Menu
ANTİKACILAR ÇARŞISI
Öykü • ANTİKACILAR ÇARŞISI

ANTİKACILAR ÇARŞISI

Babaannem üçüncü kez evlendi. Bu durumda ne söylenir bilmiyorum, bütün şaşkınlığımız bir yana, ailece sarı taksiye doluşup onu yeni evinde ziyarete gittik. Taksi bir Çingene mahallesine yanaşınca annem söylenmeye başladı: “Bir Çingene’yle mi, aman Allah’ım, bir Çingene ha.” Babam, şoförün yanında susmasını söyledi; ailemizin özel durumlarını yabancıların yanında konuşmak yakışık almazdı, yine de annemi rahatlatmak için, hayır, dedi, sandığın gibi değil.

Geldiğimiz yer Çingene mahallesi. Evleri kömürlüğe benziyor. Bu yecüc mecüc evlerin arasında dikili taş gibi göğe uzanan tek bir apartman var, biz de bu apartmana yanaşacağız, başarabilirsek tabi. Babam taksiciye uygun bir yerde durmasını söylediğinden bu yana beş dakika geçti ama çocuk sürüsü yüzünden gıdım ilerleyemedik. Çocuklar kara kuru ellerini taksinin üzerine yapıştırdılar, babam da, herhangi bir faciaya sebep olmayalım diye, şoföre dikkatli sürmesini söyledi; bir dakikalık yolu kağnı arabası gibi gittik. Bu da işimize geldi açıkçası, bu sayede mahalleyi gözden geçirme fırsatımız oldu. Sadece mahalleyi mi, mahalleliyi de iyice bir gözden geçirdik, anladık ki bu mahalleli oturmak için evlerini kullanmıyor, herkesin sokağa döküldüğüne bakılırsa belki de sokakta yatıyorlar; kırık dökük koltuklar, yırtık yüzlü minderler, eğri sandalyeler, bakır sinilerde yığılı kirli kaplar insanın aklına ‘neden olmasını’ getiriyor.

Etraf yarı çıplak çocuklarla dolu. Çoğunun ağız çevrelerinde yediklerinden arta kalanlar, burun kenarlarında kurumuş yeşil sümükler, kafa derilerine yapışmış saçlar; her biri pasaklılıktan kırılıyor. Ellerinde paslı çubuklarla birbirlerinin peşinden koşuşturuyor, büyükçe küfürler ediyorlar.

Göbekleri sarkık koca memeli kadınlar, sarı bilezikli kollarını sallaya sallaya damlarda çiçek kurutan, halı yıkayan hemcinslerine laf yetiştiriyorlar. Bizi fark edince soluklanır gibi oluyorlar, ama bu soluklanma daha çok sakızlarını şişirmek için.

Bir kadın çamaşır leğenine tıkıştırdığı oğlanı döve çala yıkıyor, üstüne koca bir tasla su boşaltıyor, tası ara sıra kaburga kemikleri sayılan oğlanın kafasına vuruyor. Rahat dur kara çıyan, rahat dur, diyor.

Saçları tütün sarısı bir kız elini dizine koymuş tırnaklarına oje sürüyor, onu çembere almış diğer kızlar bir yandan çekirdek yiyip, bir yandan da sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. İçlerinde en pasaklısı bize dil çıkarıyor. Tam o sırada taksinin ön camına şlap diye bir şey çarpıyor: kadının biri bulaşık kovasını üstümüze boşaltmış. Babam fesuphanallah çekiyor. Annem taksiciye, çabuk sür, diyor, bu gidişle ezilen biz olacağız.

Sonunda hengâmeyi atlatıp eve giriyoruz. Babaannem bizi yeni dedemizle tanıştırıyor, elini öpmemizi söylüyor, hep beraber denileni yapıyoruz, binlerce kırışıktan oluşan bu mavi damarlı eli öpüp alnımıza değdiriyoruz. Çok kibar bir dede bu yeni dede, kravatlı, lacivert takımlı, kısa beyaz sakallı, gayet fit görünüyor. Çingene’ye falan da benzemiyor. Zaten değilmiş. Bu daireyi almasını rahmetli eşi istemiş. Yine de burada oturmaktan pek şikâyetçi değil, oysa babaannem şimdiden başlamış şikâyetlere. Kavgası gürültüsü eksik olmuyor buranın, diyor. Ta gecelere kadar sürüyormuş bağrış çağrış. Karşılarında oturan karıkoca her akşam birbirlerine bıçak çekiyorlarmış. Kadın kuyus kıyamet dama fırlıyormuş. “Bir gün gözümüzün önünde ölüp gidecek gariban,” diyor.

En çok da çocuk seslerinden yakınıyor, “onların yüzünden kuşluk uykum mahvoldu” diyor. Zaten ilk geldiği gün mahallede düğün varmış:

“Sokağa bir yanaştık, sokak düğün salonu mübarek; masalar, sandalyeler, kanepeler, yerlerde şilteler. Tutup bir de dansöz getirmişler. Davulcular, zurnacılar, şarkıcılar sokağı kırıp geçiriyor. Ömrümde görüp göreceğim en büyük curcunaydı. Eşyalarım üç gün boyunca kamyonda havasız kaldı. Burada düğünler öyle bir iki saate bitmiyormuş. Haftalarca sürdüğü oluyormuş. Kimse durun susun demiyor korkudan.  O seste nasıl durulur? Hemen indim aşağıya,  hastayım dedim, belki yaşlılığıma hürmet ederler de kısa keserlerdi, biraz sesi kıssalardı ona da razıydım, ama ne gezer. Derdimi dinleyecek bir çift kulak bulsam öpüp başıma koyacaktım. Polisleri bile dalgaya almışlardı; ben gittiğimde ceplerinde iki kuruşluk maaşla dansöze para yapıştırıyorlardı.”

Babaannemin şikâyetleri bitince evi geziyoruz. Büyükçe salonun her yanı tıklım tıkış eşya dolu, mobilyaların acayip bir görünümü var. Halam, ortadaki kare ve dikdörtgen arası tuhaf bir masa ve camın kenarındaki harika vitrin için, antika bunlar, diyor. Hepimiz bu antika lafına takılıp kalıyoruz. Ben, daha da yaklaşıp, bu antikaya deli gibi elimi değdirme arzusu duyuyorum. Vitrinin önüne gidip kendimi bu vitraylı camlardan sızan rengârenk parıltılar altında bir görmek istiyorum. Dudaklarımı onun camına değirmek, üzerinde kendime ait bir iz bırakmak, ardı ardına dizili bu binlerce yüzü bir güzel gülümsetmek istiyorum. Ama büyüklerin konuşmalarında yasal bir dokunulmazlık var. Sonraki günlerde, babaannemde kaldığım zamanlar, sıklıkla bu salona girdim, ne var ki o his yüzünden antikalara elimi değdiremedim. Gerçi birkaç hafta sonra masanın ve vitrinin antika olmalarına daha iki üç yıl olduğunu öğrendik. Bunu da bize antikacılar çarşısından getirttiğimiz adam söyledi. Babaannem Halamın sözüne epey itibar etmişti, eğer bunlar antikaysa bunu bilmesinden daha gerekli bir şey olamazdı. Bir antikacının bu işi çözmesi lazımdı.

Bu semtin girişinde kiremit renkli, güzel bir bina var. Tepesinde kocaman harflerle Antikacılar Çarşısı yazıyor. Şimdi o binanın önündeyiz. Görevli bizi fark edince yanımıza gelip, merhaba, diyor güler yüzüyle içeri buyur ediyor. Babaannemin içeri girmeye niyeti yok, ayaküstü konuşmaya başlıyor adamla. Elinde birkaç tane antikası olduğundan söz açıyor. Bense içeriyi dikizleme telaşındayım. Salonun ortasında büyükçe, şık bir merdivenle üst kata çıkılıyor, etrafta eğri büğrü vazolar, kocaman kocaman çömlekler, camekânların ardında parıldayan bir şeyler var. İçeri girmeyi, onları daha yakından görmeyi öyle çok istiyordum ki, neden kapının önünde dikilip durduğumuzu anlayamıyorum.

Biz orada dikilip dururken sağ yanımda aralık bir kapı fark ediyorum. Aralık kapıları her zaman fark ederim. İçerden belli belirsiz seslerin geldiğini işittim. Yaklaşıp bakmalıydım. Babaannemin konuşması daha sürerdi, uzaklaştığımı fark etmeden döneceğimi düşünüp seslere doğru ilerledim. Küçük yuvarlak başımı kapının aralığına dayadım. Demirden çıplak bir masa başında gözlüklü, çökük avurtlu, dikdörtgen çeneli, kapkara geniş kaşlı, eğri bıyıklı, kravatı boynunun sıskalığını ortaya çıkarmış bir adam oturuyor. Elinde dolma kalem, önündeki kağıda gacır gucur bir şeyler yazıyor. Arada “sıradaki” diye tok bir sesle bağırıyor. Kafamı biraz daha içeri sokunca masanın önünde uzunca bir kuyruk olduğunu görüyorum. Sırası gelen bir şeyler söyleyip masadaki adama kaydını yaptırıyordu.

“Sıradaki” adam kot pantolonlu, gri ceketli, çoğu erkek gibi kamburca, tıraşı uzamış biri, biraz lakayt tavırlı. Ellerini ceplerine kilitlemiş, onun yerine omuzlarını hareket ettirerek konuşuyor. Masa başındaki gözlüklü adam:

“Ellerini ceplerinden çıkar bakayım, diyor. Biraz edepli ol, hani kravatın senin.”

“Ben görevli değilim ki abi,” diyor adam.

Karşısındaki adam kalemini demir masaya vurdu, onu susturmaya çalıştı, nereden abisi olduğunu sordu, lafı uzatmasını yakışıksız buldu ve hemen konuya girmesini salık verdi. Adam da konuya yine elleri ceplerinde girdi. Ağzını sağa doğru eğdi. Konuşması insanın sinirine dokunacak türdendi.

“Valla abicim,” dedi, “Ben de hani epey antika biri sayılırım. Çocuktum annem antika olduğumu söylerdi, okula başladım öğretmenim söyledi, evlendim karım başladı sen ne antikasın demeye. Okeyde arkadaşlar, otobüste yolcular. Bir antikadır tutturduk, Allah seni inandırsın. Hani bunca yıl geçinip gittik madem, bari bir sertifikamız olsun dedik. Şimdi siz beni oraya bir güzel yazın abicim, bak benden antikasını mumla arasanız bulamazsınız.”

Gözlüklü, karakaşlı adam, onu kambur parmaklarıyla savsakladı ve “sıradaki” diye bağırdı. Sıradakinin gelmesi için öndeki antika adamın ona yer açması gerekiyordu, ama adam elleri ceplerinde dikilip durdu, omuzlarını sağa sola itip: “Tamam mı, abicim,” dedi, “yazdın mı beni, bak iyicene yaz ha, benden antikası yoktur bu âlemde.”

Sıradaki gençten biriydi, bir çocuk sanki. Masadaki adama yanaştı, sesi çatallı ve boğuktu. Burnunda bir kot sümük var gibi konuşuyordu, hani mendile sümkürse mendil dolup taşacak. Saçları bir kutu jöleyle ıslah edilmiş, ince dişli bir tarakla arkaya doğru taranmıştı. Bunda da o taraklardan vardı besbelli, hani şu siyah beyaz, sarı lacivert, sarı kırmızı, bordo mavi renkli takım taraklarından. Bu çocuk saçlarını hangi takımın rengiyle düzene soktu bilmek isterdim.

“Onun antikalığı da dillere destanmış. Şöyle bir örnek vermesi gerekirse, bir kere o sigarayı tersinden içermiş. Başlarda, ne var bunda demiş arkadaşları, biz de istesek tersinden içeriz. O kadar denemişler ama sonunda pes deyip hakkını vermişler, o antikanın biriymiş çünkü. Kendisi alçakgönüllülük gösteriyor da pek antikalıktan saymıyor bunu. Asıl antikalığı kapı çalışında görüyor. Zili öyle bir çalar ki yerinden sökecek sanılır, annesi her duyduğunda koltuktan hoplar, ablası uzunca bir küfür savurur, babası sandalyesinde arka üstü devrilir. Kadıncağız bir gün kalpten gideceklerini bir kenara yazar da kapıyı öyle açar. Bunca yıllık ömründe böyle antika kapı çalındığını işitmemiş. Bu çocuk kime çekmiş bilmiyorlar. Ama ablası kime çekti biliyor. Böyle ana babadan böyle çocuk, diyor. Aslında buraya ailecek geleceklermiş. Annesi, sen daha antikasın, önden sen git, demiş. Hem sor bakalım, bir aileden kaç kişi başvurabilirmiş, olmadı ablanı da göndeririz.”

Masa başındaki yazıcı bunu bir soru gibi algılamadı, antikalıktan sayıp kayda geçirdi ve aynı tonda “sıradaki” diye seslendi. Jöleli çocuk sağına bir tükürük fırlatıp ortadan toz oldu.

“Sıradaki, açılışı “kitap kurduyum” diye yapıyor. O bir kitap kurdu, ama bizim bildiğimiz kurtlar gibi gözlükleri yok onun, kel değil, marazlı gibi görünmüyor, uykusunu iyi alan birine benziyor, ömründe baş ağrısı çekmediğine bahse girerim. Ama kitap kurduyum diyor. Yalayıp yutmuş dünya klasiklerini. En çok da Sefiller’in tadına doyamamış, ‘getirsen aynı iştahla yerim,’ diyor. Suç ve Cezayı tam bir hafta eritememiş. Anna Karenina gaz yapmış. Ölü Canlar tam da onun dişine göreymiş. Yer Altından Notlar’ı yese mi yemese mi karar verememiş, ama sonunda onu da bir güzel mideye indirivermiş. Savaş ve Barış mide kanaması geçirmesine sebep olmuş geçen yaz. Budala’yı eylül ayının ilk pazartesi kahvaltı olarak tüketmiş. Madame Bovary ise, ne yalan söylemeli, iştahını kesmiş azıcık.”

Daha bir sürü sayabilir istese, ama takdir ediyor ki yazıcının vakti az, sıra uzun, hem bekleyenlerin de hakkını yememek lazım. Ama eklemeden gitmek istemiyor, yazıcıya doğru eğiliyor, adamın, yarısı demir masanın altında kalan sıskalığını süzerek, “size öğünlerde bir tomar Tom Mix öneririm,” diyor, “olağanüstü tok tutucu özelliği vardır, denemelisiniz.”

Bunları söyledikten sonra aptal bir sırıtışla basıp gidiyor. Bu sırıtış yazıcıya “sıradaki” diye seslendirmeyi unutturuyor, ne söylemesi gerektiğini hatırlamaya çalışıyor; elini dikdörtgen çenesine dayıyor, dolma kalemini dökük saçlı başında gezdiriyor, bıyıklarını oynatıyor, ama bir türlü “sıradaki” diye seslenemiyor.

Sıradaki babaannem. Ta kendisi. Bütün gerçekliğiyle koluma giriyor, var gücüyle dayanıyor bana. Bu yaslanıştan yüz bularak diyorum ki: “Bir gün şu Antikacılar Çarşısını bir gezelim diyorum, ne dersin.”

“Olur,” diyor babaannem. “Geniş bir vakitte gelir gezeriz.”

Diğer Yazıları