Menu
ŞEHİR VE MEDENİYET
Haberler • ŞEHİR VE MEDENİYET

ŞEHİR VE MEDENİYET

Yusuf  Kaplan’ın 06.05.2012 (6.5.2012) tarihli yazısı Kozmos şehir’den insansız kent’e: Taş, çelik ve ten’in renkleri başlığını taşıyor ve şehir ile medeniyet kavramına bir izah getirmeye çalışıyor. Yusuf Kaplan’ın yazılarından anlayabildiğim kadarıyla kendisi medeniyet kavramını olumluyor ve din ile de intisabından bahsediyor. Ancak şehir meselesini kabul etmiyor. Nitekim (6.5.2012) tarihli yazısında meseleye bu minvalde yaklaştığını açıklıkla ifade ediyor: “Bu ülkedeki İslâmî entelijansi ya da bu zihin moduyla düşünüyor medeniyet’i! ‘Şehir, medeniyet demektir’; ya da ‘bütün medeniyetler, kentlerde kurulmuştur’ vesaire gibi klişe cümleler kuruyorlar. Oysa bu, ‘şehir’ deyince de, ‘medeniyet’ deyince de zihninde yalnızca Batı uygarlığı canlanan, her şeyin içini boşaltan bir çağ körleşmesinin yol açtığı zihnî çoraklaşmanın yansımasından başka bir şey değil. Medeniyet üzerinde düşünürken, medeniyetin şehirlerde kurulduğunu söylemek, boş bir lâftır. Şehir tasavvurunuz, bir insan tasavvuruna, bir âlem tasavvuruna, bir Yaratıcı tasavvuruna dayanmıyorsa, yalnızca çağın ağlarıyla ve bağlarıyla, bağlamlarıyla ve kavramlarıyla düşünüyor ve boş konuşuyorsunuz demektir” (KAPLAN, 6.5.2012).

Yusuf Kaplan’ın medeniyet kavramı üzerinde geldiği ve durduğu zeminin önemli olduğunu düşünüyorum. Medeniyet ile civilisation üzerinde ayrışma yapan az sayıda entelektüel var ve kendisi de bu çevrenin içinde. İslam’ın bir medeniyet hareketi olduğunu yıllardır yazar. Şehir meselesine gelince neden düşünceyi yürütmemektedir?

Bundan bir süre önce (03.03.2012) verdiği konferansta da “Din”, “Medine” ve “medeniyet” kavramları arasında bir ilişki var. Etimolojik bir ilişki değil, semantik ve tarihsel bir ilişki var. Din kendisini Medine’de var ediyor, dolayısıyla bu, bir şekilde medeniyete dönüşüyor. Ben de bir şekilde tanımlama yapıyorum aslında… 18. yüzyılda Avrupa’da geliştirilen sivilizasyon kavramına denk gelecek bir tanımlama değil aslında. Mesela, “medeniyetler şehirler kurar, medeniyetlerin kurulduğu yerler şehirlerdir” diye bir cümle kuruyoruz. Bu çok saçma bir şey. Sivilizasyon için geçerli olabilir.” (KAPLAN, 3.3.2012) demektedir. Yusuf Kaplan’ın din’den medeniyet’e yürüyen bir kavramsal çizgi ürettiğini görüyoruz. Niçin şehre gelmediği sorusu üzerinden hareket ediyor ve Hz. Peygamber’in (asv) Mekke’den Yesrib’e gelerek şehre değil medeniyet’e geldiği fikrine ulaşıyor. Bu kavramsallaştırmaya göre Hz. Peygamber şehir-kent kurmamıştır; medeniyet kurmuştur. Elbette ki, Hz. Peygamber (asv)’in hayatını medeniyet ekseninde okumak Türkiye’nin kültür hayatında eksikliği olan önemli bir çabadır. Ancak düşünceyi madem bu noktaya getirmiş bulunmakta insan sormadan edemiyor: Farabi’nin medeniyeti iç içe geçmiş kümülasyonlardan oluşmaktaydı: hane (ev), mahalle, şehir, medeniyet. Farabi, medeniyetine aile-hane sisteminden hareketle ulaşmaktaydı. Farabi’nin medeniyet fikrinin modern Batı toplumsal sistemlerinin tersine bireyden uzak bir yapılanmayı hedeflediği görülüyor. 1) Yusuf  Kaplan’ın medeniyet kavramında toplumun en küçük birimi bireyden mi hane/aileden mi başlayacaktır? 2) Medeniyete hane-mahalle-şehirden geçmeden ulaşmak mümkün müdür? Yusuf Kaplan’ın medeniyet kavramını bu yönde vuzuha kavuşturması bir gereklilik. Gerçi o, kent/şehir kavramına itirazının gerekçesini kentin/şehrin civilisation şeklinde değerlendirilebileceği şeklinde açıklıyor. Ancak bu durumda bile bir çıkmaz bulunmakta. Çünkü kadim toplumların şehir algılarını yazısına konu edinerek Grek- Mısır- Maya-Çin’den İslam medeniyetine dek eski kent/şehirlerin ilahi/kutsal formun izdüşümü olduğunu ifade etmiş: “Oysa Mısır’dan Maverâünnehir’e, Çin’den Maya’lara ve İslâm medeniyetine -hatta kadîm Grek tecrübesine- kadar bütün medeniyetlerde karşımıza çıkan üç şehir arketipi vardı/r: Merkez şehirler, kare şehirler ve daire şehirler. Bu üç şehir tipolojisinde de, İnsan, Kâinât ve Tanrı birlikte düşünülüyordu ve şehir, ilâhî kozmos’un, insan tarafından bu dünyadaki kutsal bir modeli, bir sûreti, bir izdüşümü olarak tahayyül ediliyor, bu ilke’den yola çıkılarak inşa ediliyordu” (KAPLAN, 6.5.2012). Kaplan’ın yaklaşımını sürdürürsek eski kent/şehir Tanrı- kâinat- insan ilişkilerini tevhid etmektedir. Modern kent, Heidegger’in teknolojiyi canavar diye nitelendirmesini de işaret ederek “Modernlik, insanın Tanrı’yla ve Tabiat'la irtibatını kopartmıştır” diyor (KAPLAN, 6.5.2012). Modern kentin tanımlanması ile ilgili bir sorun yok aslında. Problem, eski kentlerin tanrı-kâinat-insan meselesinde getirdiği ilkenin bugün uygulanmamasından mı kopuyor; yoksa tanrı-kâinat-insan ile ilgili ilke korunsa da modern zamanlardaki kentlerin medeniyetle ilgisi olmadığından mı? Sanırım Yusuf Kaplan’ın kente dair yaklaşımları yukarıda da yansıtmaya çalıştığım Hz. Peygamber (asv)’in hayatını okuma biçiminden kaynaklanıyor. Yusuf Kaplan, medeniyet perspektifini siyerden hareketle şekillendiriyor. Nitekim Medeniyet Gençliği’ne yaptığı söyleşisinde perspektifin böyle olduğu ortaya çıkıyor: “Medeniyetten kastım şudur: Vahiy sonrası bir süreçten bahsediyorum. Vahiy bitti, bir daha bir peygamber gelmeyecek. Medeniyet, İslam’ın bizim için hayatiyet arz etmesini sağlayabilecek bir süreçtir. Yani İslam’ın bizim için hayatinin sürüp sürmediğini biz ancak medeniyetle ölçebiliriz. Medeniyet sürüyorsa İslam bizim için hayatiyetini devam ettiriyor demektir. Medeniyet sürmüyorsa İslam bizim için hayatını yitirmiş demektir. Medeniyet vahyin nebevî soluğunun hayata geçirilmesidir. Medeniyet fikri olmadan, vahyi, çağ körleşmesinin zıvanadan çıktığı bu çağda kesinlikle hayata geçiremeyiz. Dinin hayatiyet kazanmasını sağlayabilecek tek şey medeniyettir diyorum. “İslam medeniyetinin kaynağı sünnet-i seniyedir” diye yazdığımda Hayrettin Karaman Hoca itiraz etmişti. İlim, irfan ve hikmet sütunlarından yükselen bir medeniyet tasavvurundan bahsediyorum. Bunun kaynağının da doğrudan doğruya Hz Peygamber’in kendisi olduğunu söylüyorum” (KAPLAN, 3.3.2012).

Yusuf  Kaplan’ın “medeniyetin kaynağı sünnet-i seniyyedir” şeklinde geliştirmeye çalıştığı Medeniyet Fikri medeniyeti sadece Hz. Peygamber (asv) asrına ve sonrasına sıkıştırmaktadır. Çünkü “medeniyet sürmüyorsa İslam bizim için hayatını yitirmiş demektir” ya da “medeniyet vahyin nebevî soluğunun hayata geçirilmesidir” cümleleri Hz. Peygamber’den önce yaşayan ve Adem’e kadar giden müslüman perspektifinde “medeniyet” meselesinin olmadığını zımnen kabul etmiş oluyor. Zaten Yusuf Kaplan’ın Çin-Maya-Mısır-Grek gibi sistemleri İslam Medeniyeti ile birlikte zikretmesi de bu perspektifin sonucu. Böylece “tarihte Çin-Maya-Mısır-Grek “medeniyetleri” nasıl varlık sahasına geçmişse, Hz. Peygamber (asv)’in sünnet-i seniyesi de İslam Medeniyeti teşkil etmiştir” anlamına hamledilecek bir tarih dizimi gerçekleştiriliyor. Böyle bir tarih okuması/dizimi kolaylıkla reddedilemeyecektir. Ayrıca şehir üzerinden bir tasavvur da yapılmadığından “eski şehirler” örneğin Süleyman (as)’ın şehri tanımlanmış olmayacaktır. Eğer medeniyetin şehir perspektifi yoksa ya da medeniyetler şehir kurmuyorlarsa Süleyman’ın kurduğu şehir Mısır uygarlığına ait mi düşünülmektedir? Yusuf’un Mısır ülkesinde idareyi eline alması acaba yaşadığı şehri “medine” kılmaya yeterli gelmemiş miydi? Yusuf  Kaplan’ın medeniyet perspektifinden bu soruların cevaplarını alamıyoruz. Kendi inşa ettiği mantık silsilesinden hareketle Yusuf’un Mısır’daki hükümranlığını medine diye tanımlaması gerekir miydi? Çünkü Yusuf (as) da vahiy almaktadır ve vahyin nebevî soluğunu Mısır’da hayata geçirmesi gerekir. Bu hususlar Yusuf Kaplan’ın medeniyet perspektifinde açıkta kalmaktadır.

Yusuf Kaplan, Şehrengiz Dergisi’ne verdiği bir röportajda medeniyet kavramını başka temellendirmelerle açımlıyor. Orada daha detaylı izahlar yapmakta: “Ben medeniyetten bahsederken doğrudan dinle irtibatlı bir şeyden bahsediyorum. Yani dinin hayat haline gelmesi, hayatiyet kazanması meselesi.. Mekke ve Medine süreçleri olmadan dinin hayat haline gelebilmesi imkânsız. Burada Sezai Bey’in dışında Âkif de dâhil diğerlerinin medeniyetten anladıkları şey problemli..” Neden problemli çünkü Batı’nın ilmini alalım derken onların tekniklerini ve kültürlerini de almaktalar. Bu çerçevede yenilgi ruhunu hep üretiyorlar diyor: “Kendilerini kendi paradigmaları, kendi ilkeleri üzerinden tanımlamak yerine, Batı üzerinden tanımlıyorlar. Batı demeseler bile “İslâm medeniyeti” derken kafalarındaki algı, Batı karşısında yenik düşmüş, yenilmiş, Batı kazanmış gibi bir şeylerden bahsediyorlar.” Bu fikirler önemli. İsyandan Dirliğe ya da Azgelişmişlik Üstünlüktür başlıklı kitaplarda da zikrettiğimiz meseleler. Ancak Şehrengiz röportajında konuya etraflı bir açıklama getiriliyor: “Medeniyetlerin eksenlerinde doğrudan kelime-i şehadet var. Birinci şehadet ve ikinci şehadet.. Birinci şehadet vahiy, ikinci şehadet Hazreti Peygamber. Burada vahiy asıldır, Hazreti Peygamber de usuldür. Hazreti Peygamber yaşayan Kur’an’dır. Onu anlamadan bir şey yapamayız. Usul olmadan fıkhın, tefsirin, hadisin bir anlamı yok. Bir varlık bir de varoluş var. Allah vâcibu’l-vücud’tur. Onun bizden istediği şeyleri hayata geçirmemiz lazım. Dolayısıyla medeniyetleri anlarken bilmemiz gereken iki eksen “vahiy ve usul”, yani “yaratıcı ve insan”dır. Biri yaratıcı ruh, diğeri kurucu irade.. Kur’an-ı Kerim’den yola çıkarak medeniyetlerin oluşum süreçlerine geldiğimiz zaman üç süreçten bahsediyoruz: Mekke, Medine ve Medeniyet. Bu üç şeyi belirleyen de Hazreti Peygamberin kendisidir. Kur’an’ı Kerim’de âyet yok mu: Bütün peygamberler medinelere/şehirlere gönderilmiştir. Kentten siteden bahsetmiyorum. Dolayısıyla burada Hazreti Peygamberin üç temel özelliğini görüyoruz. Birincisi şâhit, ikincisi mübeşşir, üçüncüsü de nezir olması.. Pratikte daha işimize yarayacak kelimelerle ifade edersek; vücut, vicdan, vecd.. Veya Cibril hadisi ile ifade edelim: İslâm, iman, ihsan.. Tasavvufun diliyle de gidersek üç şey var yine burada: fenâ makamı, bekâ makamı, cem makamı.. Geliştireceğimiz medeniyet fikri, sadece Müslümanların yaşadığı tecrübeleri değil, bütün insanlık tecrübelerini anlamlandıracak şekilde olmalı. Fenâ makamında batı uygarlıklarını, pagan geleneklerini görüyoruz. Kendini bu dünyaya kilitliyorsun, her şey bu dünyadan ibaret.. Bekâ makamında doğunun hikmet geleneklerini görüyoruz. Orada bir tür hiçlik var, ayaklarını bu dünyadan çekiyorsun. Cem makamında ise ayaklarını bu dünyadan çekmiyorsun, yeniden ayaklarını buraya basıyorsun. Biz buna şeriat, tarikat, hakikat de diyoruz. Sünnet-i seniyye üzerinden bunu açıklayacak formül de şudur: Birincisi söz, ikincisi fiil, üçüncüsü de hal/ikrar.. Buraya kadar olan, vahyi süreçtir, medeniyet dediğimiz şey vahiy sonrası süreçtir. Vahiy bitti, biz yeniden din kurmayacağız. (…) Bakın: Mekke dönemine ilahi şiar diyoruz, Medine sürecinde nebevi şuur oluşuyor, medeniyet sürecine de beşeri şiir diyoruz. Neden beşeri şiir? Şöyle: Mekke döneminde münferit-müslim şahsiyet oluşuyor, Medine sürecinde müşterek-mümin şahsiyet oluşuyor, medeniyet sürecinde de kürevi-muhsin şahsiyet oluşuyor. Biraz önce söylediğimiz “söz” ilme’l-yakîn dediğimiz sürece denk geliyor. Bu yüzden sünnet-i seniyyeyi hayata geçirmediğimiz sürece biz hayatı kuramayız. Medine sürecinde ayne’l-yakîn var. Medeniyet sürecinde ise hakka’l-yakîn var. Vahyi süreçte celal sıfatı tecelli ediyor, vahiy sonrası süreçte ise cemal sıfatı tecelli ediyor Allah-u Teâlâ’nın. Peygamberin olmadığı bir süreçte Allah’ın rahmeti tecelli ediyor, ihsan (Allah’ın görüyormuşçasına bir bilinçle hareket etmek) ortaya çıkıyor.” (KAPLAN, http://www.8sutun.com/Medeniyet-aslinda-bahane-Din-hayatiyet-kazanmali_124654.html)

Medeniyet meselesinde vahye işaret edip sünnet-i seniyeyi temel alarak kurulmuş bir perspektifin fakir peygamberler bakımından anlamlandırılması mümkün görünüyor. Yusuf Kaplan’ın Şehrengiz röportajında “Mekke, Medine ve Medeniyet. Bu üç şeyi belirleyen de Hazreti Peygamberin kendisidir” cümlesi Kur’an’ın Mekke’yi ummul kur’a kılması nedeniyle geçerliliğini yitiriyor. Mekke’yi belirleyen Kur’an’dı. Ayrıca eğer mesele medeniyet idi ise, Firavun Nil Nehri’nde boğulduğunda Musa (as) niçin kavmini tekrar Mısır’a götürmemiştir? Musa peygamber açısından vahyin, İsrailoğullarını kentten çöle doğru yönlendirmesi Yusuf Kaplan’ın perspektifini bozuyor. “Mekke döneminde münferit-müslim şahsiyet oluşuyor, Medine sürecinde müşterek-mümin şahsiyet oluşuyor, medeniyet sürecinde de kürevi-muhsin şahsiyet oluşuyor” şeklinde verdiği model, Musa kavmi açısından tatbik edilemeyecek gibi görünüyor. Çünkü Musa kavminin çölde müşterek-mü’min şahsiyete uygun olarak topluluk hissi ile yapılandırıldığını görüyoruz. Yusuf Kaplan’a ait modelin “Çöl ile medeniyet” arasında bir ilinti kurması, açıklamalarını yeniden tanımlaması kaçınılmaz.

Kur’an hükümdar ve zengin peygamberleri de bize model göstermektedir. Bu peygamberlerde Mekke-Medine ayrışmasını açığa çıkaracak bir belirlenime rastlayamadık. Yusuf (as) Mısır’da tevhid ehli olan tek insan iken ilk işi ailesini Mısır’a taşımak olmamıştı. Ayrıca ülkede “kralın dini” ile hükmetmekte idi. Kendisini sınırlayan herhangi hukukî veya fizikî bağ bulunmadığı halde Medine’yi oluşturmak ve kürevi-muhsin şahsiyet’i ortaya çıkarmak için acele etmemişti. Yusuf (as) açısından da bakıldığında vahiy ile farklı din mensupları arasındaki bu ilişkinin “neliği” hakkında bir izah getirilmelidir. Yani Yusuf Kaplan’ın medeniyet modellemesi, Yusuf (as)’un Mısır’daki tek başınalığını ama vahiyle muhataplığını Mekke-Medine- Medeniyet üçlemesi açısından izah edemiyor. Yusuf Kaplan, “Medeniyet, Hz. Peygamber’in kendisidir” cümlesi ile medeniyetleri vahiy-sünnet ile ilintilendirirken şu soruyu izah etmemiş bulunuyor: Her peygamber başka bir medeniyet mi getirdi, yoksa Adem’den kıyamete dek süren tek medeniyet mi vardır? Medeniyetin kriteri sorunu hala cevaplanmamış durumda. Çünkü örneğin İbrahim (as), karısı Hacer ile oğlu İsmail’i çöle bırakarak “medineyi oluşturmak” denilebilecek bir tavrı sürdürmüyor. İnsan bir an niçin tüm ailesini alarak Mekke’ye gelmemişti, diyecek oluyor. Madem ki Mekke-Medine-Medeniyet perspektifi vardır, Hz. Peygamber’in (asv) öncesinde Hz. İbrahim’in (as) bunu tanzim etmesi gerekirdi.

Anlaşılan o ki, vahiy, Medine ve medeniyet ilişkisinde silolarda buğday biriktirip kralın dini ile hükmeden Yusuf’u, şehri güzelleştirmek için tezyinata yönelen Süleyman’ı, kavmini çöle taşıyan Musa’yı, toplumu demirdağların arasına saklayan Zülkarneyn’i, kendisine bağlı topluluğu gemiye yükleyip bu diyarı terkeden Nuh’u, oğlunu Kabe’nin kenarında yalnız bırakan ve “ailesini dağıtan” İbrahim’i de içselleştiren başka bir perspektifin geliştirilmesi, bu perspektifte şehir olgusunun yeniden ele alınması kaçınılmazdır. Kenti sürekli eleştirip, medeniyete de erişemediğinden yersiz-yurtsuz kalmak, Müslümanların düşünsel zemini değildir.

-    KAPLAN Yusuf, Kozmos şehir’den insansız kent’e: Taş, çelik ve ten’in renkleri, Yeni Şafak Gazetesi, 06.05.2012

-    KAPLAN Yusuf, Medeniyet Gençliği Söyleşi, 03.03.2012 http://www.medeniyetgencligi.com/%E2%80%9Cmedeniyet-hz-muhammed-sav-kendisidir%E2%80%9D.html

-    KAPLAN Yusuf, Şehrengiz dergisi Röportajı, http://www.8sutun.com/Medeniyet-aslinda-bahane-Din-hayatiyet-kazanmali_124654.html