Menu
PARİS GÜNLÜĞÜ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • PARİS GÜNLÜĞÜ

PARİS GÜNLÜĞÜ

1.Gün (27. Eylül.2013)

Işık Şehir Paris ; Ville Lumier’e

Güz güneşini ağırlayan, kestane ağaçlarının gölgeliklerindeki geniş caddeler ve eşsiz. mimarisi ile Paris’te olmak farklı duygular yaşatıyor. Doğunun sıcacık ısıtan güneşinden, her şeye rağmen gülümseyen insanından, rengârenk coşkulu kalabalığından, sıkışık caddelerinden, saçları karışık gül yüzlü çocuklarından sonra batı durağına gelmek. İçimde biriktirdiğim onca duygusallıkla adımladığım sokaklar ve caddeler beni tarihte yaşanmış acının ve sevincin coşkun duygusallığına taşısın istiyorum. Her şeye rağmen bozulmayan adeta açık hava müzesi gibi, caddeleri, istisnasız hepsinde var olan Fransız balkonları, geniş meydanları, rengârenk çiçeklerle bezenmiş devasa bahçeleri ile Paris uzanıyor önüme boylu boyunca. İçimde uyanan hayranlıkları kamçılayan duygusallığıma prim vermek niyetinde değilim. Ama bu derece sükûnetle akan caddeler, bozulmamış mimari, tarihe duyulan saygı beni etkilemiyor değil. Paris’in caddelerini aynı renk cümbüşü içinde bir zaman tünelinde gibi gezerken, ciddi ve soğuk yüzler, ısıtmayan güneşin altında pencereleri süsleyen pembe kırmızı sardunyalar, şehrin ortasında öylece sessizce akıp giden Seine Nehri ve yüreğimde biriktirdiklerim… Batının dingin, müreffeh aydınlık sabahlarına inat Doğunun ıslak gözlü çocukları savaşlı sabahlara uyanıyorlar hatırlıyorum… Doğu’nun tarih dokunmuş başkentleri, eşsiz mimarisi, Şam, Bağdat, Lübnan, Kudüs bombalar altında, sessiz çığlıklar yükseliyor, toz ve duman bulutuna bulanmış kalabalıklardan. Ateşler yükseliyor kızıla kesmiş göğe doğru çığlıklarla beraber…

Paris’in aydınlar ve sanatçılar üzerinde tesirli olan o muhteşem havası çoktan etkisini kaybetti. 19. Yüzyılın başlarında batılılaşma rüyaları ile aydınların başını döndüren, aykırı fikirleri devşirdikleri, onlara adeta sığınak olan rüyalar şehri idi Paris.

s1 “ Her zevki bir haram olan efsunlu cennetin,/Koynunda vardı lezzeti bin türlü nimetin./Bir gün veda edip o diyarın hayatına/Döndüm bütün bütün vatanın kainatına.” Diyen, Yahya Kemal henüz ondokuz yaşında, 2. Abdülhamit’le mücadele etmek üzere ayak bastığı Paris sokaklarından yurda dönüşte bu mısraları yazacaktır. Rejim muhalifi jön Türklerle tanışarak onlarla fikir ve gönül birliği içinde Paris’te bohem bir hayat yaşamayı tercih eden Yahya Kemal, aslında ait olduğu Doğu toplumunun maneviyatından anlamlı bir uzaklaşmayı yaşamaktadır.Paris’e kaçar gibi gelen şair, şehrin dine karşı, milli ve manevi değerlere olan düşmanca havasından etkilenir. Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Hüseyin Siret gibi muhalif isimlerle toplantılara katılır. Şair, memlekete dönüşte müthiş bir etkiyle karşılanmasına sebep olan Paris günlerinin arkasından, ruhunda deveran eden fırtınaları ve batının muhayyilesinde oluşturduğu etkileri, 1927 yılında Varşova’nın güneşsiz, kapalı, soğuk günlerinde kaleme aldığı ‘ Kar Musîkîleri ‘ şiiriyle ifade edecektir:“ Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu./ Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu./Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,/ Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı,/ Bir erganun âhengi yayılmakta derinden…/ Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.”

Üsküp’te, ezan seslerinin maneviyatının gölgesinde çocukluğunu geçiren Yahya Kemal, nice yaşadıklarından sonra, ruh dünyasına etki eden Paris yılları çoktan geride kaldığında; ‘ Süleymaniyede Bayram Sabahı’ adlı unutulmaz şiirini yazacaktır…



Paris’e akşam alacasında Charles de Gaulle Havaalanı’na indik. Şanslıyım. Eşsiz mekânlara geziler düzenleyen, inanç gezileriyle anlamlı faaliyetlerde bulunan;  ‘ Haydi Gezelim’ ekibiyle geldiğim havaalanında sadece beni karşılayanlar var. Kardeşlerimle gurbet diyarlarında kucaklaşmak ne güzel. Sılayı Rahim duyarlılığıyla geldiğim bu gezide onların yıllardır yaşayıp soluk aldıkları, çocukluklarının ve gençliklerinin geçtikleri mekâna gelmek beni derecesiz sevindiriyor. Gruptan beni alıp yaşadıkları çiçeklerle donanmış caddeleri, rengârenk panjurlu evleriyle bir tatil köyü havasındaki Gousseauville Banliyösüne götürüyorlar. Getirdiğim tatlıları, hediyeleri herbirine ikram ediyorum. Akşam yemeğinin arkasından çaylarımızı yudumluyoruz. Güler ablam, yayla çorbası, patlıcan musakka, sütlaç yapmış, Gülümser’le Özlem mantı ve içli köfte. Gönül tavuklu pilav getirmiş. Ne var ne yok ikram etme telaşındalar. Dışarıya doğru başımı çevirdiğimde gecenin karanlığına doğru uzanan kestane ve ıhlamur ağaçlarının gölgeliklerini, pavillion evleri görmesem Türkiye’de sanacağım kendimi.Derecesiz mutlular ben de onlar kadar mutluyum. Kavuşmak ne güzel… Dinlendikten sonra beni kalacağım otele bırakıyorlar. Her büyük şehirde meydana gelen trafik Paris’in caddelerini de zabdetmiş. Işıltılı şehirde dingin bir gece ağırlanıyor. Batı şehirlerinin ortak özelliği gecelerin ıssızlığı ve sakinliği.

s2Asırlık ağaçlarının gölgelediği geniş caddeleri, tarihi tapınakları, müzeleri ile devrim sonrası oluşan taş mimari yapının soğuk yüzünü izlerken an an İstanbul ve boğaz canlanıyor gözlerimin önünde. Mütefekkir, düşünceleriyle mimariye ayrı bir soluk getiren, İslam mimarisini temsil noktasında büyük eserlere imza atan rahmetli Turgut Cansever, Mücahit Küçükyılmaz ile yaptığı söyleşisinde anlamlı ifadelere yer veriyor. “ 1919’da, 20 yaşında bir Fransız genç, İstanbul’da altı ayını geçiriyor. Beyoğlu’nda oturuyor, tarihî yarımadayı geziyor. Oradan ayrılırken bindiği vapurda defterine şunları not ediyor: “Dünyanın eşsiz güzellikteki bu latif, yumuşak yüksekliklerle, yumuşak alçaklıkların birbirini takip ettiği, bu müstesna güzellikteki topografya üzerine Türkler, bunların yüksek noktalarına yerleştirdikleri abidelerle, muhteşem camilerle, Allah’ın yarattığı tabiata müthiş güzellikler ilave ederek, onu erişilmez bir güzellikler dünyasına kalbetmişler” diyor. Ondan sonra vapur biraz ilerliyor. Tahmin ediyorum ki, Ahırkapı açıklarında, Ayasofya ile Sultanahmet’i görüyor. “Az meyilli çatıların saçaklarının gölgeleri altında koyu mor renkli, cumbalı evlerin pencerelerinin tezyin ettiği mimari ve koyu yeşil renkli ağaçlarla oluşan şehir dokusu, bu büyük abidelerin kaidelerinden denize kadar sarkıtılmış muhteşem bir İran halısını hatırlatıyor” diyor.

Şimdi bakınız bunu söyleyen kişi, modern mimarlığın kurucusu Le Corbusier. Seyahatinin son noktası İstanbul. “ diye söyleşiye devam ediyor Turgut Cansever…

Yeşil renkli ağaçlarla oluşan şehir dokusu, cumbalı evler, aşı boyalı yalılar, büyülü İstanbul silueti çok gerilerde kaldı. Tarihi yarımadanın muhteşem mimarisi, ahşap konakları ulu camileri, medeniyet inşa edercesine oluşmuş tarihi dokusunun anlamlı durakları gökdelenlerin gölgesinde artık. Paris’in soğuk yüzlü taş binalarına baktıkça, batının mimaride taşı, İslam mimarisinde ise ahşabın ağırlık olarak kullanıldığını düşünüyorum. Doğu’da Ulu Mabedler, Allah’ın evi olarak imar edilen mekânlar taştan yapılır. Çünkü insan fanidir… Ebedi olan Allah’tır. Bu ebediliği ifade etmek için, parmakla sayılacak ahşap camiler olmasına rağmen, İslam mimarisi inanç ekseninde, mabetlerini taştan yapıyor. Fani olan, geçici olarak dünyada konaklayan insan içinse yapılan yalılar, konaklar ahşap olarak inşa ediliyor…

Turgut Cansever’in yukarıdaki mezkûr söyleşinin devamında, Paris hakkında oldukça şaşırtan ifadelerini okuyunca, rehberimizin anlattıklarıyla nasıl da örtüştüğünü düşünüyorum…” Zamanında Napolyon Bonapart Paris’i yeniden kurarken, önce yuvarlak meydanlar çiziyor. Onları birleştiren geniş bulvarlar ekliyor ve iki tarafına da altı katlı apartmanlar yerleştiriyor. Kendisi topçu subayı olduğu için stratejisi şöyle: Yuvarlak meydanlara top bataryalarını yerleştiriyor, muhtemel bir halk ayaklanması durumunda toplar halkın üzerine ateşlendikleri zaman ayaklananların kaçacakları yer yok. İşte bu Paris’i, kendisine aydın diyen Türk budalaları şehir zannediyor.

Eiffel Kulesi

İlk durağımız Eyfel Kulesi. Uzun bir turist kalabalığıyla sıradayız.Sonbaharın serin yeli, sabah güneşinin aydınlığı… Başımın üzerinde metrelerce yükseklikte uzanan metal yığını sonra… Doğrusu şehrin mimarisine bu metal yığını tezat oluşturur gibi. 312 metre yüksekliğindeki kulenin mühendisi, Eiffel adında bir Fransız. 1889 yılında tamamlanan kuleyi bu güne kadar, 220 milyon kişi ziyaret ediyor. Sanayi fuarı dolayısıyla yapılan kule, aslında sonradan yıkılmak üzere inşa ediliyor. Yazar ve düşünürler tarafından eleştiri odağı olan kulenin yıkımı yapımından daha zahmetli ve pahalı olduğu için gerçekleşmiyor. Kısa sürede ziyaretçi akınına uğruyor. Üçüncü kat yükseklikten Paris’i seyretmek doğrusu etkileyici. Polisiye şehircilik planına uygun inşa edilen şehri yüksekten seyrederken, geniş caddeler, meydanlar, Seine Nehri üzerindeki asırlık taş binalar, Napolyon adına yapılan altın kubbeli tarihi yapı dikkatimizi çekiyor.

s3Ünü dünyayı tutmuş bu kuleyi küçümsemek Parislinin kendini beğenmişliğidir elbet. Yabancılar içindir bu kule. “ Paris, en iyi Eifel’den görünülen Paris’tir “ sözüyle Parisli, “ Şu kuleyi görmemek için ona çıkmaktan başka çare yok” demek istiyor. Dediklerine göre, Paris’in yarı halkı yabancı imiş; zenciler başta olmak üzere, Cezayirliler, Tunuslular, İtalyanlar, Çinliler, Vietnamlılar, Ermeniler sonra Türkler Paris’in yerli halkı durumuna gelmişler.” Melih Cevdet Anday, Paris Yazıları adlı kitabındaki izlenimlerinde yıllar öncesinin Paris’ini böyle anlatıyor... Bu günün Paris’inde neredeyse sokaklarda tek bir yerliye bile rastlamak mümkün değil… Kuleye çıkan turist kalabalığı, Arap görevliler, etrafımızı saran esmer işportacılar bunun göstergesi.

Seine Nehrinde Gezinti

Gri kapalı gökyüzü, puslu sabahlar, solgun, sisler arasında ölgün ışıklar ve taş yapıların abus çehresi… Sonra itina ile korunan tarihi caddelerde turist kalabalığının arasında gördüğüm Fransızların soğuk, üstten bakan, mağrur çehreleri… Seine Nehri kenarında, köşe başında bir kafede kimileri dondurma yiyor, kimileri de kahve içiyor. Ben oda arkadaşım Emine Hanımla kahve içmeyi tercih ediyorum. İyi ki de ediyorum, nefis, sıcak kahvenin rayihası, tadı muhteşem. Güneş aydınlık ama ısıtmıyor. Bizim yaylaların yakan kavuran güneşi geliyor aklıma Seine Nehri üzerinde seyreden yüzümüzü yakan güneşle muhatap olduğumda, kardeşlerimin gün gün esmerleşen çehreleri geliyor aklıma. Sonbaharın pastırma yazını yaşatan son Paris güneşi gözlerimizi kamaştırıyor, yine de üşüyoruz. Oysa her telefonla görüşmemizde ‘kuru bir ayaz var, soğuklar başladı, yağmur yağıyor’ gibi ifadelerle oradaki iklimden haberdar ederlerdi beni kardeşlerim. Şimdi güneş aydınlık bizimle dost…

Seine Nehri bana çocukluğumda okuduğum, H. Malot’in yazdığı ,  Kimsesiz Çocuk Remi’yi hatırlatıyor. Onun dürüst ve erdemlice verdiği yaşam mücadelesi, annesiyle Seine Nehri’ndeki Kuğu adlı teknedeki gezintileri, karşılaşmaları, dondurucu Paris soğuğunda bir bir kaybettiği dostları. Eylül çoktan yaprakları soldurmaya başlamış, caddelere, sokaklara güzün dokunaklı hüznü çökmüş. Ama diyorum ya güneş alabildiğine aydınlık ve bizimle dost. Ve herkes havalar şansınıza güzel diyor sözbirliği etmişçesine.

Seine Nehri gezimizde, barikatlar ve devrimler şehrinin ilk kurulduğu adayı da görüyoruz. İlk Paris Seine Nehri üzerinde kurulmuş, sekizyüz yıllık binaları, Notre Dame Katedrali, Adalet Sarayını tüm tarihi yapıları ve nehir üzerine inşa edilmiş heykellerle süslenmiş görkemli köprüleri görüyoruz. Adaklar Köprüsü kilitlerle tamamen kapanmış. Âşıklar Köprüsü olarak da adlandırılan köprünün üzerine sevenler ayrılmamaya dair kilitler vurmuşlar. Köprü kilitlerle bezenmiş halde değişik bir manzara oluşturuyor. Bizde yatırlara çaput bağlamak buralarda köprülere kilit vurmak, hurafe her yerde var. Fransa’nın başkenti Paris; dünya tarihinde önemli bir şehir olmakla birlikte anıtları, sanatsal kültürel yaşamı ile biliniyor ve aynı zamanda politik, ekonomik merkezler arasında da yer alıyor. Hala moda ve lüks yaşamın merkezi olarak kabul edilen şehir, ‘ Işık Şehir’ ( Ville Lumie’re) diye de anılıyor. Nehrin üzerinde Paris’in ilk kuruluş merkezini bizlere tanıtan rehberimiz; Parisle ilgili, “ Sallanır ama batmaz” özlü sözünü de hatırlatıyor.

 Montemarte Ressamlar Tepesi - Sacre Coure Ziyareti

İkindi güneşinin son demlerinde Paris’in en yüksek tepesine inşa edilmiş olan Sacr’e Coeur Kilisesi’ni ziyaretteyiz. Öncesinde yemek molası ve hediyelik eşya almak için dağılıyoruz. Bir grup arkadaş Kilise’nin yakınlarında kafe gibi algıladığım mekânın girişindeki masalarda oturup yemek siparişlerimizi veriyoruz. Doğrusu yemek kültürü bizim kültürümüz kadar zengin değil. Uzun beklemeler sonucu damak tadıma uymayan makarna ve arkasından balık geliyor. Balığın lezzeti damak tadımıza yakın olsa da kremalı makarna pek hoşuma gitmiyor. Namaz kılacak, abdest alacak bir ortamı zor buluyoruz. Abdest almaya girdiğimiz kafenin tuvaleti beni doğrusu düş kırıklığına uğratıyor. Sonra asırlar önce koku kültürünün Fransa’nın tuvalet yaşantısından geriye kalan bir miras olduğu aklıma geliyor.

s4Sacr’e Coeur (Kutsal Kalp) Kilisesi’ni ziyaret ediyoruz. Rehberimiz kilisenin yapılış hikâyesini özetliyor: “ Vatikan, Almanya’nın acımasız saldırıları karşısında Fransa’dan yardım istiyor. Oysa Fransa pek oralı değil ve destek göstermemiş Vatikan’a. Bu durumu kapatmak için, 16 Haziran 1873’te kilisenin temelleri atılmış. Kilisenin yapımı 1915’de bitmiş. Aynı zamanda ziyaret ettiğimiz mekân; din aleyhine propaganda yaptığına inanılsa da çok satanlar listesine giren, Dan Brown’ın Davinci Şifresi adlı romanda adı geçen Kutsal Kalp Kilisesi. Kitabın piyasaya sürülmesinden sonra ve filminin de izleyiciyle buluşmasının arkasından kilisenin ziyaretçi sayısı neredeyse ikiye katlanmış…

Montemarte Ressamlar Tepesi’nden Paris muhteşem görünüyor. En çok sokak ressamlarının resim yaptığı bölüm beni etkiliyor. Bu arada Yıldız Ramazanoğlu’nun sevgili kızı Gülsüm yaşlı sokak ressamını kıramıyor ve oldukça yüksek fiyata karakalem portre çalışması yaptırıyor. Rengârenk tuvaller, karakalem tablolar, ağaçların altında çalışmalarını rahatlıkla ve büyük bir keyifle sürdüren ressamlardan ayrılmak istemiyorum. Resme olan ilgimden olsa gerek, hepsini inceleyip yağlıboya tablolardan almak istiyorum. Ama önümde yürüyen grup çoktan köşeyi dönmüş, koşarak arkalarından onlara yetişmeye çalışıyorum başka çarem yok…

Salvador Dali Expotion – Dalida Meydanı’nı geziyoruz. Dali hayatı boyunca, 1500’den fazla resim ve onlarca heykelin yanı sıra, bir çok taş baskı eser, kitap illüstrasyonları, tiyatro dekorları ve kostümleri üretmiş renkli kişilikli bir sanatçı. Paris’te Picassco ile tanışan anarşist ruhlu sanatçı: “ Her zaman anarşist ve aynı zamanda da monarşisttim. Her zaman burjuvaziye karşıyım ve hala da öyleyim. Gerçek kültürel devrim monarşist prensiplerin restoresiyle mümkündür. ‘ diyerek düşüncelerini açıklar…

3.Gün ( 27 Eylül 2013)

Kardeşlerimin yaşadıkları Gousseauville banliyösüne ancak ilk gün gidebildim. Ama akşamları kaldığım İbis Otelde beni ziyaret ediyorlar. Dört kız kardeşim ve sevgili eniştelerim hepsi birbiriyle yarışıyorlar beni memnun etmek için. Küçük kardeşim Özlem eşi Halim ve sevimli yiyenlerimle beni Cuma akşamı alıp İstanbul Lokantasına götürüyorlar. Lokantaya gitmemiz oldukça zor. Büyük şehirler hep aynı. Gece kafeler, barlar, restoranlar dolu. Arabamızı park edecek yeri zor buluyoruz. Girdiğimiz Türk lokantasının iç mimarisi neredeyse Türk yerel motifleriyle süslenmiş. Lahmacun ve ayran var menüde. Müzmin mide ağrılarıma rağmen memleket özlemiyle, pişkin ve lezzetli lahmacunlara kayıtsız kalamıyorum. Arkasından meşhur kırmızı şeritli porselen tabaklarda ince belli bardaklarda buğusu üzerinde çaylar geliyor. Arkadaşlara göstermek için resmini çekiyorum. Peçetelerde bile boğazın resimleri var. Çıkarken birkaç peçeteyi hatıra olarak alıyorum. Çocukken peçete koleksiyonumuz vardı.  Not defterimin arasına yerleştirdiğim Paris yazılı ama Boğaz Köprüsü manzaralı peçetemi ne yazık ki artık yerleştirecek bir koleksiyonum yok.

Louvre Müzesi

Gezilecek müzeler, tarihi mekânlar ne kadar çok. Ama bizim vaktimiz o denli kısıtlı. Louvre Müzesi dünyanın en önemli müzelerinden birisi. İçinde eşsiz eserler var. Ama devasa binayı gezerken ayaklarımıza karasular iniyor. Yorgun düşüyoruz. 13. yy başlarında (1204) Philippe Auguste tarafından ilk şekliyle inşa edilen devasa müzenin tamamını gezmek iki üç gün sürüyor diyor rehberimiz. Yapılan restorasyon ve değişikliklerle günümüze kadar gelen müze 1932’de son şeklini alıyor. Yedi bölümden meydana gelen müzenin ancak belli bölümlerini ziyaret ediyoruz. Dikkatimi Mısır medeniyetinin ilk temellerini atan sanat eserleri ve Yunan sanatının ürünleri çekiyor. Özellikle Mısır’dan getirilen ve Kahire Fransız Enstitüsü tarafından yapılan araştırmalarla ortaya çıkan uygarlık örnekleri dikkat çekici… Leonardo Da Vinci’nin ünlü eseri Mona Lisa’yı turist kalabalığından sıyrılarak zor da olsa yakından görme fırsatımız oluyor.

Versay Sarayı

Ünlü Fransız şair Lamartine: “ Doğa şurada, çağırır seni, sever” diyor. Romantik mısralar insanı doğaya yaklaştırıp, onun duyargalarını açmak ister gibi. Bozulmamış büyülü bir tabiat ortamından geçerek Versay Sarayına ulaşıyoruz. Saray Paris’e arabayla yaklaşık yarım saat. Gezi boyunca bizimle dost güneş artık yerini bulutlu gri bir havaya bırakıyor. Gök boşaldı boşalacak. İlk defa bu kadar uzun insan kuyruğuna şahit oluyorum. Bizim gezi randevularımız önceden alındığı için uzun kuyruğa girmiyoruz. Ermeni iki rehberle saray gezimize başlıyoruz. 17. Yüzyılda, 14. Louis, dönemin ünlü mimarı Louis Le Vau’ya,muhteşem bir saray yapmasını emrediyor. 1668’de 13.Louis’in av köşkünü bozmadan aynı yere sarayın inşasına başlıyor. Mevcut olan köşkü büyüterek büyük bir saray haline getiriyor. Avrupa’nın en büyük sarayı olan Versailles Paris’in güneydoğusunda yer almakta. Biz salonları teker teker dolaşırken görkemli bahçeleri de pencerelerden seyrediyoruz. Artık yağmur sicim gibi yağıyor. Eşsiz peyzaj mimarisiyle büyüleyen bahçelerde “ Devlet benim” diyen 14. Louis’in avlandığını ve binlerce konuğu burada ağırladığını öğreniyoruz. Sarayın iç mimarisi Fransanın aristokrat, soylu burjuva yaşantısını nasıl uç noktada yaşadığının göstergesi.Diana, Merkür, Mars, Apollon gibi eski Yunan Tanrı isimleriyle adlandırılan salonları dolaşıyoruz. En dikkat çeken salon en görkemli bahçeye bakan, Aynalı Galeri.  75 metre uzunluğundaki salonun iki duvarı boydan boya 400 adet ayna ile kaplı. Salonun tavanındaki resimler Le Brun’un eseri olduğu öğreniyoruz. Yine salonun en önemli özelliklerinden birisi anlamlı anlaşmalara mekan olması. 1782’de kurulan ABD ile İngiltere arasındaki anlaşma ve Birinci Dünya Savaşı sonunda, mağlup Almanya ile müttefikleri arasındaki sulh bu salonda imzanmış. Amerikalı turistler için sarayı ziyaret bu nedenle çok manidar diyor rehberimiz.

Çıkışta sicim gibi yağan yağmura yakalanıyoruz. Arap satıcılardan bir şemsiye alıyorum. Islanmamak için buna mecburum. Arabaya bindiğimizde neredeyse üç saat süren saray gezimizin bizi oldukça yorduğunu anlıyoruz. Ve ne kadar acıktığımızı. Herkes yanında ne varsa ikram etme telaşında. Paris’e ulaşıncaya kadar ikramların çoğu bitiyor. Üzerimize çöken rehavet, arabanın camlarına vuran yağmur ve turu organize edenlerden, Tuğba Hanım’ın oğlu Üsküdar Musiki Cemiyetinin öğrencilerinden küçük Kerem’insöylediği şarkı: “ Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü / O gün ki gördüm seni, yaktın ah yaktın beni…”

s5

Paris Büyük Camii

Paris birkaç günde gezilecek bir şehir değil. Vaktimizi bereketlendirerek önemli tarihi durakları ziyaret ediyoruz. Bir Doğu’lu olarak güneşi, esmer ortadoğulu göçmenleri, rengarenk bahçeleri, pencere önündeki kırmızı beyaz sardunyaları çok sevdim.

“ İnsan ruhundaki dinginlikle kentimizin dinginliği uyumludur; arada sırada başkaldırır, sonra yeniden başını içeri çeker. Şimdi hüzünlü dömemi yaşamaktadır. Kent size doğru yürür, siz kente doğru yürürsünüz; ölülerinizle, yaşayanlarınızla, birer birer karşılaşırsınız. Gece gecedir ya, bir gündüze dönüşür; ölülerinizin anıları içinizde deprem gibi sarsar bir yerinizi. Bu sarsıntılardan yaşama sevinci doğar şehrin ortasında; gülerek caddeleri, sokakları geçersiniz.” Sanatçı duyarlılığıyla şehre bakışını anlatır Nuri Pakdil. Paris’i anlatırken ve şehirde yaşarken de Doğulu olarak kalmanın eşsiz mücadelesini verir. Yürüdüğü yollarda, ıssız parklarda, kalın gövdeli ağaçların gölgeliklerinde Doğu’ya yürür adeta. Batıda Müslüman kimliğiyle varolma bilincini yaşamak gerektiğini sürekli okuyucuya yazdıklarıyla hatırlatır. Paris sokaklarına sığınan göçmenlere, azınlıklara, Cezayirli, Tunuslu’ya bakışı bambaşkadır. Onlarla muhataplığında ait oldukları coğrafyanın sıcak güneşini, büyük davalarının eşsiz heyecanını göçmen yüreklere taşıma derdindedir.

Paris bana doğru yürüdü ama ben Paris’e yürüyemedim… Ta ki Paris’in sakin bir semtinde Büyük Paris Camisi’ni ziyaret edene dek. Saraylardan, duvarları kaplayan rönasansı yaşatan devasa rengarenk tablolardan, putperestlik kalıntıları onca heykelden sonra cennet esintili Camii’nin bahçesindeyim. Arkadaşlarımı beklerken, caminin karşısındaki parkta güvercinlerle simidimi paylaştım. Böyle ikram görmemişler sanki. Ah biz doğulular, paylaşmayı ne çok seviyoruz. Ulu camilerimizin önünde buğday satan yaşlı dedenlerimiz, ninelerimiz var daim. Çocuklar avuç avuç eteklerine dolanan güvercinlere buğday yağdırırlar…

Fransa’da yaşayan Müslümanlar için simgesel öneme sahip Paris Büyük Cami’nin mimarisi bizleri büyülüyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Fransa için savaşıp hayatını kaybeden Müslümanların hatırasını yaşatmak için Fransa Meclisi’nin aldığı kararla 1922’de inşaatına başlanan cami, 16 Temmuz 1926’da Fas Kralı Molla Yusuf’un katıldığı törenle ibadete açılıyor. Paris’e cami teklifinin daha önce 2. Abdülhamit tarafından Fransa hükümetine yapıldığını, fakat Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle bu projenin rafa kaldırıldığını öğreniyoruz.

Caminin cemaati oldukça fazla. Hopörlerden ezan okumak yasak olduğu için, uzun elbiseli uzun boylu Fas’lı olduğunu düşündüğüm bir genç önce ikindi ezanını okuyor. Bizler de imama uyarak namazlarımı kılıyoruz. Tüm Doğu şehirleri o an bana doğru akıyor sanki. Ateşler içindeki Bağdat, ihanet tohumlarıyla kirlenen Şam, Cezayir, Lübnan, abluka altında inleyen  Gazze. Gözyaşlarıyla müslümanlarla selamlaşıyoruz. Kardeşlik ne güzel, iman etmek ve mümin kardeşi olmak ne güzel. Ülkemden binlerce kilometrelerce uzaktaki esmer Doğulu kardeşlerimin çehrelerindeki tebessüm sonra , onlarlara sıcacık sarılıp kardeşliği hissetmek herşeye değiyor… Ağaçlarla çevrili, yemyeşil bahçesiyle cennetten bir köşeyi andıran camiden ayrılıyoruz…

s6Paris’i gezerken bu sokaklara iz bırakmış, yüreğini ilim ve hizmet aşkıyla nice yüreğe taşımış Muhammed Hamidullah Hoca geliyor aklıma. Mustafa İslamoğlu, hocanın ölümünün arkasından yazdığı bir yazıda, Paris’in Seine Nehri’nin sağ yakasında, Louvre Müzesi’ne yakın dar caddelerden birinde beş katlı izbe bir binada Hocayı ziyaretini ve ibretlik yaşantısını anlatır: “ Sohbetimiz sırasında o selis Arapçasıyla bize ilk söylediği şey şuydu: ‘ Elhamdülillah, bugün 7 Fransız daha İslam’la şereflendi. Anlaşılıyordu ki, muhatabımızın velut imanı hala adam doğurmayı sürdürüyordu. Bu müjdeyi verirken, sevinçten yaşlı gözleri parlıyordu. Hamidullah Hoca, Paris’in banliyölerinden birinde bulunan mescitte haftanın belli günlerinde ders veriyor, bu derslere başta Fransızlar olmak üzere her kavimdan, her inançtan insan katılıyordu. Orada ilginç ihtida hikayeleri de yaşanıyordu. Her dersin ardından kendi kendisiyle buluşup Allah’a teslimiyetle şereflenen insanlar çıkıyordu. İşte verdiği bu müjde, sadece bir günün hasılatıydı.”



     Victor Hugo Notre Dame’nin Kamburu adlı unutulmaz eserinde; Quasimodo’nun çaresiz tutkulu aşkını, Esmeralda’nın güzelliğini sonra ruh yüceliğini, izzetsiz aristokrasiyi, ortaçağın karanlıklarına gömülen nice yaşantıları anlatır. Paris’e gelmeden evvel okunması gereken bir eser. İlk gençlik yıllarımda romanlarını okuduğum Hemingway’in kısa bir süre kaldığı apartmanı, James Joyce’ un unutulmaz romanı Ulysses’i bitirdiği söylenilen evi de ziyaret etmek isterdim ama nasip değilmiş.

Paris Batı’nın dingin, asil güzelliğini bir açık müze gibi hissettiren nadir şehirlerden. Özel taş mimarisiyle büyülü çiçekli balkonlarıyla asırlık ağaçların gölgeliklerinde masalsı bir güzelliği yaşatma derdinde olsa da biz Doğulu’lar için yapay ve soğuk bir mimariyi temsil eder gibi. Mekânları anlamlandıran ve eşsiz kılan o mekânın içinde yaşayanlardır. Batı insanının ruhundaki onulmaz soğukluk, ilahi olanla arasındaki mesafe, putperest inancın kırıntıları ne yazık ki şehrin her noktasında kendini ifade ediyor. Paris her şeye rağmen gezilmeye ve görülmeye değer sakin mütevekkil davetlilerini bekliyor. Siz siz olun Paris’e baharla Nisan güneşinin ılık serinliğinde ya da Eylül günlerinin hüznü kuşanmış yalnızlığında uğrayın…

(YEDİ İKLİM, ARALIK 2013)

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları