudaklarımdan çıkan bu pervasız kelimeleri duyunca uzun uzun baktı bana ve aynı sözleri tekrarladı: 

-Onlar gibi büyümemelisin. Hızlı büyüdüler ve çabucak gittiler. Seni sadece bir çocuk olarak hatırlamak istiyorum, duyuyor musun bir çocuk olarak, tıpkı konuşmayı öğrenmeden önceki gibi.

 İkimiz de ortama yeni bir hava katmak için gözle görünür bir şekilde çaba sarf etmiştik. Bana yine aynı soruları sormaya başlardı: 

-Yorgun musun? Aç mısın?” 

Başımı sallardım olumsuz anlamda, sonra bana yakından bakar ve sert bir ses tonuyla tekrar sorardı:

-Neden bu kadar solgun görünüyorsun?” 

Aynı kelimeleri tekrar ederdim: 

-Yolculuk ve eğitim işte. Bir şey yok nineciğim, yarın her zamanki gibi canlı ve kendine gelmiş olacağım, bunu gözlerinle göreceksin. 

Ben ilerlerken kapı inlemekte. Birkaç adım sonra onu göreceğim. Ya kapının karşısındaki sekinin önünde oturuyor ya da odanın ortasında sigara içiyor olacak. Bastonuyla kapıya vuracak ve ayağa kalkacak. Bu sefer yaşlanmış görünüyor. Adımları yavaşlayacak. 

Şehre son geldiği zamanı hatırlıyorum. Çok yaşlanmıştı. Yanımızda geçirdiği o dört gün boyunca yıllar geçmiş gibi yaşlandığına şahit oldum. Sonrasında bizimle kalmayı ısrarla reddetti. Öfkeyle babama bağırarak:

-Her şeyi yok etmek mi istiyorsun? Bu yaşlı kadını, hayvanları ve ağaçları? Bırakın beni geri döneyim. Eğer burada bir gün daha kalırsam ölürüm.

Kimse onun öfkesiyle yüzleşemedi. Annem boşa çabaladı, teyzelerim boşuna uğraştı. Bir sürü cazip sözler verdiler ona, hepsini geri çevirdi. Şoföre, onu dedemin köydeki evine kadar ulaştırmasını söylerken, ninem bana doğru eğildi ve beni rahatsız edici bir sükunetle:

-Büyüme! Özellikle de sen büyümemelisin! dedi.

Ayağımı kapının eşiğine koyar koymaz kapı adeta girmeme engel olmak istermiş gibi kapandı. Onu ittim ve içeri girdim. Asmanın altını aradı gözlerim fakat ninemi bulamadım. Ortadaki odanın açık kapısında hafif bir karanlık geçmişin kalıntılarıyla iç içe girmişti. Biraz bekledim, beni fark ettiği zaman sevinmesini istedim. Erkeklerin yaptığı gibi yavaşça öksürdüm ve baktım: Dedemin evi: Dört odalı, solda dayımın odası, yüksek ve tavansız bir duvarın arkasındaki iç oda, onu takip eden sağdaki iki oda ve dayımın odasının penceresine yakın bir kuyu. Ortada tohum havuzları, iki asma ve kiraz ağacı. Kuyunun karşısındaki diğer tarafta büyük bir tavuk kümesi ve ondan daha küçük bir kümes de tavşanlar için. 

Arkamdaki kapı uğursuz ve boğuk bir sesle inlerken odalara kadar uzanan toprak koridor boyunca yer alan dikdörtgen havuzdaki sonbahar çiçeklerinin kalıntılarıyla oynaşan rüzgârın sesi haricinde hiçbir şey kımıldamadı. Kendimi yürüyüşün akışına bıraktım. Tabii ki adımlarım ninemin dikkatini çekecekti.  Gölgem önüme geçiyor, sesimi duymak istemese bile onu mutlaka görecek. Orta odanın kapısı açık, ninemin tütün ağızlığı yerinde duruyor fakat yatağı odanın girişinin sağ tarafına çekilmiş… Artık beni görmezden gelmesine dayanamayarak biraz daha ilerledim. Sesime rahatlık katmaya çalışarak yine de korkuyla seslendim:

-Yaramazın geldi nine, neredesin?

Ona seslenmeye devam ederek:

-Nerede saklanıyorsun?

 Cevap alamadım. Odaya girdim kimse yoktu.  Yan odayı kontrol ettim, orada da kimseyi bulamadım. Zorlayarak dayımın odasına girmeyi düşündüm ama bu fikir tahammül edemeyeceğim bir sahneyi aklıma getirdi, bu yüzden vazgeçtim. Onu bulabileceğim her yere baktım yine bulamadım. Kuyuya yaklaştım, ağzına yakın oturdum ve oradan dayımın odasına baktım. Pencerede beyaz bir perde vardı, içeriyi görmek isteyen herkesin görebileceği şekilde çaprazlamasına sarkmıştı.

Gözlerimi keskinleştirip ninemin siluetini görmek umuduyla oturduğum yerden içeriye baktım ama hem rüzgârın sesi hem de odanın içindeki alacakaranlık asla bir şey görmeme izin vermiyordu.

Kapının kolunu tutup çevirdim. O zamana kadar ninemin o kapıyı açık bırakabileceğini düşünmemiştim. Her evin kutsal olarak kabul edilen bir odası vardır. Dayımın odası da bu evde öyleydi, kutsal bir mekân olarak korunmasız bırakılmamalıydı. Oraya kimsenin girmesine izin verilmezdi. Bu durum her zaman muamma ve sır olarak kalmıştır. 

Çok uzun zamandan çocukluğumuzdan beridir de böyle olmaya devam etmiştir. “Gelmeyin, okuyor; gelmeyin, uyuyor! Rahatsız etmeyin onu!” Büyüdüğümüzde ise şöyle oldu: “Gelmeyin, yaklaşmayın, bütün gece uyuyamadı, bırak bir iki saat uyusun!  Uyku hapı aldı ama uykusu gelmiyor.”

Odaya, bu korkutucu mekânın sınırları içine girdim. 

“Ninem bu odayı kilitlemeden nasıl bırakmış böyle?” diye mırıldanarak girdim içeriye. O kadar temizdi ki bizim memlekette bu kadar temiz olabilecek başka bir oda olduğunu düşünemedim. Duvarlar mavi üzerine beyaza boyanmış, bir futbolcu, soylu at resimleri ve birbirine yapışık bir grup küçük fotoğrafla kaplı: kuşlar, kadınlar, başı ellerinin arasında düşünen bir adam. Yatağın ortası, üzerinde yatan bedenin şeklini alarak çökmüş durumda, yatak örtüsü yatmak isteyenlere kolaylık olsun diye kenarda ters çevrilmiş bir vaziyette duruyor. Pencere, altındaki masanın bir kısmının tam olarak görünmemesine sebep verecek şekilde verniklenmiş, masanın üzerine de birkaç kitap, bir elbise fırçası, bir tarak ve küçük yuvarlak bir ayna konulmuş.

Bu odada başka ne var? Bir şeyler görebilmek için etrafa baktım. Odayı diğer odalara benzeten başka şeyler de buldum: hem yatak hem divan olarak kullanılabilecek uzun bir sedir, iki sandalye, kül tablaları ve toprak bir vazoda bir demet buğday.

Odada görünmez bir şey vardı fakat mevcudiyeti diğer bütün şeylerden daha hissedilirdi. Bir sıcaklık, bir varlık, sigara dumanı kokusu ve biraz da nefes… Ne olduğunu tam olarak anlayamadım ama ağır ve yoğun bir şekilde hissettim onu.  Sanki az önce biri burayı terk etmişti ve birkaç dakika içinde geri dönmek üzereydi.

Tıpkı tahmin ettiğim gibi, kadınların iki türlü özellikleri vardır: hüzün ve sevgiye olan düşkünlükleri. Dayımın odasını araştırmak için birkaç dakika daha harcadım sonra ninemin bastonunun yere çarpan sesini işittim. Pencerenin yanındaki sandalyeye oturdum, bana doğru yaklaşırken ona bakmaya başladım.

Dört ay önce onu şehirde son gördüğümden daha yaşlıydı sanki aradan on yıllar geçmiş gibi yaşlanmıştı. Adımları hızlıydı ama sendeliyordu, başı ölmemek ya da boğulmamak amacıyla hava solumak için dönen bir yüzücünün başı gibi hareket ediyordu. Bütün odaları geride bıraktı ve dayımın odasına yöneldi. Orada olduğumu hissetmiş gibiydi. Kimseyi rahatsız etmemek için yıllardır aşinası olduğum sakinlik içinde kapıyı açtı ve içeri girdi.

Kendimi asla affetmeyeceğim yanlış bir şey yapmıştım, ninem beni görür görmez bastonunu fırlattı, son umudunu da yitiren insanlar gibi ağlayarak yere düştü. Bir şekilde suçlu olduğumu hissederek vicdan azabıyla kıvrandım.  Ağladığını duyup onu yerden kaldırmaya çalıştım ama çabalarım boşa gitti.

Böyle ağladığına ilk defa şahit oluyordum. Daha önce de ağladığını görmüştüm ama bu seferki gözyaşlarından daha vahim bir şeydi, ölümcül bir umutsuzluktu bu. 

Bana uzunca gelen bir süreden sonra bazı kadınlar geldi. Ninem üzgün ve yorgun bir şekilde kalktı. Yüzünü yıkadı, gülümsedi ya da gülümseye çalıştı. Ben öylece teyzelerimden ve şehir hayatından bahsettim. Kadınlara kasaba hayatından ve yağmurlardan soru sorarken ninem hiç konuşmadı. Ara sıra bana bakıyordu, bakışlarında ürkütücü bir soru saklıydı ve başı istemsizce mekanik bir şekilde sallanıyordu.

Gece, sebep olduğum acıyı hafifletmeye çalıştım. Ona dedim ki:

-Şehre taşınmalısın, bu acı dolu evde kalman sinirlerini alt üst ediyor.

 Cevap vermedi, sadece zorlanarak şaka yollu gülümsedi. Bana baktı ve sessiz kaldı. Kelimelerimin ona ulaşmadan havada uçup gittiğini biliyordum. Ve yine biliyordum ki buna benzer kelimeleri defalarca sarf etmiştim fakat fayda etmemişti. Hatta onu kızdırmıştı çoğu kez.

Ninem yemek yemem için beni teşvik ederek şöyle dedi:

-Asla büyümemelisin! Seni gördüğümden bu yana daha da büyümüş olduğunu fark ettim.

Benimle beraber yemesini söyledim ona.

-Yemelisin. Endişe etme nine küçük bir çocuğum hâlâ… Yaşım halâ küçük. 

Beklemeden ayağa kalktım, onun için sakladığım şalı yatağın ortasından aldım. Onu şaşırtmak istiyordum, tekrar yatağın üstüne serdim, katlayıp üçgen şekli verdim ve her iki tarafı omuzlarından sarkacak şekilde sırtına yerleştirdim.

Gümüş iplikle işlemeli siyah bir şaldı. Acele bir şekilde ona baktı sonra da bana. Gözleri beni azarlıyormuş gibi sorgular şekildeydi hatta daha çok öfke doluydu. Bir parça tedirginlikle konuştum:

-Bunu annem gönderdi sana. Göndermekle yanlış bir şey mi yaptı?

Şala tekrar baktı, kırışmış parmaklarıyla kenarlarına dokundu, beni kendisine doğru çekip eskiden öptüğünden daha sıcak olmayan bir öpücük kondurdu. Sonrasında sessizlik hüküm sürdü, başımın üstünde gezip duran ninemin düşüncelerini duyabiliyordum… parayı çar çur ettiğim için beni azarlıyordu, şehirden onun için getirdiğim aslında ihtiyaç duymadığı ufak tefek süs eşyaları için.

Bu durumda ona yolculuğum hakkında bir şey söylemem mümkün olmamıştı. Biliyordum ki telaffuz edeceğim tek bir kelime yüreğine inmesine ya da çektiği acılardan daha fazlasını duymasına sebebiyet verebilirdi.

Yatmadan önce, nineme acı verebilecek bir konuşmaya girmemeye karar verdim. Yatağa bıraktı kendini yastığıma yakın bir şekilde, kırışmış elleriyle saçlarıma dokunarak konuştu:

-Bugün bana acı verecek kadar büyümüş olduğunu fark ettim.

-Beni görünce ağlamanın sebebi bu mu nine?

-Bu ve diğer şeyler.

-Ağladığın için üzgünüm. Buraya gelmemin seni inciteceğini bilseydim gelmezdim.

-Buna alıştım yavrucuğum, sen de alışacaksın.

-O halde niye bu kadar acı bir şekilde ağladın?

-Böyle ağladım çünkü onu bulmamıştım… Sandım ki sen…

Bir tek kelime dahi edemez oldu. Gözyaşları yanaklarından sel gibi akıyordu ama sessizdi ağlayışı. Konuştuğu için mutluydum bu şekilde acısının dineceğini ummuştum oysa sadece yeniden ağlamasına sebep olmuştu.

Ağır bir sessizliğin ardından, elbisesinin yeniyle gözlerini sildi, sesinde ağlamasının izi… konuştu:

-Eğer senin geldiğini bilmiş olsaydım mutlu olurdum fakat bana hemen eve gitmemi söyleyen kadınlar kimin geldiği hakkında bir şey demediler.

Acısını hafifletmek için saf saf sordum:

-Gelmemi beklemiyor muydun?

-Geleceğini söylemiştin… ama o uğursuz kadınlar…

-Sana başka bir şey mi söylediler?

-Ah! Keşke başka bir şey söylemiş olsalardı sadece bağırdılar ve “Haydi koş ihtiyar, evinde değerli bir misafir var.” dediler. Bu bana olmayacak şeyler düşündürdü.

-Benden başka birini mi bekliyordun ki nine?

-Artık uyumalısın. Ben de hamur mayalayayım, hadi artık uyu!

Kararsız iri gözlerine baktım, uzun uzun düşündüm. Bu işte bir iş, bir esrar olduğunu hissettim, yoksa ninem niye böyle davransındı ki?

Gitmesine karışmadım. Uzaklaştı sonra birkaç kez geri geldi, un getirdi, su getirdi. Hamur yapmak için küçük bir mindere yerleşince sordum:

- Nine uzak bir sefere çıksaydım ne yapardın? 

Bana döndü, cevap vermeden önce düşüncelerimi okumak ister gibi gözlerimin içine baktı. Ona bakmak için kendimde güç bulamadım. Gözleri alevli çiviler gibi keskindi, dudakları küçümser gibi sımsıkı büzüşmüştü. Bakışlarımı ondan uzaklaştırdığım zaman, sert bir şekilde bağırdı:

-Bana bak!

Kabahatli bir çocuk gibi itaatkâr ona baktım.

-Gerektiğinden fazla büyüdün.

Kısa bir sessizliğin ardından şunları ekledi:

-Asla büyümemelisin! 

Sonra sert bir sesle konuşmaya devam etti:

-Bundan daha fazla büyümene izin vermeyeceğim!

Onu rahatlatmak için ifademi yumuşatarak latife yollu konuştum:

-Nine yolculuğum uzun sürmeyecek ve dönüşte sana bir sürü hediye getireceğim.

-Tek kelime etme, uyu artık!

-Uyuyamam… Yolculuğa çıkmadan önce bunu desteklemeni ve kabul etmeni istiyorum.

Sakin bir şekilde kalktı. Bastonunu kullanmak aklına gelmedi. Sıcak kumların üzerinde yürüyen insanlar gibi seke seke yürüdü. Yatağa yaklaşınca bana ulaşmak için ayaklarımdan tuttu. 

Doğruldum ve ellerimi ona uzattım, ellerimden sımsıkı tutarak konuştu:

-Buna razı olamam… buradan gitmeni istemiyorum.

-Ama çok uzun süre ayrı kalmayacağım. Sana mektup göndereceğim ve kısa bir süre içinde geri döneceğim.

-Bir kere yolculuğa çıkanlar bir daha geri dönmezler, dönerlerse bile bu çok uzun bir zaman sonra olur.

-Ama ben döneceğim nine.

 Bugün seni gördüğümde niye ağladığımı biliyor musun?

-Bilmiyorum ve hâlâ sormaktan korkuyorum.

-Onun döndüğünü zannettim. Kadınlar sadece “değerli bir misafir” demişti.

-Gelen bendim, beni istemiyor musun?

-Ama ben, onun geldiğini sandım… onu çok uzun zamandır bekliyorum. Seferi çok uzadı, dönmesi lazım artık.

Ancak o zaman anladım ki ninem dayımın dönmesini bekliyordu.

Dayım dört kardeşin içinde tek erkek olanıydı, sadece benim annem ondan daha küçüktü. Onunla olan bağımız çok özeldi, bu yüzden birkaç günde bir bizi ziyaret ederdi. Fakat ne zaman dayımı görsem evimizi bir hüznün kapladığını hissederdim.  Sebebi bilinmeyen bir hüzündü bu. Onu evimizin yakınlarındaki bir göletin kıyısında veya misafir odasında sessiz bir bulut gibi otururken görürdüm. Annem ona kahve getirirdi ve o istemezse konuşmazdı. Buharlaşıp kaybolmak ya da kimse tarafından fark edilmemek ister gibi an be an kaybolurdu kendi sessizliğinde sanki. Yüzü solgundu, kırmızı gözleri bizde derin üzüntü uyandırırdı. Anneme dayımın sessizliği hakkında bir şeyler sormak isterdim fakat her seferinde basit bir cevapla beni geçiştirirdi ki bu bende başka cevapsız sorulara sebep olurdu.

Okul tatil olunca yazlarımızı geçirdiğimiz köyde onu sıkça görürdüm. Uzun boyluydu ve beyaz tenliydi. O kadar zayıftı ki görünüşü kalbimizde tarlada ya da herhangi bir yerde gördüğümüz kişilere karşı hissetmeyeceğimiz türden duygular uyandırırdı. Okumanın dışında bir şey yapmazdı. Annem onun okumaktan yorgun düştüğünü hissettiğinde onu kendine getirmek için kulağına eğilip fısıldardı:

-Kendini çok fazla yoruyorsun! Sabahlara kadar okumayı bırakmalısın. Neden her gece sabahlara kadar uyanık kalıyorsun? 

Onun cevap vermesini beklemezdi, üzüntüyle konuşmayı sürdürüp tekrar fısıldardı:

-Bir ya da bir iki saat okuman yeterli.

Dayım gülümserdi sadece cevap vermezdi. Annem ısrarcı olursa da şöyle derdi:

-Okumayı, yapacağım diğer bütün işlere tercih ederim.

Sonra sesinin tonu değişir ve anneme sorardı:

-Ne yapmamı istiyorsun ki başka?

-Oku… ama okumanın da bir sınırı vardır. İnsan demire benzemez, bu şekilde uzun süre dayanamazsın.

-Benim için endişelenme! Gücüm kuvvetim yerinde, okumaktan yorulursam uyurum…

Sonra ona güven vermek için gülümseyip:

-Okumak iyi bir meşguliyettir ve her iyi meşguliyet insanı zayıf düşürmez, aksine güçlendirir.

Yine de annem onun geceleri bir saatten fazla uyumadığını söylerdi çünkü ne zaman uyansa onu kitap okurken bulurdu. Dayım bana: 

-Annen okumamı istemiyor, hep “gözlerin… sağlığın…” diye konuşmaya başlıyor.

Sonra sesinin tonu tamamen değişir ve eklerdi:

-Yeterince uyuyorum, geceleri ve öğleden sonraları.

Okumak dayımın tek meşguliyetiydi. Onu hiç arkadaşlarıyla gördüğümü hatırlamıyorum. Bazı tanıdıkları vardı fakat onlarla geçirdiği vakit onun için katlanılmazdı ancak sessizliğine ve kitaplarına döndüğünde huzur bulurdu. Yine de aralıksız okumazdı, onu sık sık kitap kucağında, ama kendisini duvara ya da asmaya dalmış halde görürdüm. Bazen kitabını düşürürdü, bu, onu kendine getirirdi. Bazen de onu bir dize ya da şarkıyı mırıldanırken görürdüm. Kitabına geri döndüğünde ise okuması yavaşlardı, öyle ki sayfalar nadiren çevrilirdi.

Okuyor muydu? Düşünüyor muydu? Kimse bu soruların cevabını bilmiyordu. Okuduğu kitaplara çok nadir de olsa bakma fırsatı bulduğumda bana anlaşılmaz ama merak uyandırıcı gelirlerdi. Annem, babamın tembihlerine uyarak bizi bu kitaplardan uzak tutma konusunda kararlı davranırdı. Babam, “Çocuklara dikkat edin, bu kitapların ve onun fikirlerinin çocuklara zarar vermesini istemiyorum.  Bunlar bela getirirler, politik ve aykırı kitaplar bunlar,” derdi. Adını bile çözemediğim bir Fransızca kitap gördüm. Bazılarında silahlı ve sigara içen kız-erkek resimleri vardı… Arapça kitaplar çok azdı, dayım onları nadiren okurdu.

Dayım çiftçilikte pek başarılı olamayınca bir devlet dairesinde işe girmeye karar verdi nihayet. Babası zaten defalarca beraber çalışmalarını söylemişti ancak çabaları sonuç vermemişti.  Yaşlı kadın ise oğlundan yana olmaktan başka bir şekilde duruma müdahil olmadı. Dedemle devamlı mücadele halindeydi, sert sözlerle karşı koyardı. Yine bir keresinde dedem ona çıkışmaya başlayınca, “Bu çocuk çiftçi olmak için yaratılmadı, çiftçiliği bir at da yapabilir.” diyerek parmağını ona doğru salladı. Dedem çok kısa bir süre kendinden emin güldü ve öfkeli bir şekilde sordu:

-Çiftçi olmayacaksa ne olmasını arzu edersin?

-Bırak ne istiyorsa onu yapsın!

-Bırak ne istiyorsa onu mu yapsın!

-Sen içini rahat tut, o benim oğlum, onu ben emzirdim ne olacağını biliyorum.

-Benim içim rahat ama biliyorum ki erkekler evde oturmak için yaratılmadılar.

-Onu öldürmek mi istiyorsun?

-Asıl böyle devam ederse o kendini öldürecek.

Bu tartışmalar genelde ninemin zaferiyle sonuçlanırdı. Dedem daima ikna edilen taraf olurdu. Fakat bu ikna şüphe ve belirsizlik barındırıyordu. Ninem aynı zamanda annemle konuşup dayımı çalışması ve geleceğini düşünmesi yönünde teşvik etmesini isterdi. Annem onunla konuştuğu zaman ilkokuldayken öğrendiği sakin ve saygılı hitap tarzını kullanırdı, çoğunlukla anlaşmaya da varırlardı. Dayım ona şöyle derdi:

-Eğitimime devam etmek istiyorum, burada kalmak istemiyorum.

Kimse dayımı anlamadı.

Dedem vefat ettikten sonra dayım o şehrin mahkemesinde görev aldı.

O bir kâtip idi. İşten döndüğü zaman tamamen değişmiş gibi görünürdü. Yüzünde ve gözlerinde hep öne çıkan solgunluk, meydan okuma hâli tüm gece ve gündüz boyunca ifadesinde asılı dururdu.

Bir keresinde anneme dayımın sıkıntıları ve sessizliği hakkında sordum. İlk önce tereddüt etti sonrasında ise şöyle dedi:

-Her zaman bir tane sıkıntısı vardı, mahkemede çalışmaya başladığından bu yana ikiye katlandı.

-Hangi sıkıntılardan bahsediyorsun anne?

-Dayın her şeye olan güvenini kaybetti. Hayatın sefalet ve başarısızlıktan ibaret olduğunu düşünürdü hep ve hiçbir şey onu bu düşünceden kurtulmasına yardım edemedi. Mahkemede çalışmaya başladığından beri şahit olduğu sayısız gerçek onun bu karamsar dünya görüşünü artırdı.

Anneme dayımın kafasını meşgul eden bu üzücü fikirleri sordum ama kelimeleri kayıp gitti ve dediklerinden bir şey anlamadım.

Sonrasında dayım tamamen değişti, üzüntüsüne eşlik eden uykusuzluk ve yüzünden yayılan solgunluk tüm bedenini ele geçirdi. Elleri titriyordu, gözleri kıpkırmızıydı bazı zamanlar gözyaşları yanaklarından süzülüyordu, elbiseleri ondan büyük ve daha şişman başka birine aitmiş gibi büyük görünüyordu.

O gün, annem ve dayım arasında uzun bir tartışma yaşandı ve dayım gitti. 

Annemin harcamaları için ona verdiği parayı almaya ikna olduktan ve mahkemeden avans aldıktan sonra Marsilya’ya gitti… Kasabadan ayrılır ayrılmaz mahkeme onlara olan borcunun garantisi olarak dedemin mallarına el koydu. O zamana kadar ninem tüm bu olanları bir şekilde bitecek gelip geçici bir şakadan ibaret sanıyordu. Fakat artık işin çehresi değişmişti.

Dayım, Marsilya’da yaşayan ve daha önce buraya gelip dedemle güçlü temasları olan bir Fransız’a güvenmişti. Bu adama, dedem hem bu köyden hem de civar köylerden büyük miktarda buğday satmıştı. Anlaşma yapılırken dayım ikisi arasında tercümanlık yapmıştı ve anlaşma tamamlanınca da Marsilya ve Fransa’da eğitim hakkında uzun uzun konuşmuşlardı…

Eğitim almak amacıyla Marsilya’ya giden dayımın işleri umduğu gibi yolunda gitmedi. Fransa’ya varır varmaz adamın vefat ettiğini öğrendi. Onun ölümü eğitimi için alabileceğini düşündüğü burs ümidini ortadan kaldırdı.

Beraberinde götürdüğü para ilk ayda tükendi. Anneme gönderdiği mektuplar ümitsizlik ifadeleriyle dolmaya başladı.  Ne para istedi ne de başka bir şey.  Acısını ve çektiği sıkıntıları açık eden şeylerdi bunlar ve annemi korkutuyordu. Öyle ki sonunda annem bir uçak bileti alıp Marsilya’daki adresine gönderdi.

Fakat…

Ninem, dayımın bu kadar uzak bir yolculuğa çıkmış olduğuna inanmayı kabullenemedi. Annemin söylediklerine inanmayarak, bir ara münasebeti olan bir kadın yüzünden yakınlarda bir yerlerde saklanmış olabileceğini ve annemin de bu sırrı sakladığını düşündü. Annemin gönderdiği bilet geri döndü. Üniversite ise babama umudumuzu bitiren üzücü bir mektup gönderdi:

“Adresinizi öğrenci dokümanlarında geç bulduğumuzu ifade ederek size bildirmekten elem duyuyoruz ki, öğrencimiz hastalığından dolayı iki aydır üniversiteye devam etmemiş ve hastanede tedavi altına alınmıştır. Hastalığı yetersiz beslenmesine sebep olmuştur. Hastane bize durumunun iyiye gittiğini belirtmesine rağmen durumu aniden ve garip bir şekilde kötüleşip hasta kaybedilmiştir. Hastane bunun onun kararı olduğu şeklinde imada bulunmuştur. Hasta 17 Kasım 1960 Pazartesi günü bu dünyayı terk etmiştir. Hastane yönetimi ailesinin ne yapmayı arzu ettiğini öğrenmeden mevtayla ilgili herhangi bir işlem yapmamamızı belirtmiştir. 

Üniversite yönetimi bu elim olaydan dolayı baş sağlığı diliyor ve üzüntülerini bildiriyor. Ne yapmayı arzu ettiğinizle ilgili olarak en kısa sürede cevabınızı bekliyoruz. Kendi ülkesinde gömülmesini istemeniz durumunda buraya aile üyelerinin gelmesini tercih ederiz.

Cevabınızı beklediğimizi belirtirken bu talihsiz olayla ilgili derin üzüntülerimizi tekrar ifade etmek isteriz.”

İşte dayımın sonu böyle olmuştu. Hepimiz için arkasında sıkıntı ve gizem bırakmıştı. Bu durumu kasabadaki kadınlardan işittiği zaman ninemin ağzından çıkan ifadeler şunlardı: 

-Ölmüş olamaz! Yalancılar! Kim onun öldüğünü söylüyorsa yalancıdır! Mutlaka geri dönecek!

Kimse onunla münakaşa etmedi ve herkes acısına saygı duydu.

Hem teyzelerim hem de akrabalarımızın eşleri dayımın ölümü üzerine acı göz yaşları döktüler. Onun yurtdışına gitmesindeki teşvik edici rolü sebebiyle onu öldürenin annem olduğunu söylediler. Erkekler ise intiharın dile getirilmemesini istediler çünkü o sadece utanç verici bir durum değildi aynı zamanda dini bir kuralın ihlaliydi. Olayın herhangi bir iz bırakmadan sessizce kapatılması için hem hastaneye hem de üniversite idaresine telgraf çekerek dayımın Marsilya’ya gömülmesini talep ettiler, defin işlemlerinin İslami usullere göre yapılması konusunda ısrarcı oldular. 

İşte dayımın sonu böyle oldu. Ninem ise hâlâ inanmayı reddediyor. Bu nedenle ben buraya geldiğimde dayımın geri döndüğünü sandı. Hâlâ böyle düşündüğünü o gece hamuru yoğurmadan önce yatağıma gelip yanımda dinlenirken ikide bir tekrar ettiği sözlerinden anladım.

Nineme haber etmeden kasabadan ayrıldım. Ona sadece şalın annemin gönderdiği bir hediye olmasının dışında gerçekleri de söylemedim. Memlekette bitirmem gereken bir iş olduğunu sonra da yurt dışına çıkmam gerekebileceğinden bahsettim. Ninem söylediklerimi benim gibi birisi için uygun olmayan bir saçmalık ya da münasebetsiz bir şaka olarak kabul etti.  Bütün gece ve ertesi sabah mütemadiyen şöyle söylendi:

-Asla büyümemelisin! Dedenin topraklarına geri dönmelisin! Tek başına kalma. Bir gün dayın dönecek ve beraber çalışacaksınız. Toprak… Yavrucuğum, toprağın adama ihtiyacı var. Toprak… Toprak, deden göçtüğünden beridir eskisi gibi verimli olamadı.  Burada kalmalısın. Dayın döndüğünde yeşil araziye ve meyve dolu ağaçlara hayran olacak ama eğer döner de araziyi kuru ve sebzesiz, ağaçları meyvesiz bulursa yine gidebilir.

Sessiz kaldım ve tek kelime etmedim. Biliyordum ki dayım seneler önce ölmüştü, kemikleri Marsilya mezarlığında bir kabirde yatıyordu. Şüphe yok ki kabri bir Hristiyan kabriydi. İnsanlar öldüklerinde tamamen birbirine benzerler. Hristiyan ve Müslüman arasında bir fark kalmaz. Hepsi ölüdür ve eşittir, ölülerin birbirinden farkı yoktur. Hepsi akrabalarını ve eski çatışmalarını hatırlamaksızın huzur içinde uyurlar.

Ertesi sabah şehirden ayrıldım.

Ağaçlar yaşlı, büyük ve çaresizdi.  Evlerin duvarlarının rengi atmıştı, mezarların rengine bürünmüş görünüyorlardı. Hatta dere bile fuzuli ve garip görünüyordu. Beni şehre götürecek otobüs istasyonunun güzergahındaki köprüden geçerken derenin suyuna bakamıyordum. Ninem şalını çıkardı. Onu yeniden omzuna almasını söylediğimde, şöyle dedi:

-Sen ya da dayın dönmedikçe bir daha onu kullanmayacağım. Nicedir giymediğim güzel kıyafetlerimi sandığımdan çıkarmam ancak o zaman mümkün olacak!

Her şeyi arkamda bıraktım.  Hüzün ve acı hissediyordum. Beynim cevabını asla bulamayacağım imkânsız sorularla doluydu: “Dayım neden burayı terk etmişti? Niçin kendini öldürmüştü? Gidersem geri dönebilecek miydim? Ninem… Ben dönene kadar hayatta kalabilecek miydi?”

Bunun gibi sorular zihnimi hep meşgul etti, cevapsız kalmaya devam ederek. Yorucu bir eğitimden sonra ve yolculuğun meşakkat olduğunu düşündürten bir seyahatin ardından o yaz geri döndüm. Akan bir nehre benziyordu yolculuk hem sizi yenileyen hem de tehlikeli şelalelere doğru iten. Bir hediye vardı yanımda ninem için özenle seçtiğim.

Bir şal satın almıştım, bu sefer rengi siyah bir şal. Neden bu rengi seçtiğimi bilmiyorum belki de hâlâ dayımın yolunu gözleyen ninemin çok yaşlandığını ve siyah rengin ona daha yakışacağını düşündüğümdendi.

Anneme ninemi sordum fakat cevap alamadım, cevap vermekten kaçınmıştı. Sorumu yineledim yine cevap yoktu. Her şeyin sona erdiğinden emin olarak ertesi gün kasabaya gittim.

Annemin sessizliği sorularıma verilen acıtıcı, net bir cevaptı, herhangi bir kelimeden daha güçlüydü yine de neden kasabaya gitmeme izin verdiğini bilmiyordum.

Kasaba dağların arasında uzanıyordu. Ağaçlar yeşil yapraklarla kaplıydı, hava kuru, haşin ve neredeyse sıcaktı, köprüden geçerken derenin suları taşkın bir şekilde akıyordu. Köprüde durdum bir sürü soru zihnime akın etti: “Dayım dönmüş müydü? Ninem hâlâ hayatta mıydı yoksa uzun zaman önce ölmüş müydü? Büyümüş müydüm yoksa küçük bir çocuk olarak mı kalmıştım?” Sular hâlâ köprünün altından taşkın bir şekilde akıyordu.

Acele bir şekilde sokaktan geçip dedemin evine yaklaştığımda kapıyı açık buldum. Kalp atışlarım hızlandı çok güçlü bir şekilde hissediyordum ki Ninem kapıda duruyordu ya da orada olmasa bile orta odada bekliyordu şüphesiz. Orada üç ayağının üstünde duruyor olacak bana doğru atılacak ve ben de kokusunu içime çekeceğim, elbisesinin, çocukluğun, yeşil ağaçların ve toprağın kokusunu…

Kapıdan geçtim odaların önünde dolaştım dayımın odasını her zaman olduğu gibi temiz ve fotoğraflarla dolu buldum. Tek bir şey dokundu bana, beni açıklanamaz bir hüzne boğan bir şey, masanın ve yatağın üstündeki tozlar.

Dolaşmama son vermeden önce dedemin komşularından birkaç kadın geldi. Sözlerinin önüne geçen gözlerinden her şeyin bittiğini anladım.

Şehirden ayrılırken etraf garip ve yabancı görünüyordu, ağaçlar, sokaklar ve küçük dere…

Sokağın sonunda durdum, arkama baktım. Kapı hâlâ açıktı sanki birinin gelmesini bekler gibi!


Arapça Aslından Çeviren: Selma Aksoy Türköz

SELMA

Tokat, Zile’de doğdu. Birinci lisans eğitimini Selçuk Üniversitesi İ.İ.B.F Kamu Yönetimi Bölümü’nde tamamladı. Tunus Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Kamu Yönetimi alanında master yaptı. Daha sonra, bir yıl süreyle bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde dil eğitimi aldı. İkinci lisans eğitimini İnönü Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bitirdi. Üçüncü lisans eğitimini yine İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı.Öyküleri ve çevirileri Post Öykü, Hece, Heceöykü, Muhayyel, İtibar, Muhit, Dergâh, Temmuz, Tahrir ve Karabatak dergilerinde yayımlandı.
 Ölmek İçin İyi Bir Gün Değil adlı ilk öykü kitabı 2018 yılında İz Yayıncılık’tan çıkmıştır. 2021 yılında Muhit Kitap’tan çıkan ikinci öykü kitabı Aynı Yağmur, Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) Hikâye ödülüne layık görülmüştür. Edgar Allan Poe’dan çevirisini yaptığı Kuyu ve Sarkaç, Şehrazat’ın Bin İkinci Gece Masalı ve Çalınan Mektup adlı üç kitaplık çeviri serisiyle James Joyce’dan çevirisini yaptığı Dublinliler ve Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi Ketebe Yayınevi’nden; Henry David Thoreau’dan çevirdiği Yürümek adlı kitap Kapı Yayınları’ndan çıkmıştır.
Hâlen İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arap Dili ve Belâgati Bölümü’nde doktora eğitimine devam etmektedir. 

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları