Derviş, dövene elsiz, sövene dilsiz, her dâim gönülsüz ve mütevâzi olmalı, ötelere bakmalı sürekli. Durmayı zül addetmeli, yürümeyi nimet bilmeli, aramalı. Bildiklerini unutmalı, bilmediğine tâlib olmalı. Dikkat çekmemeli, sessiz, boyun bükük, dili oruçlu, gönlü rabbi ile hemhâl olmalı. Duranlar onu görünce hareketlenmeli, “oldum” diyenler, onu görünce talebeliğe besmele çekmeli, “vardım” diyenler, onunla, yolun bitmeyeceğinin idrakine varabilmeli, “yandım” diyenler, onun gözlerinde yananı görüp ham olduğunu bilmeli. Halk içinde olmalı, halk farkına varmamalı. Dervişin tüm sermayesi gönlü olmalı, onun dışındakileri yük addetmeli ve atmalı, dünyada yaşayacağı kadar dünyaya, ukbâda yaşayacağı kadar ukbâya değer vermeli. Fısıltısı çığlık, konuşması hikmet olmalı. Hem suskunluğun hem kelâmın hakkını verebilmeli. Ama asla ve asla edebinden taviz vermemeli. Her hak sahibine hakkını teslim edebilmeli. Kendisini derviş bilmeyen Yûnus gibi olmalı. Yûnus gibi derviş olmalı.
“Bir garîb ölmüş diyeler, üç günden sonra duyalar, soğuk ile yuyalar, şöyle garîb bencileyin…” Kendisini böylece garîb diye tavsîf eder Yûnus. Kelimenin tüm çağrışımlarıyla garîb. Yani, yalnız, kimsesiz, yabancı, ilginç, hüzünlü… Yûnus’u anlayan kaç kişi olmuştur, ona yâren olabilen, yaban/cı/lığını gideren, hüznüne ortak olan? Yûnus yabancı idi bu dünyaya. Âidiyet kesbedemedi buraya belli ki. Uykuda olduğunu gayet iyi biliyordu, gerçek dünyaya uyanacağını bildiği için. Ölümü, garîbliğinin sonu, saadetinin ilk adımı kabul etti dervişlik mesleği gereği. O yüzden bu dünyada ölüme atfettiği değer, öte dünyaya açılan bir kapı olmasındandı. Şâirin “İstemem nakl-i cenâzemde çeleng ü ahenk. Debdebe ile gidilir saha değildir makber. Orası medhalidir bârigâh-ı Mevlâ’nın. Kapısından içeri acz ile girmek ister” [Tâhiru’l-Mevlevî] dediği gibi, ölümünü olabildiğince sessiz, sedâsız, mütevâzi hayâl etti ve belki de istediği gibi oldu kim bilir.
Ölümünü üç gün sonra duysundu insanlar, “bir garîb öldü” desinlerdi, kerevete uzattıktan sonra adını sanını bilmedikleri bu garîbi soğuk su ile yıkasınlardı. Öyle ya bu bedenin artık sıcak suya ihtiyacı yoktu, her insan bu noktada eşitti. Güç bela bir kefen bulup dolasınlardı bedenini. Tıpkı doğduğu zaman beyaz kundağa sardıkları gibi. Yine âmir-memur, zengin-fakir, çirkin-güzel bir olsundu böylece. Beyazlar içinde toprağın kara bağrına, sessizce ve herkes gibi bir başına defnetsinlerdi onu. Yeter ki, bu ölüm, birilerine bu dünyanın bir sonu olduğunu, dünyada olanın dünyada kaldığını, sonsuz olanın ise kalb-i selîm olduğunu hatırlatsındı. Sessiz bir şekilde, dingin bir ifade ile boylu boyunca yatan bu garîb, ölüme attığı adımın izini insanlarda görmek istemişti belki de. Belki de bu, onun, bedeni ile vereceği son iz olacaktı. O ki, şiir gönül isterdi, insan ise çoğu zaman gözdü…
“Bencileyin gülmedik baş, cihana gelmiş var mıdır?” derken, hem gül/e/meyişine hem yalnızlığına işaret etmişti Yûnus. Gülemeyişi yalnızlığından değil, dünyanın tabiatındı. İnsan gülmeye gelmemişti bu âleme. Aksine her dem ağlasa yeriydi. Çünkü hiç bitmeyecek gibi gelen ama göz açıp kapayıncaya dek sonlanan bir gurbetteydi. Yaşayacağı yerden fersah fersah uzaktaydı. Nitekim “gözü dolu yaş gerek” demişti dervişlik mesleğini anlatırken Yûnus. “Benzim sarı, gözlerim yaş” diyerek âşık olma ile benzin sararması ve gözlerin yaşarması arasında ilgi kuran da o, “yârim için ben ağlarım” diyen de oydu. Yârinin kim olduğunu tasrihe ise gerek yoktu. Onun gülmekten çok ağlamayı vurgulaması, dervişliğin gereğiydi. Çünkü insan ancak gözyaşıyla arınır, paklanırdı. Zaten “Yûnus günahın çoktur, sen ağlarsan haktır; yarın sana gerektir Muhammed şefaati” derken gözyaşlarının sebebini biraz olsun izah etmişti. Yine o, ebedî bir hayatta gülmek için burada ağlamak ve kulluk etmek gerektiğini “aglayadum bu dünyede yarın anda gülem deyü” diyerek anlatmıştı. Özetle, dervişlik mesleğinde gülmekten çok ağlamak vardı, tıpkı kalabalıktan ziyâde yalnızlık olduğu gibi.
Yûnus’un ölüme yüklediği anlamın en temel çağrışımı yalnızlık. Bu yalnızlık, dervişlik gereği tabiat halini alan bir hayat tavır ve tarzının, ölüme de taşınması aslında. Aslında Yûnus, yaşadığı gibi ölme erdemine erişebilmek için yalnız ve garîb bir ölümü tahayyül etmişti. Çünkü böyle ölebilirse, âhirette de öldüğü gibi haşrolunabilirdi. Sadece o ve rabbi. Belki de dervişlik mesleğini buradan hareketle Hz. Ebû Zer’e dayandırıyordu. Öyle ya, o da “yalnız yaşar, yalnız ölür, yalnız diriltilirdi…” Yûnus’un hayalinde gerçek bir insan olmak vardı. Dünyada, çevresi, makam ve mevkisi, evlâd ve iyâli, ihvân ve ehibbâı ile tanımlanan ve konumu tespit edilen sıradan bir ölümlü değil, âhirette, bir ömür iki büklüm yaşamış olmanın sevinciyle rabbinin huzuruna yine iki kat, boynu bükük varabilmenin kaygısını çeken bir diri olarak var olmayı istemişti. Herhalde mezar taşında “eli boş gidilmez gidilen yere, rabbim boş gelmedim ben suç getirdim, dağlar çekemezken o ağır yükü, iki kat sırtımda pek güç getirdim” yazan şâir [Tâhiru’l-Mevlevî] de Yûnus’la aynı duyguları terennüm ediyordu. Öyle ya, insan böyle olursa insandı.
Yûnus’a göre bu can bedenin misafiriyse de, ölmek âşıklara kesinlikle yaraşmazdı. Ölen bedendi, insan ise evvel ve âhir olanın isminin tecellisinin ikrâmı ile sonsuz olacaktı. Beden misafirini kabre yolladıktan sonra başlardı her şey. Hele de serde âşıklık varsa, hele de serde dervişlik varsa. Yûnus bir devâ aramıştı mesleği gereği. Bu öyle bir devâ olmalıydı ki, iki dünyada da huzur versin. Garîblik devasını/deryasını bulduğunda Yûnus, Yûnus olmuştu belki de. Dünyadaki mecâzi yalnızlığında, mutlak anlamda Yalnız olanın kapısını bulmuştu. Ama O, kendi dışındaki her yalnızlığı gideren bir yalnızdı. Dolayısıyla Yûnus’un bu dünyadaki yalnızlığı, ebedî âlemdeki birlikteliğin bir ön hazırlığıydı. Yûnus Ehad ve Ferd olanın yalnızlığına ayna olmak ve sonsuzluk için dervişlik mesleğini seçmişti. Çünkü her bir insan her bir ismin tecellisini taşırdı. Kimine Hilm, kimine Kahhâr, kimine Celâl, kimine Cemâl isimlerinin izlerini taşımak düşerken, Yûnus’a da yalnızlık düşmüştü belli ki.
Yûnus öyle sessiz yaşadı ki, sonunda sesi sonsuz oldu. Öyle sustu ki, sessizliği her dîlde makes buldu. Öyle güzel göçtü ki bu dünyadan, arkasından bakanlar hayrân kaldı. Oldu, buldu ve bulduğu hâl üzere sâbit kadem kaldı. Ete, kemiğe bürünen o, Yûnus diye göründü ve kendi oluşunu “…şöyle garîb bencileyin” ifadesi ile taçlandırarak hakikatin ilk basamağına, garîb olmakla adımlanacağını akleden kalplere fısıldadı.