Menu
TEOMAN DURALI'NIN MEDENİYET FİKRİ
Haberler • TEOMAN DURALI'NIN MEDENİYET FİKRİ

TEOMAN DURALI'NIN MEDENİYET FİKRİ

Teoman Duralı medeniyet meselesini kültür kavramından hareketle almaktadır. Kültür kavramını da din ile ilişkilendirir: “Kültürün üç esası vardır: Yaşamak için zorunlu ihtiyâçların karşılanması hüneri ki, buna zanaat denir; ve beşerin hemcinsleri, canlı ile cansız doğal çevresiyle kaçınılmazcasına kurduğu ilişkiler ağı ki, bu da gelenekler ile görenekleri verir; ve nihayet, Yunanlıların Arkhê dedikleri, esasların da esası olan inançlar ki, bunlar, İslam terim dağarında imân diye geçer (…) Kerterizlerini Tanrıdan alan inanç düzenlerine, geniş anlamda din diyoruz. Tarih boyunca din ile kültür, anlamca örtüşmüşlerdir. Nitekim Arapcada kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun (OsmT temeddün), dinle aynı söz kökünden gelir. Giderek, şehir devleti, kent anlamındaki medinê ile ondan türetilmiş medeniyet dahi bir köktendirler” (DURALI; 2000: 89). Bu medeniyet tanımında dikkat çekici mesele “din ile kültürün anlamca örtüşmüş” olduğu iddiasıdır. Duralı, bu noktadan sonra bir sıçrama yapar: “Arapcada kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun” der. Kültürün üç esasını da 1) zaruri ihtiyaçların karşılanması hüneri, 2) Tabiat- insan ile kurduğu ilişkiler ağı, 3) Arkhê yani hayatın ana maddesine dair inançlar şeklinde ele alır.

Şimdi Teoman Duralı’da din, hukuk, kültür kavramlarının karşılıklarını ele alıp medeniyet fikrini vermeye çalışacağız.

Din:

Toman Duralı, Medeniyet kavramının yalın bir tarifini vermiyor. Dinden kültüre, kültürden hukuka, hukuk- devletten medeniyete doğru yürüyen bir toplumsallık düşüncesinden hareket ediyor. Din konusunda üç temel öncülü var: 1) Allah katında din İslam’dır: Kur’an, insanlığı bütün zamanlar zarfında topyekûn kucaklayan Allah Tebliğidir. Kur’an’dan önce nazil olmuş tüm tebliğler Kur’an’ın cüzleridir. İslam dinlerden biri olmayıp Din’in ta kendisidir. Bir inanç düzeni, içerikçe İslama yaklaştığı ölçüde dinleşir, uzaklaştığı ölçüde dinsizleşir; 2) İslam, inanç düzenidir: Bütün tebliğlerin ortak paydası Kur’an, inanç düzenlerininkisinin ise İslam’dır. İslam Allah’a teslim olmak anlamındadır. Ona teslim olup olmamak, kişinin kendi kararına kalmış bir husustur; 3) İslamla birlikte hürlük, ödev, hak ve sorumluluk ilkeleri de belirmiştir. İnsanın özü hür olmaktır. Bu, onun henüz bedenlenip dünyaya arzıendam etmezden önceki temel vasfıdır. İnsan A’raf7: 172 ayeti gereği Ben, Rabbiniz değil miyim sorusuna, “kâlû: Belâ, şehidnâ” demiştir. Ancak insan dünyaya hazır bilgiler ve değerlerle dünyaya gelmediğinden, içerisine doğduğu kültür ve toplum ortamının etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâ eder. Bu noktada Teoman Duralı “Allah, sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez hâldeyken çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir” (16 Nahl 78) ayetinden de hareket eder (DURALI; 2000: 52- 53).

Teoman Duralı’nın din kavramını ed- din anlamında ele alıp Hz. Adem’e getirdiğini görüyoruz. Ancak bunu inanç düzeni olarak tanımlamıştır. Nahl 78 ayetini delil alarak insanın dünyaya hazır bilgiler ve değerlerle gelmediği şeklinde yorumu ayetin “Allah, sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez hâldeyken çıkarmıştır” kısmı ile ilgili bir doğrudur. Şükrederseniz (teşkurûn) şeklinde devam eden ikinci kısım dünyada hazır bilgiler ve değerler bulunabileceğine dairdir. Aksi halde tüm insanların tek tek vahiy almaları gerekirdi. Ayrıca Hz. Adem (as)’den hareket eden bir medeniyet teorisinin Bakara 31 ayetine istinad etmesi gereği vardır. “Ve Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti/ Ve alleme âdemel esmâe kullehâ.” Buna göre “Ancak insan dünyaya hazır bilgiler ve değerlerle dünyaya gelmediğinden, içerisine doğduğu kültür ve toplum ortamının etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâ eder” şeklinde yargı vahyin bildirisine göre eksiktir. Adem, Nahl 78 kapsamında ele alınamayacak bir ilktir. Bilginin kaynağının vahiy olmasını temsil eder. Ayrıca misak da onun vesilesi ile tüm insanlığın katıldığı bir ahdi ifade etmektedir. Adem yeryüzüne “bilgi/ esmâe kullehâ” ile gönderilmiştir. Bunun şöyle bir önemi vardır: İnsan bilgisi kültürden öncedir. Yani insan, içerisine doğduğu kültür ve toplum ortamının etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâ etmemiştir. Tam tersine bilgi ve inşa, kültür üretmiştir. Teoman Duralı’ya göre kişi, kültürü ancak başka insanlarla birarada oluşturabilir. Oysa, Adem, yeryüzüne nikah akdi ile gelmiştir. Yani çocuklarının veled-i zina olduğu iddia edilemeyecektir. Nikah bir kültürdür ve vahyî temeli inkar edilemez. Problemli olan, Kabil’in nikah düzenini değiştirmesi fikri idi. Kültürden bahsedilecek ise, bu Kabil’in işi idi. Kültür den önce din/ vahiy ve toplum/ aile vardı. Teoman Duralı, “Kişi kültürü ancak başka insanlarla bir arada oluşturabilir. Bu da bize toplumu verir. Şu halde, zamansız kültür, kültürsüz de toplum; toplumsuz kültür, kültürsüz de zaman düşünülemez” (DURALI, 1996, 18) der. Bu yaklaşım yanlıştır. Adem nikah ile Havva ile birlikte idi. Yeryüzüne düştüğünde Rabbine dua ederek bağışlanmayı dilemiştir. Bağışlanınca Kabe’yi inşa etmiştir. Nikah (hukuk), dua ve imar faaliyeti önce hukuk ve toplumun varlığını gösterir. Teoman Duralı’nın kültürü toplumun faaliyeti ile var eden fikri insanın bilgi sahipliğini (Bakara 31) düşüncesine temel etmemesiyle ilgilidir. “Devletleşmemiş, demek ki, milletleşmemiş, sonuçta da medeniyetleşmemiş kültürler ise, tarihöncesi (prehistory) dönemde bulunurlar” (DURALI, 1996, 26) der.

İnsanlık tarihi açısından İlk sözlüğün ve kavramlar kataloğunun Hz. Adem (as)’e verili olduğunu düşünebiliriz. Çünkü Allah “Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: ‘Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle haber verin’ dedi.” (2 Bakara 31) ayetiyle ilk insanın meleklerden farkının ve onlara üstünlüğünün esma bilgisinden geldiğini ifade etmiştir. Adem’e verili sözlük hem mahluklara/ eşyaya ait isimler sözlüğü, hem ıstılahlar sözlüğü ve hem de düşünce sözlüğü ve hem de insanlığın konuştuğu tüm diller idi. Ancak burada sözlük, ahlâkî eylemin, amelin ve varoluşa uygun hareketin yanıbaşında değildir henüz. Yani bilgi amel edilmemiştir. Bilgi bilmektir ve yapmaya geçmemiştir. Razi, “Buradaki ayetten maksad, Adem (as)’in çocuklarının bugün konuştukları muhtelif dillerin hepsi(ni bildiği- LB) kasdedilir. Arapça, Rumca, Farsça ve diğerleri gibi. Hz. Adem’in çocukları bu dillerin hepsini konuşuyorlardı. Hz. Adem, ölünce çocukları dünyanın muhtelif bölgelerine dağıldılar ve her biri bu dillerden birini konuştu, böylece o dil, o bölgede yaygınlık kazandı. Uzun bir süre sonra bir kaç nesil değişince, öteki dilleri unuttular. İşte Adem’in çocuklarının değişik dillerle konuşmasının sebebi budur” demiştir (İBN KESİR, c: 2, 1984, s: 284). İlk insanın eşya bilgisinin, hadiseleri kavrama ve anlamlandırma becerisinin, Allah’ın fiillerinin hikmetine vâkıf olma kabiliyetinin vehbî bir bağışa dayandığı ifade edilebilecektir. Adem gerek yaratılışında ve gerek ise cennete konulduğunda kendisine verili sözlüğün kavramlarını hayata geçirmemiş halde idi. Demek ki esma ve ıstılahları bilmek yapmakla farklı alanda durmaktadır. Adem henüz “işlem yapmadığı bilgi”nin sahibi kılındı ve ilk denenmesinde düştü. Onun kurtuluşunun sözlüğünden çıkardığı bilgi ile olmadığını görüyoruz: “Sonra Âdem, Rabbinden kelimeleri telakki etti (öğrendi) (ve Rabbine tövbe etti). Bunun üzerine (Allah), onun tövbesini kabul buyurdu. Muhakkak ki O, Tevvab'tır (tövbeleri kabul edendir), rahîm’dir” (2 Bakara 37). Demek ki, tevbesini de Rabbinden öğrenmişti. Hz. Adem, din kelimesini inanç düzeni şeklinde kavramayacaktı. Çünkü Cennetten çıkarılışı bunun basit bir inanç olamayacağını ona göstermişti. Yani sadece “inanırım” demesi yeterli olsa idi, cennetten düşmeyecekti. Yasağı çiğneyince düştüğünü görünce bilginin kültürü inşa ettiğini idrak etti.

Hukuk:

Teoman Duralı’nın “medeniyet seviyesine erişmek” şeklinde bir yargısı var (DURALI; 2000: 30). “Medeniyet seviyesine erişebilmiş kültürlerde gelenekleşmiş örfler, ödev- hak dengesi gözetilerek sıkıca belirlenmiş düzenlere dönüştürülmüş, buradan da hukuk, dolayısıyla kanunlar oluşturulmuştur. Hukukun ise, aslı ahlâktır. Hukuköncesi dönemlerde kişiler, geleneklerle aktarılagelinmiş gevşek ölçülerle örülmüş göreneklerle yaşarlardı” (DURALI; 2000: 30). Bu yargı, dinin “inanç düzeni” şeklinde tanımlanmasından kaynaklanıyor. Adem (as)’in hem Havva ile ilişkisi ve hem de çocuklarının bir “nikah düzeni ile” toplumu inşası, Hukuköncesi şeklinde tanımlanabilecek bir dönem bırakmıyor. Bilindiği üzere Hz. Peygamber, “Allah beni, dâima helâl babaların sulbünden, temiz anaların rahmine naklederek, sonunda babamla annemden ızhâr etti. Âdem'den, anne-babama gelinceye kadarki nesebim içinde nikâhsız birleşen olmamıştır” (Sahih Buhari) buyurmuştur. Böyle bir nesep zinciri olması, Hukuköncesi şeklinde bir telaffuzun gerçekliğini zayıflatmaktadır. Hz. Adem muhtemel ki evlatları arasında nikah tesis etmekle hukuk düzeni kurmuştu. Ahlâk, hukuk düzeni ile birlikte gelmeseydi, ilk toplumda kurban hadisesi yaşanmayacaktı. Çünkü Kur’an’ın beyanına göre ilk kurban uluhiyyeti tespitle ilgili değil, iki kardeş arasında kimin haklı olduğunu Allah’a sormakla ilgilidir. Haklılık arayışı hukuk meselesidir. İki kardeş arasındaki “yarışma” ahlâk yarışması olmadığı için “Hukukun ise, aslı ahlâktır” yargısının Adem’in iki oğlu açısından geçerliliğinden bahsedilemez.

Kültür:

Teoman Duralı’nın üçüncü kavramı kültür. “Latincede cultus yahut cultura, toprağın sürülüp işlenmesi, ürün vermeye hazır hâle getirilmesi demektir. Anlam genişlemesiyle cultura, toplum varlığı olarak kişinin, toplumsal yoldan- eğitim, öğrenim, öğretim- kendisi ile toplum çevresini öğrenip anlaması, doğal ortamını da işleyip yaşanabilir duruma sokması biçiminde anlaşılmıştır (…) Buldukları malzemeyi maddi, manevi ihtiyaçları doğrultusunda işleyerek kültürü meydana getiren bireylerin, gerek aralarında gerekse kendilerinden önceki ve sonraki nesillerle kurdukları iletişim bağlarının ana taşıyıcısı dildir” (DURALI, 1996, 18- 19). Teoman Duralı’nın “toplumsal varlığın malzemeyi işleyerek kültür oluşturması” hakkındaki yargısı da vahiy ekseninden bakıldığında sorunludur. Daha önce pek çok yazımızda ifade ettiğimiz gibi Hz. Nuh’un “gemi bilgisi” ya da “nebevi teknoloji” toplumsal şartların ürünü değildir. Toplumsal ilişkilerden ortaya çıkmamıştır; hatta topluma karşı ortaya çıkmıştır. “Bizim gözetimimizde ve vahyimizle gemiyi yap. Zalimler konusunda Bana hitap etme (seslenme). Muhakkak onlar, (suda) boğulacaklardır.  (Nuh) gemiyi yaparken, kavminin ileri gelenleri, kendisine her uğradığında, onunla alay ediyorlardı” (11 Nuh 37- 38). Yazının başlarında Teoman Duralı’nın “Tarih boyunca din ile kültür, anlamca örtüşmüşlerdir. Nitekim Arapcada kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun (OsmT temeddün), dinle aynı söz kökünden gelir” cümlesini nakletmiştik. Vahiy nazarından bakılınca bu cümlenin doğrulanamayacağı ifade edilebilecektir. Din farklı kültür farklı kavramlardır.

Türkiye’de akademi sahasının epistemik üyeleri İslam kavramlarını Batı- Latin felsefî dilin kavramsal zeminine yaslanarak izah etmekteler. Tamaddun kavramının din ile aynı söz kökünden geldiği hususu tartışmasızdır. Bununla beraber cultus yahut cultura kavramlarının din kavramı ile ilintisi tartışılmalıdır. Din kültürle örtüşmemektedir.

Bir başka husus da insanlığın dillerinin getiren bireylerin, gerek aralarında gerekse kendilerinden önceki ve sonraki nesillerle kurdukları iletişim bağlarının ürünü olduğu düşüncesinin gerçekle ilgisizliğidir. İnsanlığın tamamının kullandığı diller Hz. Adem’e öğretilmişti. Hatta insan dışındaki varlıkların dillerinin de bu öğretim içinde olduğuna dair bir kanıt Süleyman (as) vesilesi ile söylenebilecektir. Bilindiği üzere Hz. Süleyman hem Hüdhüd kuşu ile ve hem de karıncalar ile anlaşabilmekte idi. Bu şartlarda kültürün ziraatle ilgili olmadığı, en azından nebevî zincir bakımından durumun böyle olmadığı ifade edilebilecektir. Kabil’in çiftçi olduğu, Habil’in ve tüm peygamberlerin ise çobanlık yaptığı, vahyin taşıyıcısı ve sünnete dönüştürücüsü nebilerin- resullerin çift meslekli oldukları, insanlığın iaşesini kazandığı mesleklerin pirlerinin peygamberler olduğu unutulmamalıdır. Hz. Adem’in de Kabe’yi inşa eden bir peygamber olarak yeryüzünün ilk mimarı olduğu, elbiseyi diken ilk terzi olduğu ifade edilmelidir. Mimarlık ve terzilik bilgisinin kültürün ardılı değil öncülü olduğu meselesi Teoman Duralı tarafından nazara alınmamıştır.

Medeniyet Fikri:

Şimdi Teoman Duralı’nın medeniyet tarifine geçebiliriz. Teoman Duralı, medeniyetin tarifini şöyle verir: “Az yahut çok benzer ‘değer örgüleri’ni kuşatan, sınırlandırılmış toprak parçasına—‘yurt’—yerleşen toplumlar, başta ‘tarım’ olmak üzere, üretime geçtiler. Böylelikle, iktisât denilen olayı yürürlüğe koydular. En üst teşkilâtlanma seviyesini temsîl eden ‘devlet’ kurma becerisini (performance) gösterebilmiş bu toplumların, ‘kültürler –üstü– kültür ’ şeklinde niteleyebileceğimiz yapılanması, medeniyet- ‘medine’: Devlet, kent terimiyle anılır” (DURALI, 1996, 21). Yukarıdan beri ısrarla belirttiğimiz gibi Adem ve çocuklarının iktisât denilen olayı yürürlüğe koyması, hukuk (devlet- nizam) şeklinde teşkilatlanması, medine (şehir) oluşumunu tahakkuk ettirmesi toplumsal bir olay değil, Adem’in “esmâe kulleha” kapsamında öğrendikleri ile ilgili idi. Adem’in medine kurması şehirlerin anası Mekke’nin yani Kâbe’nin inşası nedeniyledir. İnsanlık Adem ile birlikte Hacc ve Kurban gibi iki ibadetle tanışmış, topluluk olma, topluca namaz kılma, ahkâm ile sorumlu olma meselesi ile varoluşunun en başında tanışmıştı. Medeniyet topluca namaz kılma, hukuk temelli içtimaî ahidler tesis etme, dinî ahkâma uygun üretim yapma iradesidir. Medeniyet kültürün çocuğu değildir. Medeniyet Müslüman toplumun dindarlığını dışa vuran kurumsal hayatıdır. Bu hayatı var eden kent değil, şehirdir.

-              DURALI Ş. Teoman, Çağdaş İngiliz- Yahudi Medeniyeti, İz yayınları, 1996

-              DURALI Ş. Teoman, Çağdaş Küresel Medeniyet, Dergâh Yayınları, 2000

-              İBN KESİR, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları, 1984