Mahallemizin her daim asık suratlı durmayı başarabilen tek sakini; askılı pantolonu ve kendisine hala komuta eden biri izlenimi veren kasketiyle sokağın bir başından diğer başına ağır ağır geçerken, herkesin içten gelen bir duyguyla ister istemez hazır ola geçtiği, etrafı panayır yerine çeviren laf dinlemez çocukların durakladığı ve ürkek bakışlarla izlediği 1960 darbesi sonrasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde idare görevler almış Albay’ımız. Mahallede herhangi biriyle şikayetini dile getirme dışında konuştuğunu neredeyse hiç görmedim. Galiba bunun tek istisnası babam, bir de Erol Amca’ydı. Biz, mahallenin haşarı çocuklarıyla gazoz kapağı, saklambaç, futbol, bilye veya uzun eşek oynayıp tozu dumana katarken, Albay’ım neredeyse gözlerini örten kasketiyle ve âmir edasıyla bizim herkesin her bir işinin itinayla yapıldığı kırk ambar misali dükkanımıza gider, pederimin elleriyle yaptığı kahvesini yudumlardı. Herhalde bu olağanüstü hadise de ayda bir sefer ancak vuku bulurdu. Albay’ın halka karışma korkusu mu vardı yoksa yıllarca emir-komuta zinciri içerisinde bulunmaktan dolayı halkla irtibat kurmayı mı unutmuştu bilemiyorum. Ama göründüğü kadarıyla yalnız bir insandı. Ya da yalnız görünmeyi arzulardı.
Darbenin ardından hatırı sayılır bir servete kavuşmuştu Albay. İstanbul’un lüks sayılabilecek bir semtinde bir anayolun iki yanında iki tane benzinlik, bir bina ve şehrin muhtelif yerlerinde iş hanları, daireler vs. Ne var ki evladı olmamıştı Albay’ın. Bir üvey kızının olduğunu biliyorduk. Zaten ölümünden sonra her şeyi de ona kalmıştı. Albay’ın bir de adamı vardı: Adnan. Sadık bir insandı, onun eli ayağıydı. Albay’ın hem şoförü hem aşçısı, hem idarecisi hem bekçisiydi. Onun da suratı asıktı. O sokaktan geçerken de çocuklar ister istemez yuvarlamayı bırakırlardı topu. Ve Albay’ın kocaman bir binası vardı. Ama hiçbir zaman ışığının yandığını nedense görmemiştik. Kendisi ise bir alt sokağa bakan tek katlı evde kalırdı. Apartmanla evinin bahçesi ise bitişikti. Bahçenin tamamını çeviren itici korkuluklar, kimsenin adımlamadığı iyi döşenmiş karo taşlı bahçe yolu, içerisini hiç dolu görmediğimiz bir süs havuzu, sanki zoraki yeşeren, yapraklanan ve istemeden çiçek veren birkaç ağaç... Çiçeklenen bu ağaçlar meyveye durduğu zaman da ciddi bir ilgi uyandırmazdı çocuklarda nedense. Halbuki o çocuklar, bizim bahçedeki kiraz, erik, vişne, incir vb. ağaçların meyvelerini talan etmekten büyük haz duyarlardı. Albay’ın meyve veren ağaçları da dahi bu merasimden istisna edilmişti sanki, sanki onlar bile farklıydı. Galiba evin bahçesi bu çizgilerden ibaretti. Albay’ın kasvet dolu bahçesine topumuz kaçtığı zaman ise ciddi kavgalar olurdu aramızda: O bahçeye kim girebilirdi ki! Büyülü müydü neydi?
Bizim sokaktaki apartmanın hemen karşısında ise Albay’ın boş bir arazisi daha vardı. Aslında tam olarak boş sayılmazdı. İçerisinde yaşlıca bir çift barınırdı; Albay ile orduda tanışmış, askerlik sonrasında da ona 30 sene hadimlik yapmış İdris Amca ile peşine önceleri sokağın köpeklerini sonraları ise kedilerini katarak dolaşan eşi Ayşe Teyze. Hatırladığım kadarıyla Albay’ın bahçe işleriyle falan uğraşırlardı. Onlar da Albay ve adamı gibi canımızı sıkardı bizim. Onlardan da korkardık nedense. Sanki Albay’ın havası etrafındaki herkese de sirayet ediyordu. Ayşe Teyze üstü başı her daim pejmürde topaç gibi bir teyzeydi, elinde daima bir poşet, çevresinde daima birkaç kedi gezinir dururdu. Sonraları öldü Ayşe Teyze herkes gibi. İdris Amca da Albay’la bozuk bir şekilde ayrıldı. Yıllarca hizmet etmesine rağmen, Albay’ın ona haksızlık ettiği söylendi. İdris Amca başını aldı gitti. Bir daha bizim sokağa adım atmayacağına dair ettiği yeminler dilden dile dolaştı. Bu çiftin gidişinin ardından ise bahçedeki ev atıl bir hal aldı. Albay’ım buna müsaade edemezdi. Orayı değerlendirmenin bir yolunu bulmalıydı. Pederimin ‘Albay’ım gel şuraya küçük bir cami yapalım. Bak çevremizde cami yok, çocuklar ezan sesi duyamıyor. Camiye de senin adını veririz. Namaz kılanlar da arkandan dua ederler’ şeklindeki ısrarlarına, ‘Ahmet Bey, kanunlara göre benzinlik ile ibadethane ve okullar arasında belli bir mesafe bulunması gerekir. Eğer buraya cami yapacak olursak benzinliğimiz de elimizden gider’ şeklinde cevap verirdi.
Ve Albay o araziyi büyük bir firmaya verdi. Büyük firma oraya 2000’li yıllarının başında büyük bir bina yaptı. Albayla şu şekilde anlaşmışlardı: 40 sene boyunca herhangi bir ödeme yapılmayacak, 40 yıl sonra bina Albay’a teslim edilecek ve içinden çıkılacaktı. Albay’ın ileri görüşlülüğüne hayran olmamak elde değildi tabii ki. Ancak kendisi bu anlaşmadan 3-4 sene sonra öldü. Binada ise şu an başka bir büyük firma var. Herhalde oranın gelirlerini üvey kızı alıyor. Tahminine göre Albay 1920’li yıllarda doğmuştu. Yani Ayşe Teyze’nin ölümü İdris Amca’nın gitmesinden sonra o araziyi değerlendirmek için girişimlerde bulunduğunda 70’li yaşlarını sürüyordu. Nasip…
Albay’ın vefatı ise tam bir trajedi olmuş. Ben tahsil için il dışında olduğum için sonradan haberdar olmuştum. Albay’ın eli-ayağı, biricik yardımcısı Adnan, kendi babasının vefat haberini alıyor ve memleket yoluna düşüyor. Anadolu’nun diğer ucu Kars’a doğru giderken yolda Albay’ının vefatından haberdar oluyor ve hemen bulunduğu yerden geri dönüyor. Ancak o gelene kadar belediyenin o her işini soğukkanlılıkla yapan adamları geliyorlar ve Albay’ı evinden alıyorlar. Kiminin kimsesinin olup olmadığını soruşturuyorlar. Hemencecik işlemleri yapılıyor ve Albay istirahatgahına yerleştiriyor. Babasının cenazesini gözden çıkararak İstanbul’a koşan sadık yardımcı Adnan ise Albay’ın cenazesine yetişemiyor. Bu durumu ise sonraları “iki babamın da cenazesinde bulunamadım…” şeklinde ifade ettiği söyleniyor. Mahallelinin çoğu Albay’ın ölümünü bir-iki gün sonra duyuyor. Varlığı ile yokluğu kimse için hiçbir şey ifade etmediğinden olsa gerek hiç kimse önemsemiyor. Geçen yıllarla birlikte Albay unutuluyor.
Bu sadece bizim Albay’ımızın mı kaderiydi yoksa halkın arasına karışamayan, kendini ayrı(calıklı) görenlerin karşılaştığı genel bir akıbet mi bilemiyorum. Ama bu milletin, gönlünde mahkûm ettiği kimselerin, hatırlandıklarına ve hayırla yâd edildiklerine hiç şahit olmadım. Google’da bir tarama yaptım ismini yazarak. Özel aramalarda olduğu gibi ismini iki tırnak işaretinin içine yazdım (“…”). Sadece ve sadece 7 sonuç çıktı ve bunların 5 tanesi de ayrı haberle ilişkili. Gerçi mahallemizde hiç kimse onun ismini bilmezdi. O sadece Albay’dı, öylece bilinirdi, ötesi sorulmazdı. Yirmi sene boyunca adımladığı sokağın sakinlerine ismini söyleseniz kati surette anımsayamazlar bu ismi. Albay’ı bundan sonra da hatırlayan olmayacaktır. Ne arkasından hayırla yâd edecek ne de onunla yaşadıklarını paylaşacak biri. Bir zamanların heybetli Albay’ından ise belki de sadece bu birkaç çizgi kalacak.
Yani bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ bırakamadan göçmek… Zor zanaat…