Menu
HÜZZAM MAKAMINDA TİTRER UDUN ARA NAĞMELERİ-2
Öykü • HÜZZAM MAKAMINDA TİTRER UDUN ARA NAĞMELERİ-2

HÜZZAM MAKAMINDA TİTRER UDUN ARA NAĞMELERİ-2



Mücella;

“…kelimeler üzerine takılmam ve düşünmem hangi yıllara tekabül ettiğini net olarak hatırlamıyorum. Fakat kelimelerin belirgin bir şekilde dikkatimi çekişleri Tefsir okumaya başladıktan sonraya rastlıyordu sanırım” diye yazmıştı ki telefon çaldı.

Arayan yine Sevda idi:

—Selam arkadaşım, bu ayki öykü baskıya hazır mı?

—Selam canım. Neredeyse hazır…

—Adı nedir? Ya da konusu? 

Gariptir ki Mücella’nın gönlünden yine aynı başlığı kullanmak konusunda güçlü bir his oluştu o anda. Sanki bunu daha önce de yaşamıştı. Evet, evet bunu iki gece önce rüyasında da gördüğünü hatırlamaya başladı. Sisler arasından gelip netleşmeye başlayan bir rüya ve ansızın gözlerinin önünde belirir gibi… Hatta dergideki başlığı ve dergi köşesindeki yerine varıncaya kadar net hatırladı. Oysa aklında bile değildi bu başlığı yeniden kullanmak. Başka bir başlık atmıştı bile daha önceden: “ Cümleden Heceye; Heceden Noktaya Yolculuk!”

İşte böyle tanımlayabilirdi Mücella yol yürüyüşünü… Başlık da ona göreydi zira...  Ta ki az önceye kadar…

(Oysa şimdi gönül teline basışlarından ortaya çıkan bir ezgiyi paylaşmaya devam ediyordu. Bir yolculuğa çıkışın arefesinde nasıl ki Nil’den Tuna’ya Osmanlı Coğrafyasını nasıl keşfedip dost olmaya çalışıyorsak, öyle de beden coğrafyayla, kendi gönül coğrafyamızla da bir huduttan diğerine dolaşmalı, Ruh yönünü, nefs yönünü, halvet yönünü ve celvet yönünü de idrak etmeliydik. Sadece kendini okumakla kalmayıp, Kur’an’ın patikalarında, caddelerinde, caddelerdeki evlerde ve hatta odalarında… Harf harf… Hece hece…

Sonra da evreni okumalıydı ama kendi evrenimizle bütünleşerek. Kendi semamızda ve arzımızda dolaşmalıydı… Sınırlarımızı keşfetmeliydik… Ve sonra da hiçliğimizi…İşte bu duygularla yöneldiği bir alandı  Tefsir...)

Bu düşüncelerle Sevda’ya cevap verdi:

—Aslında konusu geçen ayki yazıya çok benziyor. Başlığı“ Cümleden Heceye; Heceden Noktaya Yolculuk!” Ama formatın geçen aykinin benzeri olması nedeniyle başlık aynı kalsın diye düşünüyorum.

—Tamam. Sen nasıl istersen... Yazarı sensin. Bir an önce gönder yeter ki… Zira vakit daralıyor…

Tamam, canım son rötuşları kaldı malum yol hazırlığım vardı.

—Tamam görüşmek üzere, görüşemezsek sana hayrlı yolculuklar.

—Âmin canım, Teşekkür ederim.  Hoşça kal.

—Sende canım.

Telefonu kapattıktan sonra gönlüne gelenleri satırlarına dökmeye devam etti:

“Dünyada hangi alanda uzman olmak, mastır yapmak isterdin deseler onlara hiç düşünmeksizin önce “Tefsir” diye cevap verirdim sanırım. Zira herkesin yazmış olduğu kitaplardan Kuran’ı öğrenmek bana hep kaynaktan/gözeden uzakmışım hissini verirdi. Garip bir aşktı o bende...

Sanki iksir/tılsım gibi çekici…

Kuran’ın caddelerinde dolaşmak, patikalarına, evlerine, hatta odalarına  ve en küçük hücrelerine kadar girmek ve orada Kur’an şehrinde kaybolmak!...

Ah!... Rabbim çok mu susamıştım?..  

“Hem de nasıl… 

O kuruyan dudaklarıma adeta bir ab-ı hayattı. Çöl olan bedenime ise ruh...

“İliklerime kadar beni ürperten...

Başka hiçbir kitapta bulamadığım kanamadığımdın sen benim. Ey Rehberim! Ey yol haritam! Ey Mürşidim!

Hem müfesserdin sen, hem müfessir…

Hatırlıyorum şuan rehbersiz bir başıma girdaplarda ya da labirentlerde yol arayışımı... Tıpkı yolunu bulmaya çalışan, tüm yolcular gibi...

“Şimdi çok  mu farklıyım?”

“ Hayır!...”

Sadece mahiyeti ve derinliği değişiyor zamanla... Hala keşfedemediğim ülkeler, şehirler, caddeler, patikalar, mahalleler, evler, evlerin odaları, hücreler, deryalar ve o deryadan çıkarılacak nice inciler  var “O Kitap’ta!...”

Önce Kelam sıfatının, kelimeye; kelimeninse heceye; heceninse harfe dönüşümünü düşünüyorum. Unuttum mu harfin de noktaya dönüşümünü söylemeyi yoksa; ya da tersi mi olmalı…Nokta, harfe; harf, heceye; hece kelimeye; kelime cümleye; cümle ayete; ayet, sureye; sure, cüze; cüzler ise kitaba mı dönüşmeli... Meratib-i Tevhid gibi...

Bir çıkış kavsi, bir iniş kavsi... Bir tümevarım; bir tümdengelim... Neyse…

Öyle bir kitap ki varlık sebebimiz!.. Muazzam bir ülke:

“ Kur’an Ülkesi”; “Kur’an Şehri”; “Kur’an İklimi”...

En ufak bir noktasına kurban ve hayran olduğumuzsun sen!

 Seni ararken nice hatalar yaptık, nice beridler aşmamız gerekti; gerekecek!...

Yeri geldi günah bataklarında dolaştık; yeri geldi, pişmanlık denizlerinde yüzdük. Kimi zaman geldi masumiyet vadilerinde dolaşırken, kimi zaman iftira gömleklerini giydik... Yeri geldi İhanete uğradık... Yeri geldi “aşk vadilerinde” dolaştık... Yeri geldi akıl ve düşünce denizinde yüzdük; yüzdükçe de kalem mürekkep oldu;  kelam sıfatı kaleme döndü, akıverdi sadırlardan satırlara...

Kelimeler demiştim… Onlardan söz ediyordum...

Kelimelere en yoğun ilgimi çekişi Tefsire olan ilgiyle başlayışını düşünüyorum ve o ilginin beni Semantik ilmine yöneltişini bir de...

İlginçtir ki her şeyin hakikati kelimelerde yüklü... Ne mübarek ve yüce...

Hz. Ali’nin bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum veciz sözünün derinliğini bir kez daha idrak etmemek ne mümkün bu bağlamda…  

Kelam deyince akla kalemin  ve mütekellimin gelmemesi ne mümkün…

Kaleme hâkim olmayı isterim... İsterim elbet...

Nasıl ki Baki, Mimar Sinan’ın yanında şantiye şefliği yaparken, onun taşları nasıl düzgün bir şekilde, intizamla dizdiğini görünce, bundan ibret çıkarıp ben de kelimeleri Sinan gibi muntazamca/ sıra sıra dizmeliyim dediği gibi... Sonrasında çıraklık kalfalık ve ustalık derken yedi Tulasını/Semliye’yi inşa edişi gibi… Ya da Yunus’un, “Ey Yunus Sözünü eğri büğrü söyleme, seni sigaya çeken bir “Molla Kasım” gelir dediği gibi... Bizimkisi de çıraklık işte... Henüz ham ama derinlikli... Bir gün gelip güneşi gördüğümüzde olgunlaşacak İnşallah...

Kelam sıfatınla yüreğimize; Mütekellim sıfatı ile dilimize; kalem olup parmaklarımıza tenezzül et Ya Hay!

Yalnızca senin için yazsın, yalnızca senin için olsun Riyasızca…

Bir burun ver bize Yakup gibi; ötelerin kokusunu getirsin; burnumuzun direğini sızlatsın!.. Özlediğimiz dünyaların kurulması adına... Tütüversin, dumanı buram buram tüten yeni pişmiş, sıcacık bir yemek tadında yuvalarımıza...

 Bir kulak ver bize!.. 

İşittik, iman ettik itaat ettik; “O Kitab’ın” bütün içeriğine; her bir anlamına… Dikeyine, yatayına, derinliğine... Eğip bükmeden...

Bir el ver bize!  Bir kol… Hayırda uzun olan...

Bir göz ver bize!.. Öyle ki, yakınımızda olan ama ırağına düştüğümüz hakikatleri gören bir göz...

Bir zihin ki, hakkı hakikati idrak eden...

Bize “Erler” ver; Rical olan!.. Sorumluluğunun idrakine eren...

Er olanlar!..   Yiğit olanlar; yitirmemenizi diliyorum Mevla’dan güzelliklerinizi oyun ve oynaşlarla… rzumdur Zekeriya gibi Mürebbiler olup, çiçeklerimize o hakikat membaının yolunu birlikte  yürüten olmanız...

Siz Mürebbiyeler, siz yiğit kadınlar, siz de olmalı değil misiniz yola işaret eden!..  na gibi şefkatli, yiğit ve mert…

“ O kadınlar ki rical olan!..” Yiğit olan kadınlar unutmasınlar “Nisa Suresi’nde” kendilerine verilen değerin anlamanı!

Sizler yolda Musalarla yürüyen Hızır olup, onlarla fıtratınız gereği yürümeniz mümkün değil belki ama her biriniz ayna bulup, ayna olup, evinizde, mahallenizde, toplumda ve bulunduğunuz yerlerde insanlara kaybedilmiş güzellikleri hatırlatan, menzile girdiğini sanıp da yolu bulduk diyenlere hakiki menzilin bu olmadığına iktibasla sorumluluğunu idrak ettiren erler niçin olmayasınız...

Bin bir iyi niyete bulanmış riyakâr ve nefsanî dileklerimizle yüzleşmemizi salık vermesi gereken her yiğit gibi...

Köşe başlarında durup, doğru yönü gösteren...

Yola çıkmış yolcuların, şarampole yuvarlanmasını önleyen birer  trafik levhası olmanız elbette mümkün… Ama hamasetten uzak, yapmacıksız bir muhabbetle… Yaşayarak… Fakat bu çok zor öyle değil mi?.. Her muhataptan sille yemek pahasına....

Kendi nefsimize konuştuğumuz gibi ben diliyle...

Hatta sen diliyle konuşmamız gerektiği zamanlarda dahi ben dilini kullanmak zorunda kalışımız pahasına...

Buna rağmen yine de uyarmak lazım… Yolda yorgunluk molası verdiği her han ve hankahı, gerçek menzil sananları uyandıran bir ışık gibi... Geçmişte böyleydik... Hatırlayın hani daha dün Kurtuluş Savaşı’nda, Birinci Cihan Harbi’nde, Çanakkale’de, Bosna da ve hatta bugün Filistin’de…

Er kişi diyorum ya… Er kişi ille de erkek mi olmalıdır. Nefsini bilen her insan erdir. Nefsini idrak edemeyen herkes ise dişidir. Öyle erler olalım ki hayata veda ederken cenaze namazımızda el bağlasınlar ardımızca dişi de olsak erkek de olsak er kişi niyetine… 

İşte bazen keskindir dilim böyle... Hem de kılıçtan keskin! 

Hala uyanma vakti gelmedi mi?..  Yetmez mi yıllardır uyuduğumuz!...

Bir diriliş!...Bir diriliş istiyorum ki işlesin tüm zerrelerimize  ve yayılsın; nefha nefha!..”

Bu satırları tamamlarken tam  son noktayı koyacaktı ki  Mücella’nın gönül teline vuruşları ile bir dem/şiir daha akıverdi beyaz satırlara:

“Kimine göre bu da şiir midir tartışadursunlar Mücella. Boşver... Sen dem de diye mırıldandı... Yunus’ta söylemiş şiir dememişler kime ne? Gönle dokunuyor mu gönül telimizi titretiyor mu önemli olan bu. Gerisi boş… Bir gün de birileri tartışır burada hangi teknik var diye nasılsa? Onlar tartışadursun biz de söyleyelim şarkımızı/ezgimizi dostane ruhlarla aynı melodide titreşmek için… Sevi için, muhabbet için…  Rafa kaldırdığımız,  okumadığımız kitaplar aşkına, okuyup da hayata geçmeyen Kur’an ve Furkan aşkına… Yolu, menzili bulduk zannıyla, rehavete düştüğünü idrak edemeyen dostlarımızın da gönül telini, kendi gönül telimizle birlikte titreştirme aşkına ey can oku kitabını, oku kendi kitabını, oku kâinat kitabını… Dört kitabın manası bir hecede nasıl toplar insan düşün. Ara ve bul bir hecede toplamışları…  Yapış onların yakasına ve izinin tozu ol Lillah aşkına…

Bana da öğret, ben de okumak istiyorum de… Ama önce Allah’tan iste… Yana yakıla iste ve vesilelere sarıl. Gecen zamana and olsun! Aramışlığına şahit olsun zaman… Ben arıyorum sen de şahid ol yüce Mevla’m de… Ben de okumayı öğrenmek istiyorum de… Elif bayı yeniden anla… Okumaktan kasıt ne? Neyle kalacaksın sen metne onu düşün Yunusça…

Vakit geçiyor uyan ey can!.. Nefesler gidiyor diril artık. Diri gönle koş! Yürü sen yoluna edebinle ve arla… Sıyrıl elbiselerinden ve sonra da aşk abasını giymiş âşıklar yolunda sen de al-i aba hırkasını giy de yürü… Yönün yönsüzlük olsun… Ol Zata doğru… O yüce gönüller Sultanına doğru... Muhatabını bekleyen o kitabı rafından indir, tozunu sil ve oku hakkıyla… Evallah!..

DEM

Kitaplar var okuyucularını gözleyen

Kitaplar var yazarlarını bekleyen

Kitap var muhatabını gözleyen

Muhatap var gözlendiğini bilmeyen

İçimizde adeta bütün kâinat,

Güneşli hava, yağmurlu, karlı,

İçimdeki havanın adeta bir misali

Üzgünken bulutlu, suretim, siretim gibi

Kızgın iken sanki gök gürültülü ve şimşekli

Eğer yanıyorsam ki fırtınalıdır deniz

Eğer susuşu keşfettiysen

Sütliman ve dalgasızdır Karadeniz

Eğer sevinçliysen güneşli

Susuşum sükûtu, sütliman bir ilkimi

Daim kılmanın mücadelesi

Musıra bulutların yeridir gözyaşlarım

Güneşin emsalidir, eğer açmışsa

Çiçek bahçemde çiçeklerim

Boy vermişse hayata ve başka hayatlara

Gülümsüyor ağaçlar bana derinden

Keşfet bendeki efsunu

Koca bir ağacı nasıl taşıyorum,

İyi bak çekirdeğimde dercedilmiş kaderim derken

İnsan ne düşünür, ne hayal eder

Bilinmez, daha kaç muamma birbirini izler

Peki ya senin çekirdeğin hangi sırları gizler

Verir mi, hiçbir sır levh-i mahfuzdan

Neden başkası değil de özlediğin Meryem

Niçin beklediğin İsa(müjdedir) her dem

Çilen belki de Yusuf’tan bir dem

Mücadelen ve değneğinle Musa’ya özlem

Yedi Beyza ise çiçeklerimden bir dem

ya “Zekeriya nedir?” diyorsan

O hem atideki ben, hem gönül ışığım

Ganiyy’den özlediğim dem.

Feyzim nerden geldi diyorsanız

O da bir muamma, ayrı bir gizem

Geçmişim levh-i mahfuzdan yaşanmış bir dem

Geleceğim ise henüz muamma

An ise bu andır, dem ise bu dem

Kâinat benim içimde, bense onun içinde

Kâinat hem benim dışımda, bense onun içinde

Eş, dost der ki, ben buldum menzilimi

Fakirse derim ki, bulduysan eğer

Ya yolcu olmanın sırrı nedir ki?

Yolda gördüğün her han ve hankahı

Menzil zanneden unutur

Yolu yürümesi gerektiğini

Kader çizgisinde her bir yolcudan

Yaradan vuslatını gözlemededir.

Kimi yolcuyum, niçin çalışayım diyerek azıtmış

Hancı da kalıcı zannedip sapıtmış

Kimi de cüzi iradeyi kutsayarak azıtmış

Ne hancı gibi, ne yolcu gibi

Ama ikisinden de göğüslemeli ayrı bir demi

Eğer yolcu isen, niçin derdin maaş ve ehl-i iyal

Niçindir bu medeniyet numunesi

Sanatlar, hanlar, hamamlar.

Eğer bunları inşa etmez isen,

Medeniyetin yoktur diye sitayişler

Medeniyet inşa edeyim derken

Unutulmamalı yolcu olduğun

Ama yolcuyum diye geçtiğin duraklara

Eğer bir işaret bırakmaz isen

Nasıl iz bırakırsın senden sonraki yolculara sen?

SEVDA

1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.

Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir. 

Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.

Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)

Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları