Menu
AYNADAKİ AKS
Öykü • AYNADAKİ AKS

AYNADAKİ AKS

Yiğit bir delikanlıydı Cemal. Lakin, içinin çok derininde bir yerlerde, kendine bile ifade edemediği bir hubb-u riyaset de yok değildi hani.
Ehl-i dava bir hal içre:

“Bu kirli savaşlar neden? Kalksın artık sınırlar... “ diye ağlıyor ve bu alçak zulme -kendi zannınca-insanların seyirci kalışlarına kızıyor, ilgililerin bir şey yapmayışlarından dolayı, çevresine hamasi söylemler savuruyordu.
Bir yandan bu düşünceler zihninde dolaşadursun, öte yandan, sanki hiç kimse üzülmüyor da en çok üzülen kendisiymiş gibi davranıyordu.

“Niçin benim kadar duyarlı değiller” diye onlara gâh kızıyor, gâh söyleniyordu. Sonra birden şimşek hızı ile bir düşünce belirdi zihninde. Kızdığı kimselerin bu yargılamayı hak edip etmediklerini sorgulamaya başladı. Vicdanı ne diyordu bu işe?
Bir an kulak vermeye çalıştığı bu sese.
Onu ikna etmeye çalışırcasına nefsinin de destek verdiğini hissetti.
Bu durumdayken nereden geldiğini anlamaya çalıştığı farklı, tiz bir ses işitti. Ne dediğine kulak vermeye çalıştı. Zira söz değerliydi. Adı Kelâmdı. Kelam sözü bir yandan da ona Kelâmullahı hatırlattı. Ardından da başka bir şeyi...
Fakat net değildi... Biraz daha dikkat kesilerek anımsamaya çalıştı.
“ Kim söylemişti o sözü?”
“Tabii ya Hz. Ali...”
“İlmin kapısı ve hikmetin sultanı değil miydi O...
“Sözün kimden geldiğine değil, ne dediğine bak!’ diyen...
İşte bu şuurla her söze, “nereden ve kimden gelirse gelsin, diyen...
“işleyenin haktan olduğu” bilinciyle kulak vermeli” diye düşündü Cemal. Zira arada bugüzel hasletlerinden dolayı nefsinin oyunları olsa da... Zaman zaman bu durum ince bir tekebbürü içine verse bile, samimi ve yiğit delikanlıydı vesselam...
Fakat bazen bu kibrin kendisi bile farkında değildi; tıpkı şimdi olduğu gibi...
Derken içinde bir ses aksi dalgalandı ve giderek daha da berraklaştı ve konuşmaya başladı:

" Bir Güneş olmak isterdim, şu dünyanın kırlarına bayırlarına, sağına soluna ışık saçıp, aydınlatan bir Güneş...
Bak onun sınırı var mı? Doğuyu da aydınlatıyor, batıyı da...
Ya da bir ay olmak vardı ya şu dünyanın gecelerine kandil olan bir kamer...
Öyle ki dünyanın sevgisizlikten üşümüş yaşı büyük! Yaşı küçük çocuklarına sevgi saçan, ışık saçan bir Kamer...
Lakin Güneş aydınlatsa da, Ay gökyüzünde kandilini yaksa da köre ne yapabilir ki... Tamam, şimdi buldum!
“Bir ayna olmak isterdim kardeşlerime kendilerini gösteren, sırrı dökülmemiş bir ayna!..
Lakin, körler çarşısında ayna nasıl satılır ki...
Ne zordur köre ayna beğendirmek! Hele de kendini beğeniyorsa...
Ya da bir toprak olmayı dilerdim, aziz ve mütevazı...
Sürekli ayaklar altında çiğnendiği halde uğruna savaşılan yine o.
Mümin kâfir demeden rızkı bitiren yine o.
Bu savaşı toprak istemez hiç kuşkusuz. Ama vuku bulana da mani olamaz.
Sınırlar kalksın diyorsun da sınırları koyan kim? Yıkabildik mi sınırları gönlümüzde?
Doğusundan batısına tüm cihanı kucaklayan bir “Güneş” gibi olabildik mi?
Açabildik mi yüreğimizi toprak gibi düşmanımıza bile...
Zulmüne mani olarak ama sevgiyle...
Toprak ürünlerini sunmak istedi.
Lakin insanoğlu yetinmedi, sahiplenmek istedi.
Nerede ne varsa en güzel benim olmalı. Hep bana, hep benim gibi olanlara...
Diğerlerinin hakkı yok dedi. Çünkü onun adı:
“Öteki...”
Bir hal dilerdim insanları yargılamadan hikmete şahitlik edip, "deme niçin bu iş böyle, yerincedir iş öyle" diyen Niyazi Mısri gibi... Zulmün içinde olmadan lakin bu zulmün gelecekte hangi hayırlı zuhuru doğuracağına gebe olduğunu, hangi İsa/müjde´nin doğumu olduğunu düşünerek, işletileni işleyerek...

Cemal’in daha bu sesin nereden geldiğini anlamaya çalışması ve şaşkınlığı geçmemişti ki bir başka nida daha işitti:
“Ben yerimde olmayı istediğin Güneş’im!
Sırayla her bir coğrafyayı aydınlatmaya çalışırım.
Dünyanın en ücra köşelerine kadar farklı mevsimlerde... Lakin kimseyi memnun edemem. Herkes ya sıcağımdan ya da yüzümü başka yöne döndürme sırası geldiğinde ışığımın azlığından şikâyetçidir”
Sonra bu sesi bir diğeri izledi ve:
“ Ben de yerimde olmayı dilediğin Kamer’im(Ay’ım)...
Karanlıkta, sahralarda, çöllerde ve uçsuz bucaksız ummanda kalmış yolculara, Güneş’ten aldığım ışığı yansıtırım. Şems’in varlığını ve sabah gelecek kuvvetli bir ışığı müjdelerken, kendimin gurubunu/batışını hatırlarım. Üzülsem de yaklaşan seherle gurub vaktimin gelişine... Yine de teselli bulurum Yaklaşan Güneş’le...
Zira batışım zahirdir. Aslında güçlü ışık kaynağının içindeyimdir yine ama damlanın deryada salınımı gibi...
Bir yanda kandilim parlarken, diğer yanda zevalim başlar.
Bir coğrafyada batarken, diğer coğrafyada doğarım.
Biri benim kayboluşuma şahit olurken, diğeri doğuşuma şahittir.
Öte yandan birleşir cem olurum Güneş’le.
Fakat ben hep olmam gerektiği yerde dururum diğer bir yanımla...
Fakat hakikati nedir bunun? Hangi idrak bilenir bu muammayı çözmeye...”

Cemal’in şaşkınlıktan benzi attı bu sözler karşısında...
Kelamı düşünüyor, hikmeti düşünüyordu ki bir başka ses dedi ki:

“Ben yerimde olmayı dilediğin toprağım.
Hep cömertçe veririm.
Mütevazı görünüşümün altında nice madenleri saklar, nice kömürleri örterim.
Kimi benden elmas çıkarır, kimi kömür kimi de diğerlerini...
Kim ne ekerse onu biçer.
Fakat hiç birine kim olduğunu sormam üzerimdekilerin.
Allah’ın mahlûku ve aziz misafiridirler hepsi de ruhundan üflediği...
Hep veririm.
Güneş’e ve Ay’a benzerim bu halimle...
Ama savaşlara şahit olurum, çiğnenirim ayaklar altında.
Hem ayaklar altında çiğnenen benim, hem uğruna savaşılan yine benim.
Kimileri vaat edilmiş toprak diye beni istila etmek ister, kimiyse bu idealin adına başka şey der. Ama hepsinde sahiplenme duygusu vardır. Bir farkla ki, kimi ürünlerimi gasp eder, ‘hep bana’ der, diğeriyse ‘bu toprak üzerinde yaşayanların da hakkı var, onlar da Allah’ın mahlûku, ben yönetimine talibim, burada adalet yok’, der. Fakat her biri de kendini en adil görür. Bunun hükmünü üzerimde yaşayan halk verir.
Nice Anuşirvanlar gördüm Mecusi ama adil.
Nice Yezid’ler gördüm Müslüman ama katil.
Ey yiğit bırak ehl-i dava olmayı da bütünlen...
Gel hikmeti oku sen!”
Genç, “ ehl-i dava ne demek?" diye düşündü bir an.
Muamma ses:" Sen bunu bulabilirsin? Bir düşün!” dedi.
Neler oluyordu böyle...

“ -Ne diyor Yunus:
‘ Ben gelmedim dava için,

Benim işim sevi için,

Dostun evi gönüllerdir.

Gönüller yapmaya geldim.’ dedi

Cemal :
“- İyi ama onlar masumları katlediyorlarsa, zulmediyorlarsa onları nasıl sevebilirim?” dedi kızgın bir edayla...

“ -Sevebilirsin zira zulmü ile mazlumun derecesini artırıyor. O olmasa kömür elmastan nasıl ayrılır, nasıl insan beşer olandan ayrılır. Dua et de, hidayet bulsun... Hatırla Vahşi’nin hikâyesini... Zulüm dediğin şey zulüm ateşini yakanı da zulme uğrayanı da şahit olanı da tutuşturur. Silkiniştir bu idrak, özeleştiridir. Zulmün asıl zararı kendine ve kendi imajınadır. Hz. İbrahim ile Mecusi’nin hikâyesini hatırla. Allah azarlamış ve: ‘Ben iman etmediği halde yıllardır bu kuluma rızkı veriyorum, bir günde sen doyursaydın ne olurdu!’ demiyor muydu?”
Genç delikanlı bir sağına bakındı, bir soluna:

“Allah Allah bu konuşmalar da neydi şimdi? Gerçekten toprak, Güneş, Ay mı konuşuyor? Ben hayal mi görüyorum yoksa deliriyor muyum” dedi ürpererek.

“ -Hayır dedi öteki”

“- Pekiyi sen kimsin öyleyse; bu ses nereden geliyor?”

Hafif titrek bir şekilde:

"Buradan, beni tanımadın mı?

“-Hayır! Şey!... Emin değilim!..”

Diğeri: “ Bu sesi duyacak kulak, görecek göz ne kadar azdır bir bilsen!” dedi.

Genç usulca ve de şaşkın bir vaziyette, sesin geldiği yöne, göğsüne doğru baktı. Anladı ki ağlayan, kanayan yüreğinin derinliklerinde, ruhundan gelen sesti.
Öyle ki henüz ayrı olmadığı, ama aynı da olmadığı, nefsi ile bütünleşememiş, ruha inkılab edememiş vicdanının sesi...

İçinde bir şüphe vardı. Gerçekten bu konuşmaları duymuş muydu? Yoksa bir yakaza mı yaşamıştı. Kelimelere dökülsün ya da dökülmesin ne önemi vardı ki...Konuşanı işitmemiş miydi? İster sözlü, ister sözsüz olsundu ne çıkar...

Bu düşünceler içersindeyken zihnini kurcalayan bir şeyi sormayı unuttuğunu fark etti?
“ Pekiyi toprak, Ay ve Güneş ile konuşmalarımın hakikati nedir?”

“Onlar da içinde bütünlenmen gereken ruh haritan küçük kâinatın, ‘Âlem-i sagir.’
Sen kâinatı içindeki gönül ikliminden ayrı mı sanıyorsun? Dışındaki bütün kâinatın, içinde yansıyan bir aynası var. Dışarıya bakarsın, içeriye dönersin. İçerideyken dışarıya bakarsın. Görebilirsin belki eğer aynaya bakabiliyorsan.”

Bu sözler karşısında genç şöyle mırıldandı:

“Ayna! Evet ya ayna! Ne güzel bir dostsun sen! Hakikati olduğu gibi gösteren, bakarak kendime çeki düzen verdiğim...”

SEVDA

1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.

Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir. 

Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.

Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)

Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları