Dilsüzler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsüz kulaksuz sözin cân gerek anlayası
Dinlemedin anladuk, anlamadın dinledük
Girçek erün bu yolda yoklukdur ser-mâyesi
Biz sevdük ‘âşık olduk, sevildük ma’şûk olduk
Her dem yini dirlikde sizden kim usanası.
Yitmiş iki dil seçdi aramuza söz düşdi
Ol bakışı biz bakduk yirmedik ‘âm u hâsı
İy Yûnus imdi velî yirde gökte toptolı
Her bir taşun altında bir İmrânoglı Musî (bk. Mustafa Tatcı, Yunus Emre Dîvânı-Tenkitli Metin, İstanbul 2008, s. 405)
O ki bazı haberler vardır ne sese ne söze ihtiyaç bırakır. Sadece ve sadece anlaşılır. İster hâlin dili denilsin, ister haberin yakîn oluşturması denilsin durum aynıdır. Haberi alış şekli hiç de normal olmasa bile oluşturduğu bilgi kesindir. Haberin kaynağı sahihtir, doğrudur. Çünkü hakikat hakkında konuşmayı kendisine yakıştıramayan birinden gelir. Haberi duyanın durumu da nettir ve doğru bir pozisyonu ifade eder. Çünkü bazı haberleri dinlerken gerçekten kulaksız olmak gerek. Bazı haberlerin künhüne ancak ve ancak kulaktan veya araçlardan geçerek vâkıf olunabilir. Çünkü gerçek bilgi araçlara ihtiyaç bırakmaz. Şu da var ki, hem gerçek bilgiyi/hakikati fısıldayacak hem de onu büyük bir liyakatle elde edecek can sayısı çok nadirdir. Bu hem hakikatin ağırlığından hem de hakikat arayıcılarının azlığından kaynaklanır.
…
Yunus gibiler dinlemeden anlamanın nasıl bir hal olduğunun canlı şâhitleridir. Çünkü anlama ile dinleme arasında doğrudan bir ilişki yoktur. İnsan çok zaman dinlemeden de anlayabilir. Eğer hakikat tâlibiyse insan, kulak vermeden de anlayabilir. Hakikatin bilgisi araca ihtiyaç duymaz. Aslına bakılırsa eylem için de anlam şart değildir. Çünkü bazı eylemler dinleme ve anlamadan ziyâde itaat ve daha da doğrusu teslimiyet çerçevesinde şekillenir ki aslolan zaten bizatihi hakikat olan Hakk’a teslimiyettir. Ancak bu teslimiyet kolay iş değildir. Bu yola giren kimsenin heybesindeki en önemli şey bizzat yokluktur. Er kişi, kendini yok bilmeden Hakk’ı var bilemez. Kendi varlığının keyfiyetinin kaynağının O olduğunu kavramadan ve kendinden geçmeden yokluğa da hakikate de erişemez. Bu yokluk bir çağrışım daha yapar ki, o da fakrdır. Teslimiyet yoluna giren kimsenin eşyadan fakir olması gerekir. Çünkü eşya yüktür. Yükle hakikat yoluna girmeye çalışanlar fazlaca yorulurlar. Sonuçta ise hem yüklerini zayi ederler, hem Hakk’a vâsıl olamazlar. İnsanın Allah’a muhtaç olduğunu bilmesi gerçek fakirliktir ve bu anlamıyla fakirlik bilinçli bir tercihin ifadesidir.
…
Gerçekten sevebilen üstündür. Hem gerçek sevginin kaynağına ulaşarak sevmenin hakkını verebildiği yani sevgiyi O’na hasrettiği ve O’nun dışındaki her varlığın sadece ve sadece O’nun hatırına sevilebileceğini gösterdiği hem de sevmenin haddi zatında aktif bir eylem olduğunu gösterdiği için üstündür. Her sevgi bedel ister ve gerçekten sevebilmek, sevilebilmenin en büyük garantisidir. Yanan biri mutlaka yakar. Ama bugün ama yarın. Onun aydınlığı ve sıcaklığı (nûru ve nârı) muhatabını er geç sarmalar. İnsan, fıtratını muhafaza edebilmişse eğer hayır diyemez sahici bir sevgiye.
Âşık olmak hâl ehli olmak demek. Naz çekmek, naz etmemek; âh almak âh etmemek; hep vermek, hep vermek. Zaten hâl denilen şey cömertliktir. Hem kendinde olanı, hem kendinden olanı verebilmektir. Kendine emanet verileni ise hemen sahibine ulaştırmaktır. Âşık olmak haddizatında maşuk olmak demektir. Çünkü sevmeyen sevilemez. Sevilme lütfuna ermek için sevebilme erdemini göstermek gerekiyor. Aşk, sarmaşık bir hale gelmektir ve içinden çıkılamaz, girildi mi geriye dönülemez bir dehlizdir.
Âşık aklından geçen, gönlüyle yaşayan kimsedir. Zaten bu yüzden her tavrı hesapsızdır. Hesaplı olmak gönlü bırakmak akılla/akılcı hareket etmek, her hareketini belli bir tutarlılık çerçevesi içerisine yerleştirmek demektir. Bu tutarlılık türü akıl ekseninde şekillenmektedir. Âşık olanın tutarlılık kriteri ise bambaşkadır. Aslolan maşuktan sapmamak, ona sadâkat göstermekte tutarlı olmaktır. Yani kalbin tevhidini sağlamaktır, mürîd olmaktır. Bu tutarlılığın kriteri ise tamamen akıl dışındadır. Hayatının merkezine maşuku yerleştiren âşıktan kimseler bıkmaz. Ne maşuk ne gayrisi.
Her an yeniden dirilen, doğandan kim usanır ki! Kimileri asla ve asla yokluk görmezler. Çünkü onların varlığı “külle yevmin hüve fî şe’n” diye nitelenenin âyinesidir. Her an diri ve bir yaratışla var olan zâtın her bir ismi, gerçek âşığın her hal ve hareketini yeniden ve her an var eder. O yüzden tüm kainatta her an cereyan eden her hâdise, bir gözün kapanıp açılması veya can sahibi birinin ölüp dirilmesi hükmündedir. Her an yeni tecellilerin oluşu, her an yok edenin her an var ettiğinin, dolayısıyla da dirilme eyleminin her an tekrarlandığının göstergesidir. Bu manada âşık, “yuhyî ve yümît”in tasarrufunu üzerinde hisseden ve bundan dolayı da her an yeniden doğduğunu bilen kimsedir.
…
Evet, görmesini bilene pek çok veli var. Bu veliler, kendilerinin veli olduğunu bilmeseler de durum bu. Hele de kadim toplumumuzda, o çok sıradan gözüken ama mutlaka tekke, tarîk ile bağlantılı, demirci, terzi, ayakkabıcı olabilen ve her halükarda hem işlerini büyük bir özveri ile yapan hem de edebli bir surette evrâdlarını yerine getiren zevât belki de veli hükmünde idi. Yeri geldi mi ümmîlik, yeri geldi mi bilgelik velâyetin göstergesi olabilir. Ama aslolan kalb-i selîmdir. Böyle bir kalp sahibi olan insan ise, az görünen bazı şeyleri sebât ile yerine getirse modern dönem fitnesi içerisinde yüksek basamaklara yürür farkına varmasa da. Yûnus’un bakışı ise çok daha şümullü. Herkese tek bir zâviyeden bakma erdemini elde etti o. O zâviye ise, sadece yaratılmış olma noktasında tüm insanların aynı oluşu. Her ne kadar dil, renk gibi bazı farklılıklar insanlar arasında nisbî ayrılıklar meydana getirse de, bakmasını bilen için herkes kuldur. Bir kısmı yaramaz çocuklar gibi vazifeden kaçsa, bir kısmı selîm kalbini sâlim amellerle desteklese ve bir kısmı araf ehli olsa da, hepsi de Yûnus gibilerin nazarında kul olma paydasında birler, aynılar. Dolayısıyla onların tamamı Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz esmâsının farklı bir cilvesini de taşırlar. Ama onları da, bu esmânın tecellilerini de ancak Yûnus bakışlı olanlar görebilir.